Elegans Logo

AHMET ECMEL YORGANCI
TÜRKİYE - AB Karma İstişare Komitesi Üyesi
TURKEY-EU Joint Consultative Committee


Güncel söylemde artık iyice yerleşen "Sivil Toplum Kuruluşları" kavramının ülkemizde yeni bir yapılanmaya gitmesi kaçınılmazdır. Sözkonusu yapılanmanın geleneksel dengeleri bozmasından endişe edildiğinden bunun sancılı geçme ihtimali de gözardı edilmemektedir.

I- SİVİL TOPLUMUN TARİHSEL EVRİMİ
Sivil Toplum kavramı üzerinde Batı'da asırlardır çok sayıda düşünce ve teoriler üretilmiştir. Bu çerçevede sivil toplum kavramının diyalektik temelleri; fertlerin özgürleşmesi ve bunun paralelinde ferdin temsil edilme ve demokratik katılımcı sisteme dahil olma ihtiyacından kaynaklanmıştır.
Günümüzde, Sivil Toplum, çok sık kullanılan ve adeta moda halini almış bir kavram oluşturmakta ancak siyasi gerçeklerle uyumlu bilimsel tanımı, çoğu zaman gözardı edilmektedir.
Aristoteles ve Ciceron için Sivil Toplum, bir tür siyasi organizasyon yapısını tarif etmekte ve toplumun tüm katmanlarını içeren bir kavram oluşturmaktaydı. Ortaçağ'da bu kavramın sürdüğü görülmekle birlikte, yeni bir anlayış yansıtmaya başladığı gözlenmektedir. Bu dönemde sivil toplum kavramı dini toplum kavramının tezatı olarak kabul edilmeye başlanmış ve sivil toplumun laiklik ve çağdaşlık simgesi olma hususu bu dönemden itibaren yerleşmeye başlamıştır. Aristoteles'den Ortaçağ sonrasına kadar, sivil toplum kavramı ile devlet birbirinden ayrılmaz iki öge olarak kabul edilmiş ve Roma geleneklerine istinaden sivil toplum bir yerde "yurttaşlık" kavramını ve yurttaşlık vecibelerinin toplumsal düzeyde ifa edilmesi şeklinde algılanmıştır. 1750'lerden sonra sivil toplum tanımında radikal değişiklikler yaşanmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra sivil toplum, devlet kavramının bir uzantısı olmaktan ziyade, gittikçe devlet ile zıt bir kutbu temsil etmeye başlamıştır. Sanayi devrimi ile yükselmeye başlayan burjuvazinin savunduğu liberal düşünce akımları, siyasi çevrenin haricinde özerk bir hareket imkanı sağlayan sivil toplum kavramına sahip çıkmışlar ve özel yaşam ile piyasayı bu kavramın temel taşları olarak kabul etmişlerdir. Bu tarihten itibaren sivil toplumun ahlaki felsefe anlamı, yurttaşlık kavramından uzaklaşarak medeniyet ve çağdaşlıkla eşanlamlı kabul edilmiş, sözkonusu medeniyet ve çağdaşlığın toplumsal ilişkileri daha uygarca ve daha barışcıl bir şekilde algılanmasına neden olmuştur. Bu nedenlerdir ki, 19. yüz yılda, Hegel ve Marx gibi düşünürler, sivil toplumun burjuva değerleri yansıtmasından dolayı buna şiddetle karşı çıkmışlardır. Bu süreçte liberal ve sosyalist akımlar sivil toplum kavramı üzerindeki polemiklerini sürdürmüşler; liberaller ferdi ve akdi teşkilatlanma hürriyetini savunmuşlar, sosyalistler ise bunu sınıflar arasında hakimiyet tesis etme ve sınıf mücadelesini bölme girişimi olarak kabul etmişlerdir.

Sivil toplum'un "Antik - Ortaçağ", "Modern - Burjuva" veya "Liberal - Sosyalist" kavram ikilemleri; Tocqueville, Durkheim, Weber gibi düşünürlerin önderliğinde, modern sivil toplum anlayışının 5 ana öge etrafında uzlaşmasını sağlamıştır.

1. Sivil toplum, çeşitli düzeylerde örgütlenmiş kurumlardan oluşmaktadır. Bu kurumların yalnızca iktisadi işlevi olmayıp, dini, kültürel, sosyal vb. faaliyetleri ile toplumsal entegrasyon sürecine katkıda bulunmaktadırlar.

2. Fertlerin sivil toplum kuruluşlarına aidiyetleri gönüllü bir bazda tecelli etmektedir. Başka bir deyişle STK'na üye olmak ne siyasi, ne de "doğal" addedilen herhangi bir zaruriyete dayandırılamaz.

3. Sivil toplumun temeli hukuktur. Sivil toplumun devletten bağımsız olması hukuki zeminden yoksun olduğu anlamına gelmez. Demokratik prensipler, ifade özgürlüğü, özel yaşam sivil toplumun temellerini teşkil etmektedir

4. Sivil toplum vatandaşların temsil edilebildiği ve müşterek iradenin oluştuğu bir zemindir. Bu bağlamda, sivil toplum devlet ile fertleri birleştiren bir "araç" konumunda olup, bunların tecrid edildiği bir ortamda demokratik söylemin oluşmayacağı kabul edilmektedir.

5. Sivil toplum bir tür ikame prensibi tesis etmektedir. Bu prensip sayesinde, devlet erkindeki bazı yetkiler (devletin onayı ile) sivil toplum yetkilerine devredilebilmektedir.

II -ÇIKAR GRUPLARININ SİYASİ OTORİTE İLE İLİşKİLERİ
Yukarıda da ifade edildiği gibi Sivil Toplum Örgütü tanımlaması günümüzün gittikçe giriftleşen ekonomik ve sosyal ilişkiler yelpazesinde nitelik ve nicelik itibariyle yetersiz kalmaktadır.
Zira her türlü örgütleşme hareketinin temelinde ortak bir payda yattığı ve genel amacın bu ortak paydanın savunması ve geliştirilmesi olduğu kabul edilmektedir. "Sivil" kavramı ise "Resmi veya Kamu" tanımlamasının bir karşıtı olduğundan, Sivil Toplum Örgütü kavramını devlet ve kamu sektörü haricinde oluşan ve eylem ve etkinliklerini hükümet, parlamento, siyasi partiler ve bürokrasi üzerinde odaklayan çıkar ve baskı grupları olarak kabul etmek gerekmektedir. Batı demokrasilerinde önce anglo-saxon ülkelerde ve bilahare kıta Avrupası'nda gelişen çıkar ve baskı gruplarının "lobi" etkinlikleri, ilk zamanlarda menfi ve meşruiyeti tartışma götüren "karanlık" faaliyetler olarak algılanmışsa da, bugün artık bu tip kurumlaşmaların çoğulcu demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru ve hatta ülke yönetimindeki sorumlulukların paylaşım yöntemi olarak birer ekonomik ve sosyal güç olarak kabul edildikleri, tartışma götürmemektedir. Bu itibarla, Batı'daki çıkar ve baskı gruplarının nitelik ve niceliklerini irdeleyen kuramsal yaklaşımlar şu şekilde açıklanmaktadır:

A- Çıkar ve Baskı Grupları kategorileri :
1- Üyelerine ve hedef kitlesine hizmet götürmeyi amaçlayan Sektör Grupları
Bu gruplar toplumun belli bir kitlesinin çıkarlarını savunmayı ve geliştirmeyi hedeflemekte ve genelde ekonomik amaçlı bir yörüngeye oturmaktadır. Bu tür gruplar genelde sürekli ve daimi bir yapıya sahip olup kitlesel bir üyelik yapısına haiz olmaktadırlar.
Bunların temel amacı genelde üyelerine hizmet götürmektir.
Bu nedenle sektör gruplarının başlıca işlevi siyasi baskı veya etkinlikte bulunmak değildir. Bunlar hizmet işlevleri esnasında ve gerek hasıl olduğunda temsil ettikleri kitlenin çıkarlarını korumak için noktasal siyasi etkinliklerde bulunmaktadırlar.
Bu grupların hükümetleri veya siyasi partileri etkilemek yolunda kullandıkları en önemli koz hükümete veya siyasi partilere verdikleri desteği geri çekmek ve bunlarla işbirliğini askıya almak tehdidiyle tezahür etmektedir. Sözkonusu baskı grubunun kitlesel temsil gücü, azami potansiyel üye sayısına ne kadar yakın ise tehdit kozu da siyasi partilerce o derece ciddiye alınmaktadır.

2- Belli bir görüş ve ideolojiyi yaymayı amaçlayan Dava Grupları
Ortak bir dava zemininde oluşan baskı gruplarının amacı belli bir ideolojiyi savunmaktır. Bu nedenle sözkonusu grupların sürekliliği de savunulan davanın niteliğine göre kısa veya uzun ömürlü olabilir. Bu tip gruplar aynı davayı paylaşan herkese açık olmakla birlikte, bunların ekonomik yaptırımları kısıtlıdır. Bu nedenle siyasi partiler nezdindeki etkinlikleri, daha ziyade genel kamuoyuna yönelik nümayişler veya kamu düzenini şu ya da bu şekilde etkileyecek "kozlarla" tezahür etmekte ve toplumsal huzuru etkileme riski siyasi parti ve hükümetler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır.
Gerek sektör gerekse dava grupları, amaçlarına ulaşabilmek için kendi bünyelerinde bir organizasyona ve özgün yapılaşmaya giderler ve belli bir hiyerarşi ve liderlik yapısı içinde üyelerinin çıkarları doğrultusunda etkinlikte bulunurlar. Çıkar ve baskı gruplaşmaları çoğulcu demokrasinin temelini oluşturmaktadır. En ileri düzeyde sivil toplum yapılaşmasının gözlendiği Batı dünyası ile otoriter nitelik taşıyan ülkeler karşılaştırıldığında, demokrasinin zayıf olduğu ülkelerde hükümet dışı teşekküllerin yasaklandığı veya ciddi bir şekilde kısıtlandığı görülmektedir. Dolayısıyla çıkar ve baskı grupları Batı demokrasilerinde artık meşru, aleni ve kabul görmüş bir özellik arzetmektedir. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, çıkar ve baskı gruplarının varlık nedeninde mutlaka siyasi organları etkilemek amacı da yatmamaktadır. Ancak vergi politikaları, iş ve çalışma koşulları vb. konularda çıkarlarını korumak, bu grupları siyasi etkinliklerde bulunmaya teşvik etmektedir.

B- Siyasi Partiler ile Çıkar/Baskı Grubu arasındaki temel farklar
Klasik tanımlamaya göre çıkar grupları; hükümet ve siyasi organların milli kaynakları yönetme ve seferber etme yönündeki işlev ve yetkilerini etkilemeye çalışmakla birlikte, siyasi iktidar sorumluluğunu üstlenmeyi hedeflemeyen gruplardır. Bunun aksine siyasi partiler, milli politikaları bilfiil icra etme iradesine sahiptirler. Çıkar grupları ve bilhassa "dava grupları" kendi hedef ve amaçlarına en iyi hizmet vereceklerine inandıkları partileri desteklerken, bu desteğe mazhar partiler de iktidara geldikleri takdirde bu grupların çıkarlarını savunmayı taahhüt etmektedirler.
Bu itibarla, çıkar grupları ile siyasi partiler arasında temel bir işlev farkı bulunmakta ve iki işlevin birbirine karıştırılması çelişki yaratmaktadır. Keza sektörel grupların geniş bir yelpazeye yayılan menfaat alanlarının salt ideolojik bir çerçevede tutulmaya çalışılması da ilgili grubun çıkarları doğrultusunda kabul edilmemektedir.

C- Siyasi Partiler ile Çıkar ve Baskı Grupları arasındaki temel ilişkiler
İster sektör grubu ister dava grubu olsun, Batı ülkelerindeki çıkar gruplarının "içerdekiler" ve "dışardakiler" şeklinde iki değişik tiplemesi yapılabilmektedir.

1- Sistem içinde olanlar:
Bu tiplemeye giren baskı ve çıkar grupları, hükümet ve siyasi partilerce "meşru" kabul edilmekte ve kendileriyle düzenli bir istişare ve diyalog süreci takip edilmektedir. Bu tipleme içinde de üç değişik alt-kategori görülmektedir:
a) Yüksek Profilli Gruplar: Bunlar; hükümet ve siyasi partiler nezdindeki yüksek itibarlarına ilaveten, medya organlarıyla da çok iyi ilişkiler tesis eden ve bu yolla kamuoyunu da kolayca etkileyebilen gruplardan oluşmaktadır.
b) Düşük Profilli Gruplar: Siyasi partilerle sürekli bir işbirliği takip etmekle birlikte kamuoyu nezdinde kendi reklam ve tanıtımlarını yapmayan (veya yapamayan) gruplardır.
c) Bağımlı Gruplar: Siyasi partilerle diyalog ve istişare içinde olmalarına rağmen hukuki ve/veya ekonomik varlıkları hümümetlerin veya kamu sektörünün tasarruflarına bağımlı olan gruplardır.

2- Sistem dışındakiler:
Bu tiplemeye giren çıkar grupları, siyasi partilerce veya hükümetlerce düzenli bazda istişareye çağrılmayan, siyasi organlar ile diyalog tesis etmeyen (veya edemeyen) gruplardır. Bunun nedeni; ya hükümetlerin bu grupları "meşru" kabul etmemesine, ya da sözkonusu grubun böyle bir diyalogu arzu etmemesine dayanmaktadır. Bunların içinde de üç değişik kategori gözlenmektedir:

a) Meşruiyet arayanlar: Bunlar "içerdekiler" grubuna girmek için çaba sarfeden, ancak siyasi organların güvenine şu ya da bu nedenle mazhar olamayanlardır.

b) Dışarıda kalmaya mahkum olanlar: Bunlar her ne kadar sistemin içine girmeye çalışsalar da, yöneticilerinin ve örgütün bilgi, beceri ve politikaları nedeniyle, sisteme dahil olma başarısını göstermeleri mümkün değildir.

c) İdeolojik isyankarlar: Bu baskı grubu kategorisi kendi çıkar ve görüşlerini savunmak için politik mercilerle bilinçli olarak işbirliğinden kaçınmakta, hatta bunu reddederek kendilerine özgü, özerk bir yöntem takip etmektedirler.

D- Sektör Grupları ile Dava Gruplarının Sistem içindeki hassas konumları
İster sektör grubu ister dava grubu olsun, çıkar çevrelerinin birinci hedefi; siyasi organları kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda etkilemek ve yönlendirmektir. Bu nedenle, hangi "etkileme yöntemi" tercih edilirse edilsin, bu yöntemin süreklilik arzetmesi, iktidardaki parti veya siyasi oluşuma bağımlı olmaması önem arzetmektedir. Zira aksi takdirde, belli bir iktidar döneminde "sistem içinde" ve "yüksek profilli" itibarı haiz bir çıkar grubunun, olası bir hükümet değişikliğinde "sistem dışına" itilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle, çıkar gruplarının başlıca başarı göstergesi, siyasi yapıyı etkileme kabiliyetini hangi hükümet olursa olsun sürekli optimum noktada muhafaza edip edememesinden anlaşılmaktadır.

Öte yandan, Batı ülkelerinde de gözlendiği gibi, "sistem dışında" olmakla birlikte "meşruiyet" arayışı içinde olup, hükümet ve siyasi partilerle diyalog tesis etmeye çalışan grup sayısındaki artış, toplumsal uzlaşma ve konsensüs arayış kültürünü de geliştirmeye katkıda bulunmaktadır. Sanayileşmiş toplumlarda çıkarlar yelpazesinin çeşitlenmesi ve özgünleşmesi bu tip "meşru" örgütlenme yapılarının artmasına neden olmaktadır.
Ekonomik ve sosyal sivil toplum örgütleri ve bunlarca temsil edilen tüm alt grupların, siyasi parti ve hükümetler nezdindeki etkinlikleri gerek nitelik gerekse nicelik itibariyle artış gösterirken, bu örgütlerce ifade edilen talepler de içerik itibariyle gittikçe özgün ve girift bir görünüm kazanmaktadır.
Batı demokrasilerinde çıkar ve baskı gruplarının siyasi organlara ihtiyaçları artarken, buna paralel olarak, siyasi organların ve iktidar partilerinin de çıkar gruplarına ihtiyaçları artış göstermektedir.
Zira bugün, milli düzeyde varlık gösteren sektör gruplarının ilgi alanları hakkında hükümetlerin tarafsız ve bütünsel bilgi ve enformasyon derleme yetenekleri artık bulunmamaktadır. Siyasi otoritenin bilgi, istişare ve işbirliği için sektör çıkar gruplarıyla gittikçe daha fazla diyaloğa ihtiyacı bulunmakta, temsil kabiliyetini azami potansiyel üye düzeyine çıkarabilmiş bir çıkar grubunun hükümet üzerindeki ikna kabiliyeti ve inandırıcılığı da aynı derecede azami düzeye çıkabilmektedir. Başka bir deyişle temsil edilebilecek potansiyel hedef kitleyi azami oranda seferber edebilen bir sivil toplum örgütünün iktidar partileriyle diyalog kapasitesi de hemen hemen tekelci bir görünüm arzedebilmektedir. Bu bağlamda, hükümetler de artık çıkar gruplarına bağımlı hale gelmekte ve öngörülen birçok politikanın tatbiki için baskı gruplarının onay ve işbirliğine ihtiyaç duymaktadırlar. Zira bir çıkar grubunun herhangi bir yasa veya mevzuatı reddetmesi, bunun etkin ve yararlı bir şekilde uygulanmasını menfi yönde etkileyebilmektedir.
Bu cihetle, çağdaş Batı toplumlarında hükümetler, olası ihtilaf rizikolarını darboğaza girmeden, tasarı aşamalarında istişare yöntemleriyle önceden çözümlemeyi tercih etmektedirler.

Sözkonusu istişare yöntemleri ise, gerek resmi diyalog bazında gerekse -çoğu zaman- örgüt temsilcileriyle siyasi parti temsilcileri arasındaki gayrı resmi ve/veya kişisel ilişkiler sayesinde gerçekleşebilmektedir. Nihai aşamada gelişmiş demokrasilerde çıkar grupları ile siyasi organlar arasında bir ortakyaşarlık (sembiyoz) ilişkisi tesis edilmiş olup, her iki tarafın da diğerine ihtiyacı olduğu kabul edilmektedir.

III- ORTAKYAŞARLIK ARAYIŞINDA "ÖRGÜTLÜ" SİVİL TOPLUM VE EKONOMİK VE SOSYAL KONSEYLER

A- Yapısal diyalog ihtiyacı
Yukarıda özetlendiği gibi, ekonomik ve sosyal çıkar grupları ile siyasi irade arasındaki karşılıklı bağımlılık, çağdaş toplumlarda sivil toplum yelpazesinin genişlemesi ile paralel bir gelişme göstermiştir. Bu itibarla, sivil toplum kuruluşlarının siyasi irade ile münferiden ikili iletişim ve etkileşim kurmalarının nihai aşamada kaos yaratma riski bulunmakta, en azından siyasi iradenin çeşitli çıkar grupları taleplerine cevaben adil ve gerçekçi bir muhakeme getirmesi gittikçe güçleşmektedir.
Bu da, iktidarın belli bir zaman sürecinde toplumun bir kesimini tatmin etme, diğer kesimini de gayri memnun kılma riskini doğurmaktadır.
Oysa, nasıl ki bir çıkar grubu temsil ve etkinlik kabiliyetini optimum düzeyde tutmaya mahkum ise, iktidardaki siyasi grupların da toplumsal hoşnutluğu optimum düzeyde tutmaya çalışmaları gerekmektedir. İşte bu iki hedef Batı demokrasilerinde sivil toplum kuruluşları ile siyasi otoriteyi ortak bir paydada birleşmeye itmiştir. 20. yüzyılın sonunda, bazı düşünürlerin "ideolojilerin ölümü" olarak adlandırdıkları sürecin de katkısıyla, ideolojik baskı grupları zemini de artık gittikçe sektörel çıkar grubu ve "hizmet" gruplarına doğru yöneldiğinden, sivil toplum kuruluşları ile iktidar arasında daha "örgütlü" ve "yapısal" bir diyalog ihtiyacı hasıl olmuştur.

B- Ekonomik ve Sosyal Konseylerin rolü
Ekonomik ve Sosyal Konseyler (ESK) kuşkusuz bu örgütlenmenin temel taşını ve yapısal diyalog arayışının en önemli aracını oluşturmaktadırlar.
ESK'lar, toplumun çeşitli kesimlerini temsil eden ve meşru bir yapıya sahip; "demokratik kitle örgütleri", "sivil toplum örgütleri", "gönüllü kuruluşlar", "çıkar ve baskı grupları" ile siyasi otoritenin yapıcı ve kurumsal bir bazda birleşebildikleri işlevsel bir platform olarak kabul edilmektedir.
Bu platform, yalnızca yönetenler ile yönetilenler arasında bir diyalog aracı değil, asıl önemlisi, tüm çıkar ve baskı gruplarının kendi aralarında yatay bir diyalog ve uzlaşma zemini oluşturmalarını sağlamaktadır.
Demokratik Batı toplumlarında ESK'ların en önemli işlevi; toplumsal bunalımların ortaya çıkması beklenmeksizin, katılımcı demokrasi, uzlaşmacı diyalog ve karşılıklı ikna yoluyla bunları bertaraf etmektir.
Türkiye'de 1995'den bu yana Başbakanlık genelgeleriyle tesis edilen, sınırlı katılımlı ve yapısal örgütlü bir hüviyeti haiz olmayan ESK'nın, yasal bir çerçeveye oturtulmaya çalışıldığı şu günlerde, ESK işlevinin ne olup olmadığını tekrar hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Özetle:

1. Milli ESK'lar nedir ş
a. ESK'lar ekonomik ve sosyal konularda temsili niteliği haiz kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşur,
b. Toplumu global olarak ilgilendiren ekonomik ve sosyal konularda hükümetler için bir danışma organıdır,
c. Bu amaçla kendi insiyatifleri veya siyasi iradenin taleplerine istinaden hazırlık aşamasındaki kanun taslakları ve/veya hükümet projeleri için istişari mahiyette görüş beyan ederler,
d. Siyasi otoriteye bağımlı olmayan özerk bir yapıyı haizdirler

2. Milli ESK'lar ne değildir ş
a. ESK'lar birer karar organı değildir,
b. Görüş ve tavsiyeleri hükümetler için bağlayıcı değildir,
c. ESK'ya üye kurum ve kuruluşların hükümetlerle geleneksel ikili ilişkilerini ikame etmez,
d. Mevcut sosyal diyalog (toplu sözleşme vb.) mekanizmalarını ikame etmez.

Başka bir deyişle, ESK'ların temel işlevi: ekonomik istikrarın kurulması, büyümenin ve sınaileşmenin hızlandırılması, üretimin, yatırımların ve verimliliğin artırılması, ekonomiye rekabet gücü kazandırılması, istihdamın geliştirilmesi ve işsizliğin önlenmesi, işgücü niteliğinin yükseltilmesi, gelir dağılımının iyileştirilmesi ve sosyal adaletin sağlanması, sosyal devlet anlayışının gereği olarak kamu hizmetlerinin geliştirilmesi, çalışma hayatının ekonomik ve sosyal gelişme hedeflerine uygun şekilde düzenlenmesi ve demokratikleşmesi, ülke demokrasisinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gibi temel sosyo-ekonomik amaçlar için sürekli ve kalıcı bir diyalog paltformu olarak, danışma organı niteliğinde ortak görüş ve tavsiyeler oluşturmak ve hükümet ile parlamentoya tavsiyelerde bulunmaktır.

C- Ülkemizde Milli ESK yasa tasarısı ile ilgili düşünceler
Bugün genişleme sürecindeki AB, tüm aday ülkelerde sivil toplum teşkilatlanmasını teşvik etmenin ötesinde, bu yapılanmanın "Örgütlü Sivil Toplum"a dönüşmesini bir kıstas olarak kabul etmektedir.
Ekonomik ve Sosyal Konsey'ler sözkonusu "örgütlenmenin" temel taşını teşkil etmektedir.
Diğer aday ülkeler ile tesis edilen Karma İstişare Komiteleri (KİK) Türkiye'den daha sonra kurulmuş olmasına rağmen, bugün hemen hemen tüm MDAÜ'lerde milli ESK'ların özerk bir şekilde kurulduğu, hatta Barcelona süreci dahilinde en son Lübnan'da olmak üzere, Fas, Tunus vb Akdeniz ülkelerinde dahi milli ESK'ların özerk bazda tesis edildiği görülmektedir. Keza Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu himayesinde, 1999 yılında Uluslararası ESK'lar Birliği kurulmuş, ancak milli ESK'ya sahip olmayan Türkiye bu teşkilatın kurucu üyeleri arasında yer alamamıştır.
Bu cihetle, 1995-2000 yılları arasında Başbakanlık Genelgeleri ile geçici olarak kurulan Ekonomik ve Sosyal Konsey'in (VII. Kalkınma Planında ve Hükümet Programında öngörüldüğü üzere) ivedilikle yasal ve kurumsal bir temele oturtulmasının, AB uyum çalışmalarımıza çok önemli katkıları olacağı düşünülmektedir.
Bu itibarla, bugünkü yasa çalışmalarının, AB ülkelerindeki genel standartlara uyumu ve Milli ESK'nın Avrupa ülkelerindeki benzer teşkilatlanmalar ile örtüşmesi gerektiği düşünülmektedir.
Ülkemizde konuya ilişkin çeşitli kesimlerce çok farklı yaklaşımlar içeren, çok sayıda kanun taslakları hazırlandığı bilinmektedir. Doğal olarak bu taslaklar, hazırlayıcı kesimlerin ESK beklentilerine göre değişik yaklaşımlar arzetmektedir.
Milli ESK'nın ülkemizin AB uyum sürecindeki önemine binaen, sözkonusu taslaklardaki en önemli üç kıstasın altını çizmekte yarar görüyoruz:

1. Temsili Grup (kesim) sayısı:
a. Roma Anlaşmasına dayanan klasik AB uygulamalarında ESK'ların; 1- İşveren Grubu, 2- İşçi/Ücretliler Grubu, 3- Diğer Çıkar Grupları olmak üzere, toplam üç kesimden oluştuğu bilinmektedir.
b. Ancak AB'de halen sürdürülmekte olan kurumsal yapılanma ve hükümetlerarası konferans sürecinde, bu yapının artık toplumsal gerçekleri yansıtmadığı bilhassa 3. Grup açısından kabul edilmektedir.
c. Örneğin klasik yapılanmayı yansıtan AB ESK (ECOSOC) toplam grup sayısını üçten 5 veya 6'ya çıkarmaya hazırlanırken, halen 18 Grup'dan müteşekkil Fransız ESK'sı da buna paralel olarak grup sayısını 5/6 civarına indirmeyi planlamaktadır.
d. Türkiye açısından da, faal nüfusun çok önemli bir kesimini temsil eden örneğin çiftçi ve esnaf-sanatkar kesimleri ile, sosyal anlamda önemli faaliyetleri bulunan ülke sathında etkin bazı sivil toplum örgütlerinin (vakıf, dernek, Ar/Ge kuruluşları vb.) bu yapılanma içinde münhasıran yer almaları önem arzetmektedir.

2. Hükümetin temsili:
a. Kanun taslakları hazırlıklarında bazı kurumların, Hükümeti ESK'nın bir Grubu olarak dahil etmeye yatkın oldukları gözlenmektedir.
b. Bu yaklaşım ESK'ların istişari işlevleri açısından çelişki arzetmektedir. Zira bu, bir yandan ESK'yı bir karar organına dönüştürmekte, öte yandan hükümetin kendi projelerine "istişari" görüş vermesi gibi bir çelişkiye yol açmaktadır.
c. Yunanistan ve Portekiz'in üyelik sonrasında kurdukları milli ESK'larda buna benzer hükümler benimsenmiş, ancak bilahare hükümetlerin ESK toplantılarına katılmakla birlikte karar ve oylamalardan imtina ettikleri müşahade edilmiştir.
d. Buna karşın Fransa'da, ESK'nın üzerinde çalıştığı raporlar görüşülürken, ilgili bakan veya üst düzey bürokratların oturumlara davet edilmeleri ve üyelerin olası sorularına cevap vermeleri geleneği yerleşmiştir.

3. Sekreterya ve finansman:
a. Yasayla kurulu özerk bir yapıyı haiz olmaları itibariyle, Milli ESK modellerinde bağımsız bir sekreterya ve buna bağlı bir iç tüzük öngörülmektedir,
b. Sekreterya işlevinin bazı taslaklarda görüldüğü üzere DPT veya bir başka bürokratik organ tarafından yürütülmesi AB standartlarında özerk bir ESK açısından çelişki arzetmektedir,
c. Keza finansman açısından da, tümüyle Hazine'ye dayalı bir mekanizma milli ESK'nın bağımsızlığı ile çelişmekte ve ayrıca kamu harcamaları açısından ilave bir külfet getirmektedir.
d. Bu amaçla milli ESK'nın sabit bir devlet katkısı yanı sıra, üye kurumların katkı paylarından ve diğer hizmet gelirlerinden oluşan karma bir bütçeye sahip olması tercih edilebilir.

SONUÇ
Güncel söylemde artık iyice yerleşen "Sivil Toplum Kuruluşları" kavramının ülkemizde yeni bir yapılanmaya gitmesi kaçınılmazdır. Sözkonusu yapılanmanın geleneksel dengeleri bozmasından endişe edildiğinden bunun sancılı geçme ihtimali de gözardı edilmemektedir.

Bugüne kadar Başbakanlık genelgeleriyle tesis edilen ESK anlayışının, ülke gerçeklerini ve küresel gelişmeleri yansıtmadığı görülmektedir. Herşeyden önce, böyle bir kurumun sürdürülebilir bir yapıya sahip olabilmesi için, toplanıp toplanmamasının hükümetlerin keyfi kararlarına bağlı olmaması, sadece hükümetler istediği zaman kendisine danışılan değil, ayni zamanda kendi gerek gördüğü zaman da hükümetlere görüş ve tavsiyelerini bildiren yasal bir dayanağı olması gereği gözardı edilmiş ve birbiri ardına yayınlanan genelgeler ile ömrü, hükümetlerin ömrü ile sınırlı konseyler kurmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu konseyler, gelişmiş ülkelerdeki konseylerin temel felsefesiyle çelişen bir biçimde, toplumun tüm kesimlerini değil, sadece mevcut siyasi iradenin tercihlerini kucaklayan, devlet ağırlıklı bir yapıya oturtulmuştur. Sonuç itibariyle, bu konseylere davet edilen "resmi" Sivil Toplum Örgütleri dahil, toplumun hiçbir kesimince tam anlamıyla kabul görmeyen ve dolayısıyla da çalıştırılamayan, varlıklarını ancak bir sonraki hükümetin yayımlayacağı genelegeye kadar sürdürebilen konseylerle, ülkemiz çok değerli bir zaman kaybına uğramıştır. Batı demokrasileri standartlarında bir milli ESK, sürekli ve kalıcı bir diaylog ortamı yaratacak ve çeşitli kesimlerin temsil edilmesiyle toplumsal uzlaşma için elverişli bir zemin oluşturacaktır. Böyle bir ESK, toplumsal kesimler arasında güven, diyalog ve işbirliğinin sağlanması, kalkınmanın hızlandırılması, demokrasinin geliştirilmesinde, toplumsal refahın artırılmasında ve sosyal barışın tesisinde temel itici gücü teşkil edecektir.

AHMET ECMEL YORGANCI: "FROM PRESSURE AND INTEREST GROUPS TO AN ORGANISED CIVIL SOCIETY"
Liberal trends of thought backed by the bourgeoisie that had been on the rise after the industrial revolution, have adopted the concept of civil society which created chances for autonomous movement apart from those within the political circles. Private life and the marketplace were the cores of this concept.
1- The civil society is composed of institutions organised at various levels. Not only do these institutions have economic functions, but they also contribute to the social integration process through religious, cultural and social activities.
2- Individuals belong to a non-governmental organisation on a voluntary basis. Or, being a member of an NGO cannot be based on any political or "natural" obligation.
3- The Civil Society is based on law. That it is independent of the state does not imply that it is deprived of a legal basis. Democratic principles, freedom of expression and private life constitute the essence of the civil society.
4- The Civil Society is a ground where citizens can find representation and where common will comes into being. The civil society in this regard is a " medium" combining the state and the individuals and it is accepted that, where the two are isolated, a democratic discourse will not be present.
5- The civil society sets some of replacement principle. Thanks to this principle, certain authorities held by the state power can be assigned to, upon approval by the state, the civil society.


MEDYATEXT
Elegans'a mail