ONUR ÖYMEN
T.C. NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi
Turkey's Permanent Ambassador at the NATO


Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği

Avrupa savunma ve güvenliği alanında TESEV tarafından düzenlenen konferansta NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Onur ÖYMEN, Türkiye'nin genel olarak AGSK olarak adlandırılan süreç içindeki rolünü ve tutumunu temel hatlarıyla ortaya koydu.

AB'nin savunma ve güvenlik alanında yeni bir boyut kazanması yönündeki girişimler aslında Avrupa'da bu yönde hissedilen bir boşluğun sonucu değildir. Öncelikle bu gerçeği açıkça belirtmek gerekir. Zira, NATO 50 yılı aşkın bir süredir Avrupanın savunmasında çok önemli bir görevi başarıyla yerine getirmiş, caydırıcı gücüyle Avrupa da barış ve istikrarın korunmasında ve bugün basitçe soğuk savaş sonrası ortam olarak adlandırdığımız, ancak yarattığı imkanlar ve açtığı ufuklar bakımından çığır açıcı nitelikteki değişimin gerçekleşmesinde birinci derecede etkili olmuştur. İttifak bu çerçevede Washington Antlaşması'nın 5. maddesinde öngörülen temel görevlerine ilaveten, 1999 yılında kabul ettiği stratejik konsept'le üstlendiği krizi önleme görevlerini de başarıyla yerine getirmiştir. NATO'nun Bosna-Hersek ve Kosova'ya yönelik faaliyetleri bunun en çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. İttifak bunun da ötesinde sözkonusu iki operasyondan edindiği dersler ışığında askeri ve siyasi yapılarını sürekli olarak geliştirmekte ve bu bağlamda gelecekte ortaya çıkabilecek tehditler bakımından da etkin bir güç ortaya koymaktadır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus, NATO'nun başarısının öncelikle Trans-atlantik işbirliğine ve bütün müttefik ülkeler arasındaki dayanışmaya bağlı olduğudur. Bir anlamda NATO'nun en büyük ve caydırıcı askeri gücü kendi içindeki dayanışma ve kollektif tepki anlayışıdır.
Avrupa güvenliği ve savunmasına ilişkin genel çerçeveyi bu şekilde çizdikten sonra, bugün karşı karşıya olduğumuz durumun arkasında yatan sebepleri biraz daha ayrıntılı olarak irdelemekte yarar görüyorum. Öteden beri, Avrupalı müttefiklerin "burden sharing" kavramı çerçevesinde Avrupa savunmasına daha fazla katkı yapmaları ortak bir hedef olarak dile getirilmektedir. Sözkonusu amaç, Avrupalı müttefiklerin yeteneklerini geliştirmelerini, savunmaya ayırdıkları kaynakları artırmalarını ve Trans-Atlantik bağının iki sacayağından birini teşkil eden Avrupa'nın kendi ayakları üzerinde durabilmesini öngörmektedir.
Burada ilginç olan bir nokta sözkonusu ihtiyacın soğuk savaş sonrasında giderek artan bir önem ve ağırlık kazanmış olmasıdır. Gerçekten de sözkonusu dönemde ortaya çıkan yeni tehditler kollektif güvenlik anlayışını öne çıkarmış ve teknolojik açıdan daha gelişmiş imkan ve yeteneklere olan ihtiyacı artırmış olmakla birlikte, bu dönemin "peace dividend" olarak da tanımlanan rahatlama ortamı, ülkelerin savunma bütçelerinde ciddi azalmalara yol açmıştır. Maalesef bu yöndeki eğilimler "Soğuk Savaş"ın yakıcı baskısını belki bir anlamda daha fazla hisseden Avrupa ülkelerinde ve kamuoylarında daha kuvvetli bir şekilde belirmiş ve bunun sonucunda da Atlantik'in iki yakası arasındaki askeri yetenekler arasındaki uçurum daha belirgin ve endişe verici bir boyuta ulaşmıştır.
Bu bağlamda gerek savunma yetenekleri girişimi olsun, gerek Avrupa ülkeleri arasında savunma sanayii alanında artan işbirliği olsun, tüm bu çabaların gerisinde Avrupa'nın güvenlik ve savunma alanındaki katkısının ekonomik ve siyasi ağırlığıyla daha uyumlu bir hale getirilmesi ve askeri açıdan daha etkin bir gücün yaratılması amacı yatmaktadır. Yalnız burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta, bizim de içtenlikle paylaştığımız bu hedefin Avrupalı müttefikleri bir bütün olarak değerlendirmesi ve İttifak'ın Avrupa bacağında yer alan bütün Avrupalı müttefikleri kapsamasıdır. Gerçekten de sorun çıkışı itibariyle ayırımcı ve dışlayıcı değil tam aksine toparlayıcı ve işbirliğine dayanan yaklaşımları şart koşmaktadır.
Bu noktada, Avrupa Birliği'nin, önce Maastricht, sonra Amsterdam Zirveleri'nde ortaya çıkan ve 1998 Aralık ayında St. Malo'da gerçekleştirilen İngiltere-Fransa zirvesinde somut bir çerçevede gündeme getirilen yeni bir savunma ve güvenlik kimliği kazanma projesi, Avrupa güvenliği ile ilgili çalışma ve yaklaşımlara yeni bir boyut kazandırmıştır. Burada, Avrupa Birliği'nin hareket noktasının Avrupa güvenliğinde hissedilen bir boşluğu doldurmak değil, daha ziyade örgütü uluslararası planda daha etkili hale getirmek için bir savunma boyutu kazanmak olduğu anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, gerek "European pillar" yaklaşımını destekleyen, gerekse yakın bir gelecekte AB'ye üye olma hedefini taşıyan Türkiye açısından bu gelişmenin olumlu bir ilerleme teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Zira, askeri açıdan sağlanabilecek etkinliğin ve verimliliğin yanısıra, Türkiye, siyasi açıdan da düşünüldüğünde, zayıf bir Avrupa Birliği'ne girmektense, kuvvetli bir birliğe girmeyi tabiatiyle tercih etmektedir ve bu itibarla AB'nin ortak güvenlik ve savunma politikası projesini başından beri desteklemektedir.
Ancak burada bizim açımızdan iki önemli mesele bulunmaktadır. Birincisi, AB'nin bu girişiminin NATO'nun ve Trans-Atlantik bağının etkinliğini azaltmaması, NATO'nun caydırıcılığını aşındırmaması gerekmektedir. Türkiye'nin bu projeye yaklaşımındaki en temel unsur, AB'nin öngördüğü savunma ve güvenlik boyutunun, bu alanda 50 yılı aşkın bir süredir başarıyla görev ifa etmiş bulunan İttifak'ın bu konudaki çabalarını desteklemesi ve lüzumsuz duplikasyonlar yerine asıl ihtiyaç duyulan alanlarda eşgüdüm ve işbirliği içerisinde bir yaklaşım sergilemesi şartıdır. Gerçekten de eğer asıl ve olması gereken amaç, Avrupa güvenliğinin güçlendirilmesi ve soğuk savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni koşullar ışığında etkinliği artıracak önlemlerin alınması ise, bunun kurumlar arasında gereksiz rekabet ve sürtüşmeler yaratmak yerine, mevcut tecrübelerden yararlanılması ve azami işbirliğine gidilmesi suretiyle elde edileceği açıktır.
İkinci husus, AB öncülüğündeki operasyonların ve/veya diğer faaliyetlerin hiçbir müttefiğin güvenliğini olumsuz yönde etkilememesi gerektiğidir. Burada istenen, bugüne kadar Avrupa güvenliğinin kilit unsurlarından biri olan ittifak dayanışmasının muhafaza edilmesi, çağımızın halen en hassas konularından birini teşkil eden güvenlik konusunda gerekli şeffaflığın ve tabiatiyle bunun gerektirdiği kurumsal yapıların oluşturulması ve Avrupa'nın bugün karşı karşıya kaldığı tehditlerin kaynakları ve coğrafi boyutları ışığında gerçekçiliğin elden bırakılmamasıdır.
Türkiye bu düşüncelerden hareketle NATO ile AB arasındaki işbirliğine nasıl bir yapı kazandırılması gerektiği konusundaki görüşlerini St. Malo'dan bu yana tutarlı ve istikrarlı bir şekilde açıklamıştır. Bize göre, en basit şekliyle, Türkiye gibi NATO üyesi olan ancak henüz AB üyesi olmayan Avrupalı ülkelerin AB'nin bu yeni girişimine aktif biçimde katılmaları gerekmektedir. Aslında bu hedefe ulaşılması o kadar da zor değildir. Zira, bunun ne şekilde gerçekleşeceği konusu 1999 Nisan ayında Washington'da gerçekleştirilen NATO zirvesinde etraflıca görüşülmüş ve sonunda bir mutabakata varılmıştır.
Gerek Zirve bildirisinde, gerek stratejik konseptte varılan mutabakata göre, NATO-AB ilişkileri NATO ile BAB arasındaki mevcut mekanizmalar üzerine bina edilecektir. İttifak'ın devlet ve hükümet başkanları düzeyinde verdiği yönergenin en temel unsurunu bu kavram oluşturmaktadır. Peki bu temel tam olarak neyi içermektedir ? NATO ile BAB arasında vaktiyle uzun müzakerelerden sonra üzerinde uzlaşılan bu mekanizmalara göre, NATO imkanlarının BAB öncülüğündeki operasyonlarda kullanılması halinde, bütün Avrupalı müttefikler sözkonusu harekata başından itibaren eşit haklarla katılma hakkına sahip olmaktadır. İşte, Washington Zirvesi de NATO-AB ilişkilerinin bu temel üzerine bina edilmesini öngörmektedir.
Diğer taraftan, bir çok çevrede AB'nin BAB'a nazaran farklılıklar taşıdığı ve BAB'ın da zaten ömrünü tamamlamakta olduğu, bu itibarla da BAB örneğinin temel alınamayacağı yönünde görüşlerle karşılaşılmaktadır. Bu görüşlerin ilk kısmında belirli bir haklılık payı vardır, ancak buna dayanılarak yapılan varsayımı kabul etmek mümkün değildir. Burada, gerçekleri beklentilerimiz doğrusunda saptırmamamız ve tutarlı olmamız gerekmektedir. Zira Washington Zirvesi bildirisi "bina etme" kavramıyla bizlere gerekli esnekliği ve dinamizmi zaten sağlamış bulunmaktadır. Bu çerçevede, NATO-AB ilişkilerinin NATO-BAB arasındaki anlayış üzerine bina edileceği ilkesi, bu düzenlemelerin kelime kelime aynı olmasını değil, ancak NATO-BAB mekanizmalarının gerisine düşülmemesi gerektiğini ifade etmektedir.
Devlet ve hükümet başkanlarımızın bu yöndeki ortak ve açık iradesi hiçbir kuşkuya mahal bırakmamaktadır. Oysa, AB'nin Köln ve Helsinki Zirveler'inde benimsediği yaklaşım ve son olarak Feira'da tesbit ettiği esasların bu anlayışın gerisine gittiğini görüyoruz. İşte Türkiye bu itibarla AB Zirveleri'nin maalesef tatminkar sonuçlar doğurmadığını ve bunların iyileştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Üstelik Washington Zirvesi kararlarının altında hem NATO hem AB üyesi olan 11 ülke devlet ve hükümet başkanının imzası da vardır.
Bu konuda son olarak Fransa dönem başkanlığı katılım ve NATO-AB ilişkilerini içeren kağıtlar hazırlamıştır. Bu belgelerde Feira'ya nazaran bazı olumlu ilerlemeler görülmektedir. Ancak, bir bütün olarak bakıldığında, halen Washington Zirvesi'nin koyduğu çıtanın gerisinde kalınmaktadır. Zira bu kağıtlarla getirilen düzenlemeler esas itibariyle, hem NATO ile AB, hem de Avrupa Birliği'yle AB üyesi olmayan NATO müttefikleri arasındaki düzenli istişarelerin yoğunlaştırılmasını, temasların artırılmasını ve irtibatın güçlendirilmesine ilişkin hususlar içermekte, ancak bu 6 ülkenin AB kararlarına yön verme ve kendileriyle ilgili konularda söz sahibi olmaları konusunda önemli bir ilerleme içermemektedir. Meselenin can alıcı yönü budur.
Konunun bizim açımızdan özünü teşkil eden katılım hususunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, iki örgüt arasında yapılacak işbirliğinin ne şekilde cereyan etmesi gerektiğine ilişkin görüşlerimizi de kısaca ifade etmek isterim. NATO ile AB arasında gerçekleştirilmesi öngörülen işbirliğinin en görünür ve somut veçhelerinden birisini NATO'nun Avrupa Birliği'ne kendi imkan ve kabiliyetlerini tahsis etmesi konusu oluşturmaktadır. Bu konuda da keza Washington Zirvesi kararları bize yol göstermektedir. Buna göre, NATO'nun bir bütün olarak müdahele etmeme kararı aldığı ve bunu takiben AB öncülüğünde gerçekleştirilmesi kararlaştırılan bir kriz önleme operasyonunda AB'nin NATO imkan ve kabiliyetlerine ulaşımı her defasında Konsey'de oybirliğiyle alınacak karara bağlı olacaktır.
Yukarıda saydığım genel prensipler ışığında NATO'nun kabul ettiği bu ilkenin AB üyesi olmayan müttefikler için bir bakıma önemli bir güvence teşkil ettiği açıkça görülmektedir.
Bununla birlikte operasyonel planlama gibi işbirliğinin belkemiğini oluşturacak alanlarda her defasında ayrı karar alınması gerekliliğinin pratik açıdan güç olduğu da bilinmektedir. İşte içinde bulunduğumuz dönemde bu konu üzerinde yoğun bir şekilde çalışılmakta olup, Türkiye bu çerçevede de yapıcı ve esnek bir yaklaşım sergilemektedir. Türkiye için asıl konu, daha önce de belirttiğim gibi, NATO'nun imkan ve kabiliyetlerinin kullanılacağı AB öncülüğündeki operasyonların ülkemizin güvenlik çıkarlarını olumsuz yönde etkilememesidir. Bunun için yeterli ve açık güvencelere sahip olmamız gereği vazgeçemeyeceğimiz temel bir şart teşkil etmektedir.
Önümüzdeki yıllarda Avrupa'nın karşılaşacağı muhtemel krizlerin Türkiye'nin civarındaki bölgede ortaya çıkacağının uzmanlarca da kabul edilen bir gerçek olduğu dikkate alındığında, AB önderliğindeki kriz önleme operasyonlarının şu veya bu şekilde Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarını etkileme ihtimalinin hiç de az olmadığı ve Türkiye'nin bu konudaki endişe ve beklentilerinin ne kadar gerçekçi olduğu açıkça görülmektedir. Bu itibarla, AB'nin müdahele etmesinin sözkonusu olacağı durumlarda Türkiye'nin söz sahibi olma isteği doğal karşılanmalıdır.
Bu bağlamda AB çevreleri tarafından bu konudaki isteklerimizin AB'nin yapısından kaynaklanan yasal güçlükler nedeniyle imkansız olduğu ifade edilmektedir. Öncelikle müttefiklerin güvenlik çıkarlarının AB'nin yapısal özellikleri veya hukuki yapısından daha az önemli olmadığı düşünülmektedir.
Bu alandaki yapılar ve kanunlar Avrupa'nın güvenliğini pekiştirmeye yönelik olmalıdır, zayıflatmaya değil. Kaldı ki, Türkiye'nin talepleri AB'nin hukuki yapısıyla da çelişmemektedir. Gerçekten de, AB üyesi olmayan ülkelere AB öncülüğündeki operasyonların günlük yönetiminde tam ve eşit haklar sağlayabilen Avrupa Birliği'nin, bu alandaki düzenlemeleri daha geniş tutmaması için hukuki bir sebep görülememektedir.
Başta Türkiye olmak üzere AB'ne henüz üye olmamış Avrupalı müttefiklerin askeri alandaki gücü sanılandan çok fazladır. Şöyle kaba bir karşılaştırma yapıldığında, bu 6 ülkenin askeri gücünün 1 milyonun üstünde olduğu ve 15 AB üyesinin toplam askeri gücünün yarısını aştığı görülmektedir. Keza sözkonusu 6 ülkenin elindeki tank sayısı 7000'den fazla olup, AB üyelerinin toplam tank sayısından sadece 1000 adet eksiktir.
Önemli diğer askeri malzeme ve teçhizata ilişkin mukayese yapıldığında da 6 ülkenin gücünün 15 AB üyesinin toplamının yarısı ile üçte biri arasında değiştiği görülmektedir. Ayrıca, AB temel hedefinin oluşturulmasında ihtiyaç duyulan veya eksikliği hissedilen çeşitli yetenek kategorilerinde de sözkonusu 6 ülkenin ciddi bir birikime ve potansiyele sahip olduğunu da belirtmek isterim. Bu gücün ihmali mümkün olmadığı kadar gerçekçi de değildir.
Bu bağlamda, geçenlerde Brüksel'de yapılan Avrupa Birliği Yetenek Taahhüt Konferansı'nda Avrupa Birliği'nin savunma ve güvenlik politikasının çekirdeğini oluşturacak 60.000 kişilik temel hedef gücünün 15 üye ülke tarafından nasıl paylaşılacağı belirlendi. Ancak, sözkonusu kuvvetin bir yıl içinde en az üç rotasyona tabi tutulması gerektiği dikkate alındığında gerçekte ihtiyaç duyulan gücün 180.000 civarında olduğu görülmektedir. Bu bakımdan da, AB üyesi olmayan 6 NATO ülkesinin yukarıda belirttiğim imkan ve yeteneklerinin önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Sözkonusu yetenek taahhüt konferansının ikinci gününde AB üyesi olamayan 6 Avrupalı müttefik ülke ile yapılan toplantı da bu hususu teyid etmiştir. Bu bağlamda Türkiye daha önceden vaad ettiği bir tugay seviyesindeki gücü, gerekli hava ve deniz unsurlarıyla destekli olmak kaydıyla, AB öncülüğündeki operasyonlara tahsis edebileceğini bildirmiş, Türkiye'nin konumundaki diğer müttefikler de benzer katkılarda bulunabileceklerini açıklamışlardır.
Bu noktada kısaca değinmek istediğim bir başka konu da temel hedefi oluşturacak kuvvetlerin nereden karşılanacağıdır. AB üyesi ülkelerin bu gücü oluşturacakları yeni birliklerle değil, bir kısmı NATO'ya tahsisli, bir kısmı ulusal komuta altındaki kuvvetlerine yeni AB görevleri vermek suretiyle karşılamayı öngördüğü görülmektedir. Esasen bu temel hedefe katkıda bulunacak diğer müttefikler için de geçerlidir. İşte burada, bunun NATO'ya nasıl bir etki yapabileceği konusu öne çıkmaktadır. Türkiye, müttefiklerin NATO'ya tahsisli güçlerinin başka örgütlere taahhüt edilmesinin, tabiatiyle sözkonusu ülkelerin uhdesinde bir husus olduğunu kabul etmektedir. Ancak, NATO'nun kendi görevleri için gerekli görerek oluşturduğu ve her zaman için "available" olduğu faraziyesinden hareket ettiği kuvvet yapısının unsurlarının başka bir örgüt tarafından kullanımı bu anlamda NATO imkan ve kabiliyetlerinin kullanılması şeklinde yorumlanmalıdır. Bugün için Kosova ve Bosna'da geniş kuvvet taahhütü gerektiren iki ayrı operasyonu başarıyla sürdürmekte olan NATO'nun, potansiyel tehditlere karşı etkin ve esnek müdahele gücünü koruması gereği dikkate alındığında, bu husus daha açıklıkla ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak gelinen aşamada, mesele Türkiye ve diğer 5 müttefiğin girişimlerinin ve beklentilerinin AB tarafından ne ölçüde değerlendirileceği ve hayata geçirileceği noktasında düğümlenmektedir. Katılım konusunda AB'nin izleyeceği tutum ve Nice Zirvesi kararları önümüzdeki sürecin geleceği üzerinde önemli bir etki yapacaktır. Türkiye bu süreç içinde de yapıcı, iyi niyetli, ancak temel hak ve çıkarlarını koruyan bir yaklaşım içinde olmaya devam edecektir. 2- AB'ye üye olmamış Avrupalı müttefiklerin askeri alandaki gücü çok fazladır

ONUR ÖYMEN: "THE EUROPEAN SECURITY AND DEFENSE IDENTITY"

Europe's common aim to contribute more to Europe's defense within the framework of "burden sharing" has been under discussion for some time.
This aim requires Europeans to develop their abilities and to increase the resources they assign to defence so that Europe can stand on its own feet.
The project to acquire a new defense and security identity became a concrete item on the agenda of the St. Malo summit in December 1999.
This can be considered a positive development for Turkey. Apart from the military efficiency and productivity it stands to gain, Turkey naturally prefers to join a politically stronger union.
Still, there are two important problems. Firstly, it is essential that this enterprise does not subtract from NATO's importance and secondly, that it does not have a negative effect on the security of any ally.
It is essential for us that European NATO members that are not yet EU members participate actively in this new enterprise.
If we take into consideration the experts' opinion that a possible future crisis in Europe will originate from a region near Turkey, Turkey's economic, political and military interests would obviously suffer from it. Therefore, Turkey naturally demands to have a say in any European intervention.
At this point, the problem lies in how the EU will evaluate and bring to life the initiatives and the expectations of Turkey and the other five allies.
In the meanwhile, Turkey will continue its constructive attitude, while watching over its own basic rights and interests at the same time.

# # # # # # # #