Elegans Logo
AB Ülkeleri Henüz Türkiye'yi İçlerine Sindiremediler..

ULUÇ ÖZÜLKER (Avrupa Birliği Nezdindeki T.C. Büyükelçisi)

A B Lüksemburg Zirvesi' nde kabul edilen AGENDA 2000 raporundaki genişleme sürecinde, Türkiye'ye tam üyelik perspektifi yerine sunulan, yakınlaştırma stratejisini ne şekilde değerlendiriyorsunuz?
Bence, bu yapılmış büyük bir hata idi! Bunun çeşitli nedenleri var. Bir kez, Türkiye, AB ile 1963 yılında imzalanmış olan Ankara (Ortaklık) Anlaşması ile hukuki bir bağ tesis etmiş durumdadır. Bu bağın nihai hedefi tam üyelik olarak vaz'edilmiştir. Ayrıca bu anlaşmanın 28. maddesi tam üyelik hedefinden çok net bir şekilde sözeder. Buna ilave olarak, 1987 tarihinde Türkiye, o dönemdeki anlaşmanın 237. maddesi (tam üyelik müracaatını içeren) çerçevesinde yapmış olduğu müracaat, Konsey tarafından kabul edilmiş ve Komisyon' a görüş hazırlaması için gönderilmiştir. Bütün bunlar ortaya bir gerçeği koymaktadır ki; Türkiye zaten tam üye adayıdır ve ehildir. Dolayısıyla, Türkiye'nin ehil olmasının tekrar edilmesi, bu anlamda bir yenilik doğurmamaktadır, hukuki açıdan da tutarlılığı yoktur. Bunun yanında önemli olan ikinci husus; Lüksemburg Zirvesi sonuçları, tabiatıyla Türkiye'nin kendi yönünden birtakım eksiklerini de ortaya koymaktadır ki, bunu da inkar etmiyorum. Fakat bu sonuçlar diğer ülkeler ile mukayese edilecek olunur ise, çok yanlış bir noktaya gelindiği ortaya çıkıyor. O da şudur; Türkiye, hemen tam üye olacağını söylemiş bir ülke değil. Tam aksine, eksikleri bulunduğunu, AB ile Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkeleri (MDAÜ) ile yaptığı gibi, kendisi ile de bu meseleyi elele tutarak hedefe götürmesi gerektiğine inanmıştır. Bunun da; ben hukuken zaten ehilim, bunun yanında ortaklık anlaşmam gereği aday da olmam gerekir ki, böyle olduğu zaman Ortaklık Anlaşması aynen tatbik edildiği takdirde, beni hedefe götürecek diğerleri için varolan katılma stratejisini oluşturmak gerekliliğini doğuracaktır. Bunlar sadece bir talep değil, hukuki açıdan da bir zemin oluşturduğunu kabul etmektedir.
Bu şartlar altında, AB Türkiye' yi 12. aday olarak kabul etmediğini söylemiştir. Bunun ötesinde verilmiş bir yakınlaştırma perspektifi, tabiatıyla kabul edilebilir, yani olumlu olarak bakılabilir fakat, bunun izahını yapmak pek mümkün değildir! Çünkü, bu 10.000 metre maratonuna benzer. Buradaki atletlerin tümü başlangıçta birlikte start alacaklardır, fakat 10.000 metreyi kaç kişinin, nasıl bitireceği belli değildir. Başlangıç çizgisine Türkiye'nin diğer 11 ülke ile birlikte alınmadan başlanması, Türkiye' nin ayrımcılığa tabi tutulduğunu açık bir şekilde göstermekedir. Ayrıca Türkiye başlangıç çizgisine alınmış olsyadı bile, bu Türkiye'nin hemen, yarın tam üye olacağının göstergesi değildir. Çünkü, her müzakerede iki taraf vardır ve taraflardan biri hayır derse, bu gerçekleşemeyecektir. Bütün bunlara rağmen, Türkiye'yi Lüksemburg Zirvesi sonuçları dışında tutmanın tek mantıki izahı, AB ülkeleri daha henüz Türkiye'yi içlerine sindirebilmiş değildirler.
Başka bir ifade ile; AB ülkeleri, 1963' ten bu yana Türkiye' yi oyalamaktadırlar. AB bugüne kadar kararlarını geriye atarak verme yoluna gitmiştir. 1997 sonunda bıçak kemiğe dayandığı ve iş ciddileştiği için karar vermekte zorlanmışlardır (ki bu koşulları Türkiye yaratmamıştır) Aslında, AB' nin Lüksemburg Zirvesi' nde yapmaya çalıştığı şey (içerik olarak biraz daha iyi olmakla birlikte ki bu da aynı kapıya çıkıyor); Türkiye' yi bir kuş gibi ne boğacak ne de uçuracak bir şekilde AB' ne tutma politikasıdır. Hem hakkını vermeyecek, hem de sürekli isteyecek.
AB genişleme sürecinde, aday ülkelere yönelik olarak düzenlenilecek Avrupa Konferansı' na Türkiye nasıl yaklaşmaktadır?
Lüksemburg Zirvesi sonuçları bahanelerle doludur. Avrupa Konferansı' nın başlangıçta ortaya atılmış olduğu şekli ile son şekli arasında dünya kadar fark vardır. Başlangıçta Avrupa Konferansı tamamen genişleme sürecinin bir parçası olacaktı, iyi durumda olduğu varsayılan ve Komisyon' un önerdiği ülkeler, ilk dalgada müzakereye başlayacaklardı. Bunun dışında kalan ülkelerde, Avrupa Konferansı' nda genişleme sürecinin parçası olarak hazırlık dönemine gireceklerdi. Ama sadece genişleme süreci ile ilgisi kalmamış değil, Avrupa Konferansı' nın daha da ileri gidiyor. Buraya katılan herhangi bir ülkenin, bütün adaylıkları resmen kabul etmesi veya Adalet Divanı' nın yetkisini kabul etmesini gerektiriyor. Netice itibarıyle, AB' ne Türkiye' nin açık olarak reddettiği Güney Kıbrıs' ın üyelik müracaatını kabul etmesine ve 15 Temmuz 1996 tarihli Kardak konusundaki deklerasyonu Lahey Adalet Divanı' na götürmemize, bu deklerasyonu üstlenmemize kadar götürecek, kasitli, art niyetli kararlardır. Her ne kadar bu konuları şart olarak addedilmemiş olsa bile, Yunanistan Başbakanı SİMİTİS, bunların şart olarak görüldüğünü, basın toplantısında açıkça dile getirmiştir. Dolayısıyla, bir ülkenin dahi bunları şartlar olarak vaz'etmiş olmasının yaratacağı sakıncalar açıktır. Türkiye' nin kendi Ortaklık Anlaşması' nda varolan, çok daha ileri haklarına göre, çok geride hazırlanılmış olan ve genişleme süreciyle uzaktan yakından ilgisi bırakılmamış olan bir Avrupa Konferansı' na ilgi duymasını beklemek, herhalde Türkiye' yi enayi yerine koymakla eş anlamlıdır, bunun da olması mümkün değildir.

AB - Türkiye arasında 31 Aralık 1995 tarihinde oluşturulan GB'nden bugüne kadar olan gelişmeleri kısaca değerlendirir misiniz?

GB' ni üç açıdan değerlendirmek gerekir:
1- Hukuki açıdan: GB, Ortaklık Anlaşması' nın bir parçasıdır ve 2. dönemi oluşturur. GB kararı ile yapılan son dönem ile teknik anlamdaki GB' nin birleştirilmesidir. Genişletilmiş ve tekniğin ötesine geçilmiş bir entegrasyon modeli oluşturulmuştur. Bu Ortaklık Anlaşması' na uygun olarak yürütülen ahdi bir vecibedir. Dolayısıyla, GB' nde Türkiye' ye verilmiş bir avantaj veya ekstra bir şey olmadığı gibi, yenilik de değildir. Biz, bunun böyle olacağını biliyorduk.
2- Siyasi açıdan: GB, AB' nin bir üçüncü ülkeyle yaptığı tek anlaşmadır. Türkiye dışında tam üye olmadan, GB içinde bulunan veya GB' ni tam üyelik süreci dışında yapmış başka bir ülke yoktur. Siyasi açıdan Türkiye, MDAÜ' lerde dahil, tüm bu ülkelerden hem hukuken hem de siyaseten çok daha ileride olduğu açıkça ortadadır.
3- Pratik açıdan: GB bu açıdan, kendi içerisinde bir hedef olabilir mi ? Hayır olamaz. Eğer nihai hedef tam üyelik değilse, bir ülkenin ilanihaye başkasının aldığı kararlara kendisinin devamlı katıldığı bir ortamda, yani bir anlamda dış ticaret politikasını ipotek altında bıraktığı ama hiç etkileyemediği bir ortamda yaşaması düşünülemez. Bunun hesabını iyi yapmak gerekiyor.
Aslında Türk ekonomisi düşünüldüğünden daha başarılı bir şekilde karşı koydu. % 20' lere ulaşan sapmalardan sözederken, bu sapmalar % 4-5 civarında olmuştur. Dış ticaret hacmi, geçen sene % 53 iken bu sene % 49' a inmiştir ve sapma % 4 olmuştur. Türk ekonomisi kendi dinamikleri içerisinde büyümekte ve gelişmektedir. Bu aşamada Rekabet Kurulu' nun oluşması, standartların belirlenmesi, tüketicinin korunması gibi gelişmelere olumlu katkılarda bulunmaktadır. Türkiye, eğer 1996 parametreleri ile (sabit olarak değerlendirirsek) ticaret hacmi büyüdüğü ölçüde, bu parametrelerin de büyüdüğünü gözönünde bulundurursak (biz yine de sabit kabul edelim) aynı dış ticaret açığı sabit devam ettiği ölçüde AB' nin genişleme dolayısıyla yaratması gerektiğini düşündüğü ve Komisyon Raporu' nda yeralan 75 milyon ECU' yü tek başına finanse etme durumuna getirilecektir.
Bunun karşılığında da, AB bir takım siyasi ve diğer konularla doğrudan ilişkisi bulunmayan alanlarda ortaya koymuş olduğu şartlarla, engelleme politikası ile kendi yükümlülüklerini yerine getirmemiştir. Böyle şey olmaz! AB' nin lehine işleyen bir model olduğu için bu şekilde devam etsin, ama aman bana dokunma! Burada bir hasta adam var, adam sancıdan kıvranıyor. Oturmuşlar hastaya, sen neden piknik yaparken içki içtiğinde mideni bozdun diye bağırıyorlar. Elbette burada bir hata yapılmış olabilir, fakat hastayı rahatlatmak için ani bir müdahele gerekiyor. Her iki tarafın gelişme düzeyleri farklı ise, ve bu da Türkiye aleyhine tecelli ediyor ise ki doğrusu budur ve taahhütlerin derhal yerine getirilmesi gerekir.
Burada Bizans usulü düşünmeye başlıyorum. Ben, AB' nin yerinde olsam, şunu yapardım: Türkiye herhalükarda, yakın bir gelecekte AB' ne giremeyeceğini kendisi de ikrar ediyordu. Eksikliklerinin tamamlanması ve ortaklaşa hareket edebilmek için bir süreç olması, yani bir havuç politikası Türkiye' nin önünde. Bir başka deyişle, Türkiye' nin hedefe varması yolunda süreyi kısaltma politikası. İki nesli daha müreffeh yaşatma politikası. Türkiye' nin 50 yılda tek başına yapacağını, 20-25 yılda AB desteği ile süratli bir şekilde yapabilme politikası. O yüzden yarın AB' ye girecek ülke değil. Serbest dolaşımın AB ülkelerini dehşet biçimde korkuttuğundan bahsediliyor. Bunlar fiktif sorunlardır. AB Adalet Divanı kararı ile, Ortaklık Konseyi kararlarının çift taraflı olduğunu ve işgücünün serbest dolaşımının ancak bir Ortaklık Konseyi kararına istinaden yürürlüğe girebileceğini belirtiyor. Hemen akabinde de, Almanya' nın baskısı ile tekliflerini düşürdüler ve 2/76 sayılı kararın dahi gerisine gittiler. Biz halen müzakere halindeyiz ve elde varolanı dahi geri almaya çalışan bir müzakere yapmaktayız ve bunun mantığını anlamak çok zor olduğu için de öyle duruyor. Bu anlamda, Almanya veya Komisyon arzu etmiyor ise, zaten Türkiye baskı yaparak bir sonuç alamaz. Ortaklık Anlaşması modeli içerisinde kaldığımız sürece, karşı tarafın istediği ölçüde serbest dolaşım gerçekleşebilir.
Tam üyeliğe gelirsek, tam üyelik eksik olmaz! Bu nasıl olacak dersek en iyi niyetle şöyle bir tablo çıkar karşımıza; diyelim ki 20 yıl sonra müzakereye başlayacak ve 5 yılda müzakerelerin süreceği düşünülecek olursa, 15 yılda geçiş dönemi öngörülürse; toplam 40 yıl. Herşey yolunda olmuş olsa dahi , biz şu anda 40 yıl sonrasından bahsediyoruz demektir ki, bu bağlamda serbest doaşım fobisini anlamak güçtür. Bütün bu analizler bizi şu noktaya getiriyor: Ben, AB' nin yerinde olsaydım, tüm bu şartlarda Türkiye' ye; sen 12. adayımsın ve Kopenhag kriterlerine uyum sağla derdim. İşbirliği yapılsa dahi, bu kriterlere uyum uzun bir süre alacaktır.Dolayısıyla Türkiye, ilk dalgaya zaten giremeyecekti, ikinci dalgada ise farklılaşmanın nereye gideceği belli olmayacaktı, fakat top Türkiye' nin sahasında kalacaktı.Performansı Türkiye' nin göstermesi gerekecekti ve AB' de baskılarını sürdürme hakkına sahip olabilecekti. Bu kadar basit ve açık bir mantık, ama buna rağmen ben seni 12. aday olarak kabul etmiyorum deme noktasına gelindiğinde, ben o zaman, tabiri caizse, öküzün altında buzağı aramaya başlarım.

AB' nin Güney Kıbrıs ile müzakereyi başlatma kararı BM Güvenlik kararını ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerini ne şekilde etkilemiştir ve etkileyecektir?

AB bu konuda iki büyük hata yapmıştır. Birincisi, 1990 yılında Kıbrıs ile ilişkileri GB kapsamında geliştirme kararı aldıklarında bir 5. madde var. Her iki toplum ile eşit şekilde ve eşit ağırlıklı olarak ilişki kurulması öngörülmüştü. Uygulamada bazı farklılıklar olsa bile, kağıt üzerinde ve bazı davranış biçimlerinde asgari bir denge olduğunu görmek mümkün olabiliyor idi.
İkinci olarak, 1993 Korfu Zirvesi' nden sonra AB, tamamen Yunan tezleri doğrultusunda hareket etmiştir. Bugün gelinen noktada, AB' nin Türkiye' yi suçlaması haksızlıktır. Her müzakerede ve olayda iki taraf vardır. 6 Mart 1995 tarihine gelindiğinde, AB Kıbrıs ile ilgili olarak hatayı zaten yapmıştı. O gün aldıkları karar (Hükümetlerarası Konferans' ın bitiminden 6 ay sonra müzakerelere başlanılacağı) kendilerini daha da zora sokmuştur.
Burada statü sorunu ortaya çıkmış ve müzakereleri sadece Güney ile yapmaları durumunda; Kuzey kendisine eşit şartlar tanınmadığı sürece katılmayacağını belirtmiştir. Burada iki tarafın politikalarının çatıştığı açık bir şekilde ifade edilmiştir. Evlilikte de iki taraf vardır, boşanmaya götürürsünüz uyarısında bulunulmuş olmasına rağmen, bu uyarı dikkate alınmamıştır AB, bizim ne yapacağımızı 3 yıldır biliyordunuz derken, bizde çok daha evvelden, bizim de ne yapacağımızı kendilerinin bildiğini ifade ettik. Bizim söylediklerimiz hiç geçerli değil, ama muhatabımızın söyledikleri topyekün geçerli diyorlar. Böyle mantık olmaz!
Kıbrıs konusunun, Türkiye olmadan çözümlenemeyeceğini bu kadar bariz bilinirken, bunun yapılmış olması, belki de ben Türkiye' nin bilecğini büker veya başka bir şekilde ikna eder ve istediğimi elde ederim düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

AB ve Türkiye ilişkilerinde ortaya çıkan son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

AB yukarıda bahsettiğim Bizans teorisini işletseydi, burada gerçekten Türkiye zor durumda kalabilirdi. Burada Türkiye içeride bazı tedbirleri alıp da (diğer alanlarda) ileri adımlar atabilseydi, o zaman AB zor durumda kalabilirdi. Fakat ne yazık ki burada, AB' nin siyasi ve stratejik bakımdan cüce olduğu ortaya çıktı. Milyon kere kendi menfaatine olabilecek bir konuda, Türkiye' yi kırmak Yunanistan' a tercih etmek ve bunun getireceği sonuçlara da katlanmak mecburiyetinde bırakmıştır. Şimdi de geri dönemiyorlar! Müzakerelerin başlamasını içeren hukuki bir karar vardır. Dolayısıyla şimdi başlatmadıkları takdirde, Yunanistan' da aynı kararın parçası olan diğer tüm genişleme prosedürünü durdurma hakkına sahiptir. Bunun içindir ki; AB bu müzakereyi açmaya, kendini mecbur hissediyor. Türkiye' nin pozisyonunda çok açıktır ve gerekeni yapacağını bildirmiştir.
Uluslararası ilişkiler karşılıklı sevgi, saygı ve hepsinin ötesinde de çıkara dayanır. Bu çıkar ilişkisi karşılıklılığını yitirdiği anda, ilişkilerde mesafe alınamaz. Şunu da çok iyi biliyoruz ki, Türkiye ile yakın ilişki içerisinde olmayan AB' nin bulunduğu bölge itibarıyle kaybedeceği çok şey vardır. Bu daha şimdiden ortaya çıkmıştır, göç meselesi, doğal gaz nakil hatları ve enerji sorunu, Irak krizi, vs... Doğu Akdeniz, Karadeniz, Orta Asya, Kafkaslar, Orta Doğu ve Balkanlar Türkiye' siz olmuyor. Onun için herkesin iki defa düşünmesi gerekiyor.
AB zor karşısında Türk insanının birleşerek hareket edeceğini unutmuştur. 33 yıllık meslek hayatımda, lk defa 41. Karma Parlamento Komisyonu' nda bütün Türk milletvekillerinin AB konusunda, hemfikir olduklarını ve tek ağızdan konuştuklarını gördüm. Bu da Türkiye' de AB konusunda ciddi bir konsensüsün varolduğunu göstermektedir. AB tarafına baktığımız zaman, halihazırda lüzumsuz ümitlerle yola çıkmış olduklarını gözlemliyorum ve halen kendilerini hiçbirşey yapmadan Türkiye' yi ikna edebileceklerini düşünüyorlar ki, işin ciddiyetinin farkında bile değiller. AB Dış İlişkiler Komisyoneri Hans Van Den BROEK' un dahi, ilk defa olarak endişeli olduğunu gözlemliyorum. AB' nin genelinde bu konuya gereken ciddiyetin gösterilmesi, bundan duyacakları acıyla doğru orantılı olacaktır. Bu arada umutmamak gerekiyor ki, Titanic batarken hala müzik çalıyordu...


ULUÇ ÖZÜLKER:

"I believe the new strategy of the EU against Turkey is a big mistake. Turkeyand the EU signed the Ankara Treaty back in 1963. Moreover, Turkey' s application in 1987 was approved and sent to the Commission which suggests that Turkey is eligible as a candidate for full membership. Despite Turkey' s readiness to bring solutions to some of her problems in an attempt to move ahead, the EU has not shown her among the candidates. Under such conditions. Turkey can not be accepted to show any interest in the European Conference where the rights are far less than the ones she had already acquired. The customs union is not a privilege but a part of the Association Agreement. This unique status demonstrateshow advanced Turkey is in relation to other candidates. Turkey has shown an unespected performance within the customs union whereas the EU has failed to fulfill its own liabilities. We keep hearing about a general fear from free circulation of people. That is difficult to understand since a probable membership would have meant a total integration period of around 40 years. If I were the EU, I would invite Turkey as the 12th candidate and then force her to comply with the Copenhagen criteria. Such a decision would have given Turkey a chance to show her performance. In the Cyprus issue, the EU made the mistake of only allowing the Southern part of the island to negıtiate. This disturbed the balance and a conflict of interest has occured. This decision was probably taken to force Turkey into an agreement. The international relations are based on mutual respect. If reciprocity fails to exist, relations become dealocked. The EU has a lot to lose in terms of its relations not only with Turkley but also with the whole region. But now, Turks are uniting. For the first time, I see all of the Turkish Deputies in the 41. Joint Parliamentary Commission raising a single voice. The EU still thinks there is a way. They do not see how serious Turkey is and let us not forget that the band was playing as Titanic sank."


MEDYATEXT
Elegans'a mail