ALİ MİDİLLİLİ
Genç Yönetici ve İşadamları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
Chairman of the Young Managers and Businessmen Association


Değişimin Önlenemez Yükselişi

Bu yazımda Türkiye'nin toplumsal krizlerden çıkış yolunun, rakamsal olmayan bir boyutunu; STK'ların değişim ve dönüşüm sürecindeki katkılarını değerlendirmeye çalışıp, bir takım çözüm önerilerimi sizlerle paylaşacağım.

En başarılı değişim çabaları bireylerin ve sivil toplum kuruluşlarının, özellikle krizlerle dolu olan bir dönemde, dönüşüm programı başlatmak için uygun fırsatları yakalayıp, güçlü bir işbirliği içinde uygulamaya geçmek istemeleri ile olacaktır. Değişim, tanımı gereği, yeni bir sistem yaratmayı gerektirir ve buna bağlı olarak da bu sistem yeni liderlere ihtiyaç duyar. Bu liderler bizlerin klasik tarzda tanımladığı liderler değillerdir. Bunlar toplumun çeşitli kademelerinde kendi alanlarında veya verdikleri uğraşlarda değişimin gerekliliğini gören ve bunun içinde örgütlenme bilincinde olan bireylerdir. Bu bireyler diğer bir deyişle değişim şampiyonlarıdır. Statükocu yaklaşımları yoktur, kendilerine olan öz güvenleri yüksektir ve bir ivedilik duygusu içinde çalışırlar. Diğer önemli özellikleri ise yeni bir sistematik oluştururken ortak akıl oluşturmak ve asgari müşterekler üzerinde mutabakat sağlamak konularında yoğun çabaları vardır. Zaman zaman ise varolan sistem çalışmadığı için, bu liderler genellikle "resmi" sınırların, beklentilerin ve protokollerin dışında kalan çabaların içine girmeleri gerekir.

Türkiye'de değişimin lokomotifi sivil toplum kuruluşları olmalıdır. STK'ların temsil ettiği 3. sektörde oluşacak ivedilik duygusu, toplumsal değişim hareketinin başlangıç noktası olacaktır. Krizlerle beraber gelen fırsatları tanımlamak tartışmak için en iyi platform STK'lardır. Çünkü değişim çabasını yönetebilecek güçte bir platform oluşturmak gerekmektedir. Bireyler, kendi çabalarını ve fikirlerini grup/takımlar şeklinde örgütlenerek daha verimli değerlendirebilirler. Tabi bu değişim süreci içinde bir vizyonun yaratılmış olması gerekmektedir. Türkiye'nin son 14 senedeki en büyük eksiği kendine uzun vade bir hedef koyamamış olmasıdır. Diğer bir deyişle, bir vizyonu gerçekleştirmek için önce bir hedef (amaç) konulmalı ve bu hedefe ulaşabilmek için stratejiler oluşturulmalı ve araçlar tanımlanmalıdır. Maalesef geçtiğimiz 14 sene boyunca Türkiye'nin küresel bir pazardaki siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmeler karşısında gösterdiği tepkiler yüzeysellikden öteye gidememiştir.

2000 senesi içinde Türkiye tarihi bir fırsat yakalamıştır. Bu fırsat Türkiye'yi 21.yüzyılda layık olduğu konuma taşıyacak bir gelişmedir. AB ile tam üyelik sürecinin Ulusal Program'ın imzalanması ile başlaması, ulus olarak sahip çıkılması gereken ve sorumluluğunun siyasi otoriteye devredilemeyeceği bir fırsat olduğu açıktır. Ayrıca, bu fırsatın kendiliğinden gerçeğe dönüşeceği bir süreç olmadığıda açıktır. İnsanların daha iyi bir yaşama ilişkin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel özlemlerinin kendiliğinden olamayacağının da bilincinde olmamız gerekir. Dolayısı ile kolay ve yüzeysel yaklaşımların yerlerini, bilgi ile beslenmiş bilinçli bir yaklaşım sistematiğine dönüşmesi gerekir. Burada STK'lara ivedi ve önemli bir görev düşmektedir. AB'nin Helsinki ve Kopenhag zirvelerinde almış olduğu kararlar doğrultusunda oluşturulan kriterler, Türkiye'nin 21.yüzyyldaki vizyonunu oluşturmalıdır.

Bu vizyonu toplumun her kademesine iletmek ise STK'ların üstleneceği bir misyon olmalıdır. STK'lar gerek saygınlık gerek imaj olarak bu rolü rahatlıkla üstlenebilirler, ve yeni değer ve davranışları kamuoyuna etkin bir şekilde iletebilirler. Bu vizyonun gerçekleşmesinin önünde engeller olacağıda kesindir. Vizyonun gerçekleşmesine önemli ölçüde zarar veren sistem ve yapıları değiştirmek, geleneksel olmayan fikir, girişim,değer, davranış şekli ve eylemleri cesaretlendirme görevi yine STK'lara düşmektedir. Demokratikleşme, insan hakları, hukukun üstünlüğü, piyasa ekonomisi, küresel pazarda rekabet, etik değerler ve kurumsallaşma gibi olmazsa olmaz öğelere sahip çıkmak ve bu uyum sürecinin zorlama ile değil, bilgilendirme ve mutabakat sağlama ile yapma görevi STK'lara da düşmektedir.

STK'lar bu vizyon doğrultusunda kısa vadeli kazanımları planlamak ve oluşturmak zorundadırlar. Bunu gerçekleştirirken de STK'ların kendi bünyelerini ve konumlarını güçlendirmeleri gerekir. Maalesef 1970'li yıllarda STK örgütlenmeleri siyasi tıkanıklıkların içine çekilmiş ve siyasi otoritenin de şüpheci yaklaşımına maruz kalmıştır. Bugünkü Dernekler Kanunu'nun dan görülebileceği gibi STK'ların örgütlenmeleri ve yapılanmaları şüphe ile kabul görmektedir. 1980 darbesinden sonra STK'lar tasfiye edilmiş veya sindirilmiştir. 1990'lı yıllardan itibaren tekrar ivme kazanan STK'lar, Ağustos 1999 deprem felaketi süreci ile saygınlıklarını yapmış oldukları etkinlikleri ile kazanmışlardır. Kamuoyu gözünde değeri yükselen ve yapmış oldukları çalışmalar ile Türkiye'nin geleceğinde üstlenebilecekleri sorumlulukların altından başarı ile kalkabilecekleri mesajını vermiş olan STK'lara önümüzdeki senelerde çok daha fazla görevler düşmektedir. Marmara deprem felaketi, Türk toplumunun siyasi otorite ve kamu yönetimine olan güveninin asgariye indiği tarihi bir dönüm noktası olmuştur.

AB tam üyeliğine aday olabilmek için, geniş kapsamlı olarak belirlenmiş olan 31 kritere uyum sağlamamız gerekmektedir. Bu uyumun sadece kanun değişiklikleri ile olması mümkün değildir. Türk toplumunu oluşturan tüm bireylerin düşünce ve değer sistematiği yeniden yapılanmalıdır. Bunun için eğitim Türkiye'nin bir numaralı kalkınma stratejisi olmalıdır. Eğer bizler AB'ye tam üye olmak için tüm koşulları, eğitimin geri planda olacağı bir platformda getirebileceğimizi düşünüyorsak, daha şimdiden başarısızlığa mahkum olduk demektir. Ülkenin çatısında reformlar yaparken Türkiye'nin genç nufüslu tabanını da düşünmek gerekmektedir. Bir değişim sürecinin başarı ile sonuçlanması için, hem yukarıdan aşağı, hem de aşağıdan yukarı bilgilendirmeyi sağlamamız gerekmektedir. Türkiye nüfusunun %50 gibi bir oranının 30 yaş altı olduğu göz önüne alındığında, ve Türkiye'nin geleceğini de bu genç nufüsa devredeceğimiz varsayımında bulunursak, toplumun her kesimi ciddi şekilde eğitime ehemmiyet vermesi gerekir. Bu toplumsal sorumluluğu üstlenmiş en başarılı kurumlardan biri hiç şüphesiz Türkiye Eğitim Gönülleri Vakfı, yani TEGEV'dir. Türkiye'nin TEGEV gibi çalışacak, ve eğitim misyonunu kamuoyunun gündeminden hiç düşürmeyecek kurumlara ihtiyacı vardır ve her zamanda olacaktır. AB vizyonuna uymayan sistem, yapı ve politikaları değiştirmek için STK'lar artan saygınlıklarını kullanmak ve kendilerini güçlendirecek ve bu vizyonun gerçekleşmesinde rol oynayacak liderlik vasfı taşıyan kişileri bulmak, geliştirmek ve kamuoyunun gündemine taşımak zorundadırlar. Değişim süreci projeler, yeni fikir platformları, ve değişim araçları ile zenginleştirilmeli ve kurumsallaşmaya giden bu süreçde fikir liderliğinin gelişimini ve sürekliliğini STK'lar geliştirmelidirler. Ancak bu şekilde yeni davranışlar, değerler ve eylemler saygınlık ve kalıcılık kazanabileceklerdir. Bu anlamda özel sektör içinden doğan STK'lara önemli misyonlar düşmektedir. Genç Yönetici ve İşadamları Derneği (GİİAD), Türkiye Genç İşadamları Derneği Vakfı (TÜGİK), Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) gibi STK'lara önemli görevler düşmektedir. Özel sektörden gelecek genç lider adaylarının bu tip dernekler ve vakıflar aracılığı ile kendilerini değişim sürecindeki rollerine ve sorumluluklarına hazırlamaları gerekmektedir.

Tüm bu süreç boyunca yapılabilecek en büyük hata değişimle beraber gelen yeni değerlerin toplum içinde kök salmasını sağlayamamaktır. Eğer yeni davranışlar, toplumsal normlarda ve ortak değerlerde kök salmamışsa, değişim yönündeki krizlerin yarattığı baskı azalır azalmaz değer kaybına uğrayacaktır. Değişimi toplumda kurumsallaştırmak açısından iki etken çok önemlidir. İlk etken, insanlara yeni yaklaşım, tavır ve davranışların daha iyi bir konuma gelmeleri için nasıl yardımcı olacağını göstermek şeklindeki bilinçli girişimdir. Bunun en güzel örneği de TEDMER adı altında kurulmuş olan Türkiye Etik Değerler Merkezi Vakfı'dır. Ancak şeffaf olan, sorumluluk aldığı zaman hesap verilirliğin bilincinde olan, saygınlık ve eşitlik ilkeleri ile düşünen bir toplum böyle bir hatayı bertaraf edebilir. Gerek özel sektör, gerek kamu sektörü, gerek STK sektörü gerekse siyaset, ortak değer yargıları ve davranış biçimleri konusunda toplumca bir fikir birliğine varmamız gerekir. Oluşacak bu ortak akıl, Türk toplumunun kültürel dokusuna ters düşmeyecek, aynı zamanda da evrensel normları yansıtacak bir çerçeve içinde oluşturulmalı ve toplumun her kesiti tarafından kabul görmelidir. Her birey Türkiye'nin gelişmesi için üstüne düşen sorumluluğun bilincinde olmalı ve bu konuda hesap verme gerekliliğini düşünerek hareket etmelidir. Değişim sürecindeki hatadaki ikinci etken, tüm sektörlerde ve siyasette üst yönetimi devralacak yeni yaklaşımın temsilcilerinin yeni konumlarında yeterince desteklenmelerini sağlamaktır. Siyasetteki değişimin öncüleri olacak fikir liderleri çeşitli fikir/görüş platformlarında örgütlenmektedirler. Bunun en başarılı örnekleri Mavi Güç Platformu, Arı Hareketi, Güçlü Türkiye ve İstanbul Platformu'dur. Bu platformlarda oluşan ve oluşacak olan siyasi düşünce kadroları Türkiye'yi yolsuzluklar içinde tıkanmış olan siyaset çıkmazını aşmasında önemli roller üstlenebilirler. Artık Türkiye, yeni siyasi kadroları üretmeli ve değişimin önünde bulunan en büyük engeli, siyaset sistemini değiştirebilmelidir. Bence bunun zamanı gelmiştir. Türkiye kendini 21.yüzyılda laik ile temsil edecek ve değişimi kurumsallaştıracak yeni kadroları ön plana çıkarmak ve desteklemek zorundadır. Burada Türk medyasına da çok önemli görevler düşmektedir. Türk medyası maalesef devlet, özel sektör çıkar ve patronaj ilişkisinde yaşamını sürdürdüğü ve son 10 senedir bir kartel yapısına doğru gittiği için, üstüne düşen ve var olma sebebi olan asli görevini yerine getirememiştir. Tarafsız habercilik ve araştırmacı yorumculuk özelliklerini kaybetmiştir. Patronlarının çıkarlarına hizmet etmek amacı ile "gazeteci" sıfatı taşıyan ve hiçbir mesleki ilke ve etik değere sahip olmayan kişiler tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Böyle bir sistemik içinde, rekabete kapalı bir yaşam mücadelesi veren Türk medyası, bu değişim sürecindeki görevini üstlenememiş ve kendi çıkarlarına fayda getirmeyecek STK'ların seslerinin kamuoyuna taşınması görevini yerine getirmemiştir. Tüm bunlara rağmen, medyanın süratle kendini yeniden yapılandıracağı ve önümüzdeki senelerde çok daha girişimci, yönlendirici ve destek verici bir sorumluluk bilincine sahip olacağı kanaatindeyim. Bunun yolunun da medyada çok sesliliğin oluşması, statükocu ve ilkesiz üst yönetim kadrolarının da süratle tasfiye edilmesinden geçeceği görüşündeyim.

AB vizyonu doğrultusunda değişim sürecinin sekiz önemli adımını sizlerle paylaştım. Burada STK'lara düşen görevin ehemmiyetini ve ortak etik değerlerin bir an evvel tekrar oluşmasındaki öneminin altını çizmeye çalıştım. Düşebileceğimiz en büyük hatanın da değişimin kurumsallaşmayıp, toplum kültüründe kök salmasını sağlayamamak olacağını izah etmeye çalıştım. Turgut ÖZAL'ın 80'li senelerin ortalarında yok ettiği ve yanlış yönlendirmeleri sonucunda yarattığı toplumsal değerlerimizi acilen gözden geçirmemiz gerekmektedir. Özalizm Türkiye'deki tutarlı ahlak sistemini çökertmiştir. Kırdaki feodal ahlak sisteminden, kentlerdeki zamana ve ortak iş yapmaya dayalı endüstriyel ahlak sistemine geçiş döneminde, ÖZAL paranın en yüce değer olduğunu savunmuş, benim memurum işini bilir örneğinde olduğu gibi devlet çarkındaki yozlaşmayı ve rüşveti, bir anlamda meşru kılmıştır.

Devletle iç içe olan ve bu alışverişinde para kazanan özel sektörde, aynı değer yargıları çerçevesinde son 18 senedir Türkiye'yi sömürmüştür. Ne şekilde kazanırsan kazan, bu ahlaklılıkdır ve Türkiye buna muhtaçtır anlayışını maalesef büyük bir başarıyla yerleştirmiştir. Bugünkü banka skandalları, hayali ihracat vakaları, gümrük yolsuzlukları, ihalelerdeki fesatlar, enerji, ulaştırma ve savunma sektörlerindeki ihalelerde yok olan milyarlarca dolar, ÖZAL'ın başlattığı ve DEMİREL, ÇİLLER, YILMAZ, ERBAKAN gibi siyasilerin muhafaza etmeye çalıştıkları ahlak erozyonu sistematiğinin doğal ürünleridir.

Denetimsiz, anayasayı delerek ve bütün ahlak anlayışını altüst ederek sermaye birikiminin olamayacağı 21. yüzyılda artık netleşmiştir. Gerek Dünya Bankası, gerek Uluslararası Para Fonu, gerek ABD ve gerek AB bütün dünyada yozlaşmaya, rüşvete ve her türlü mafya/devlet ilişkilerine karşı bir savaş açmıştır. Küresel sermayenin yeni kriterleri şeffaflık, hesap verilebilirlik, eşitlik, hukunun tecellisi, çevre ve insan faktörleri üzerine odaklanmaya başlamıştır.

Yolsuzluğun toplumun her kesimine nüfuz etmiş olduğu Türkiye, halkını ancak tekrar eğiterek ve doğru şekilde bilgilendirerek, AB tam üyeliğine aday olma konumuna gelebilir.

Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, Türkiye için çok önemli ikinci bir karar arifesindeyiz. Lütfen hepimiz üstümüze düşen bu tarihi sorumluluğun bilincinde olalım ve Türkiye'deki siyasi sistemi ve etik değerleri yeniden yapılandıralım.



ALİ MİDİLLİLİ: "THE UNPREVENTABLE RISE OF CHANGE"
Nongovernmental organizations (NGOs) play a significant role in overcoming the social crisis in Turkey through their contribution to the process of change and transformation. Change, by definition, requires the creation of a new system with new leaders who can best be found in NGOs. People who are organized under NGOs do not support the status quo, have self-confidence and a sense of urgency; they work to reach a consensus on a common denominator. NGOs must be the locomotive of change in Turkey and form the best platform to define the opportunities created by the crisis.

Turkey's biggest weakness during the past 14 years has been the lack of a vision. Any process of change requires a vision with predefined objectives, strategies and tools. Unfortunately, Turkey has been exhibiting only superficial reactions against the political, economic and social developments in the global market.

Turkey is faced with a historical opportunity as a result of its EU membership process. The criteria adopted by the EU in its Helsinki and Copenhagen Summits should form Turkey's vision for the 21st century. All of the members of society should adopt these comprehensive criteria, change their thought and value systems and see education as Turkey's top developmental strategy. The significance of education is underlined by the fact that about 50% of Turkey's population is under the age of 30.

The mission of NGOs should be to communicate this vision to all members of society. NGOs should change the systems, policies and structures that damage this vision and should encourage non-conventional ideas, initiatives and actions. They should also support sine qua non criteria such as democratization, human rights, rule of law, market economy, competition, ethical values and institutionalization. Although the activities of NGOs have been hampered in the 1970s and 1980s due to political reasons, NGOs have proven their contributions to Turkey especially after the 1999 earthquake. NGOs will play an increasingly important role in Turkey in the near future.

In order to ensure the permanence of change, new social values should have their roots in society. There should be a conscious effort to tell individuals how these new approaches, attitudes and behaviors will carry them to a better position in a transparent, accountable and egalitarian society. It is also vital to support the representatives of this new approach who want to work in administrative positions in various sectors and in politics. The Turkish political system should be changed in order to ensure that it creates new politicians.



# # # # # # # #