Doç. Dr. SAMİ SELÇUK
T.C. Yargıtay Başkanı
President of the Turkish Supreme Court of Appeals


Evrensel Gerçek:
Küreselleşme ve Değişim


T.C. Yargıtay Başkanı Sami SELÇUK, 2001-2002 Adli Yıl açılış konuşmasında evrensel ve toplumsal gerçekler, toplumun beklentilerinden bahsederken, geleceğin hukukçularına da değerli öğütler verdi.

Bilindiği üzere organik hız, mekanik hız dönemleri bitmiştir. Dijital ışık hızı dönemini, devrimini yaşıyoruz. Çağın yüreği dijital ışık hızı devrimin dayattığı iki olguda atıyor: Küreselleşme ve değişim. Merkeze oturan pahalı bilgi teknolojisine sahip olan ülkeler daha zengin ve daha egemen, olmayanlar daha yoksul ve daha bağımlı olmuş; uçurumlar büyümüştür. Oralar buralar olmuş, coğrafyanın sanki sonu gelmiş, küçülen dünya bir megamarkete indirgenmiştir. Doğa ve değerler yağmalanıyorlar. Yok olmayan, ama aşınan ulus devlet, büyük sorunları çözmede yetersiz, küçük sorunları çözmede büyük olmuştur. Bu küreselleşme, mevsimler, seller gibi, irademizin dışında gelişen, en kuytu köşelere sızan bir olgudur. Öyleyse onu gözeterek önlemler almaya, değişmeye mahkûmuz.

Toplumsal gerçek
Küreselleşmenin yanı sıra, milyonlarca kurban pahasına öğrendik ki; doğa ve toplum tek tip insan yaratan birer klinik değildir. Özgürlük reddedilerek insan tanımlanamaz.
Farklılıkların kökü kazınamaz. Tek tip insan, tek doğru, tek çözüm dayatmacılığı, insanı, toplumu, soluk alınan dünyayı belki bir süre yutar, ama sindiremez, tüketemez. Bu kavgadır, savaştır. Doğru çözüm; çelişen, değişen, kesişen kültürlerin kendi ve farklı olma haklarını koruyan, eşitliklerini sağlayan, ayrıcalıkları reddeden, katılıkları ve kutuplaşmaları diyaloglarla yumuşatan, uzlaştıran; yaşamı çoklukta birlik temelinde ve yurttaşlık kodunda buluşturarak birlikte yaşama ve ulusal bütünlük iradesini sağlamlaştıran, çelişmeci, çoğulcu, özgürlükçü, uzlaşmacı demokrasidir. Bu barıştır. Toplumlar, toplum mühendisi Hitler'lerin, Stalin'lerin yapay biR örnek düzenleriyle değil, farklılıklara yaslanan demokrasinin doğal ve farklı düzenleriyle yönetilebilirler. Ayrıca toplumlar, farklılıkların yarattıkları, tez, antitez, sentez dinamiğiyle gelişebilirler. Öteki varsa berikinin kimliği, kişiliği, kültürü derinleşir, zenginleşir.
Böylece küreselleşme ve toplum gerçekleri içiçe geçmiş soylu bir üçlüyü öne çıkarıyor:
-Kültürel temelli yaşam kipi.
-Sivil topluma dayalı güçlü demokrasi.
-Bunları gözeten değişim ve çağcıllaşma.
Böyle bir dünyada gerçekleri görmezlikten gelerek yerel menzilde kalmak geride kalmaktır. Sanal cennetler yaratmak kolaycılıktır.
Uyarı saati çalmadan, gerçekleri önceden okumalıyız.
Ekonomide sermaye, devlette meşruluk, toplumda kültür ve kimlik bunalımlarını aşabilmek için; zenginliklerin ve değerlerin haklı paylaşımına, güçlünün yanlış egemenliğine, ortak barışa doğru yanıtlar verebilmek için, duruşumuzun ve değişimin koordinatlarını belirlemek zorundayız.

Bölgesel gerçek: AB
AB, bu nedenlerle kurulmuştur. Teknokratların, örokratların icadı yapay bir kurumlar iskeleti değil, insanı, devleti zenginleştiren, hukuku insancılaştıran ilkeler demeti, uygarlık, sağlıklı yaşam ve demokrasi reçetesidir.
Dayanakları; kültürlere, farklılıklara, ulusal bütünlüğe saygıdır.
Amacı; insan haklarını korumaktır. Hakların çiğnendiği bir dünyada kimse özgür değildir, barış sağlanamaz. Anayasası; tarihin bütün zamanlarında geçerli değerlerin dökümü olan Temel Haklar Antlaşması'dır. Hukukunun yüklemi devlettir, öznesi insandır. Her üye devlet onu doğrudan ve öncelikle uygular. Hak ihlâli yargılamanın yenilenmesi nedenidir.

Yerel/ulusal gerçeğimiz
Şimdi kendi gerçeklerimize gelelim.
Bunlar tarihsel ve güncel olmak üzere iki noktada toplanabilirler.
A) Tarihsel gerçeğimiz olan Atatürk kavramı, kurtuluş savaşının ve devrimlerin sentezidir; birleştirici ve geliştirici, sevgi ve minnet yüklü ulusal bir değerdir.
Atatürk ve Atatürkçülük, dört tutum türetmiştir:
Bu değere saldıranlar var. Onları kınamalıyız.
Bu değerin sağladığı rantı sömürenler var. Onları dışlamalıyız.
Atatürkçülüğü; bilimden koparıp ideolojiye ve geçmişe hapsedenler; alışılmışın, durağanlığın, insanı savsamanın malzemesi yapanlar; üretmeden haksızca tüketenler var. Onları uyarmalı ve kazanmalıyız.
"Ben değişmez düstur bırakmıyorum. Bilim hızla ilerliyor. Bilimi izleyenler, benim mirasçılarımdır" diyen Atatürk'ü, geleceğin, arayışın, ilerlemenin, insanı keşfin kaldıracı yaparak üretenler var.

Onların yanında yer almalıyız.
Yer alırsak, bölünmezlikle bir örnekliği karıştırmadan; bütünlüğümüzü, değerlerimizi örselemeden AB'ne girer, "Biz hep Doğudan Batıya yürüdük" diyen Atatürk'le buluşabiliriz.
Günümüzde bilgiler tüketilmeden, soykırım tanıları konularak tarih ve hukukun siyasete malzeme yapılması yavanlıktır. Ancak, kendimize nasıl bir gelecek biçeceğimize bu travmalarla, yürürlükten kalkmış söylemlerle değil, elbette özgürce ve sağduyuyla karar vereceğiz.
Türkiye, yerel menzilde kalmaya ve gericiliğe, zor yalnızlığa ve otistik bir performansa zorlanmamalı; tarihi yapmak, uygarlığın odağında yer almak, yöneten demokrasiye ve gelişmiş hukuka kavuşmak için AB'ne girmelidir. Halkımızın özlemi de budur.
Ulusal program, bu özlemin somut belgesidir. Onu desteklemeliyiz.

B) Güncel gerçeğimiz ise, yönetemeyen demokrasimizin toplumsal uzlaşma, temsil ve devlete inanç sorunlarını çözememesidir.
Çözümde ortak temeller: yeni bir anayasa ve ulusüstü hukukla bütünleşme
Bu üç sorunu çözmek ve AB'ne girmek için, kanımca, önce hukuksal engelleri aşmalıyız.

Anayasa
İlkin halkımızın ve dünyanın karşısına yepyeni bir anayasayla çıkmalıyız.
Hukuk der ki:
Anayasalar, değerleri, ilkeleri, kurumları, özgürlüklerin tabanını, kısaca halkın alınyazısını belirleyen ortak toplum sözleşmeleridir.
Ve hukuk şöyle sürdürür:
1-Egemenliğin biricik sahibi olan halk, anayasa gibi alınyazısını ilgilendiren yaşamsal bir konuda özgür iradeyle karar vermelidir.
2-Bütün hukuk sistemlerinde örtülü baskı bile iradeyi ve sözleşmeyi sakatlar.
3-Hukukta olmuş olmamış, yaşanmış yaşanmamış sayılamaz.
4-Hukuk, nesneldir; herkese ve her olaya eşit uygulanır; çifte ölçüt kullanmaz; bilimdir, zar atmaz.
1958 De Gaulle Anayasası %79 oy aldı. Çok eleştirilmesine karşın hâlâ sapasağlam ve yürürlükte.
Neden? Açık tartışma sonucu özgür iradeyle benimsendi de ondan.
Ama %100'e yakın oy alan kimi anayasalar ve devlet başkanları dünyayı hep şaşırttılar ve güldürdüler. Halklarını küçük düşürdüler.
Neden? Hukuk komedi değil, bilimdir. Kara mizahla uğraşmaz da ondan.
Bütün hukukçu Galileo'lar, hukukun bu vurguları ve yaşananlar önünde şimdi sınav veriyorlar: Ya ünlü papaz öyküsündeki gibi "bil, ama kimse duymasın" diyerek çifte ölçüt kullanacak, o dönemde çöl sessizliği yaratan eski yasağa uyup susacaklar yahut da hukukun buyruklarını yerine getirip kaçamaklara, örtmecelere sapmadan özgürce tanılarını koyacak ve konuşacaklardır.
Hukukçu, yürürlükteki hukukun kestiği parmağın bazan acıttığını içi yanarak gözlemler. Ama, ne yapsın? Yine uygular. Çünkü görevidir.
1982 Anayasası konusunda, kimilerine sevimsiz de gelse, hukukçu hukukun saptamalarını söylemek zorundadır. Hukuku, kendini inkâr edemez, halkını aldatamaz ki!
Şimdi bu Anayasanın bir de özyapısına bakalım.
1982 Anayasası; devleti bireye göre biçimlendirecek ve sınırlandıracak yerde, bireyi devlete göre biçimlendiriyor ve sınırlandırıyor. Özgürlüklerin tabanını değil, tavanını saptıyor. Bireyi baskılara karşı çaresiz bırakıyor. Güvenmediği halkına karşı teyakkuz uyarısıyla özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı sivil toplumun soluk borularını tıkıyor, demokrasiyi lüks bir tüketim maddesi olarak algılıyor. Yargıyı ayak bağı gibi gördüğünden, örümcek ağı gibi güçlülerin delip geçtiği, güçsüzlerin takılıp kaldığı yasa devletinden hukukun üstünlüğüne bir türlü geçemiyor.
Bu toplum sözleşmesi, "anayasal devlet"in özüyle çatışan olsa olsa bir "polis tüzüğü"dür.
Sözleşme hukuku, anayasa hukuku ve halk, üçü de toplumun bilinç dışını kuşatan, etik ve demokratik duyarlılığını körelten bu toplum sözleşmesine karşıdırlar.
Yarısını değiştirmeye hazırlanan yaşama da karşıdır.
Öyleyse neden yenisini yapmıyoruz?
Neyimiz eksik?
Bu Anayasayla ne demokrasiye kavuşabiliriz ne de AB'ne girebiliriz.
Değişikliklerle oyalanmayalım.
Halkımız, bütün kesimlerin temsilcilerince evrensel hukukun tezgâhında yerel ipliklerle dokunmuş, açık tartışma ve özgür iradeyle benimsenmiş yepyeni, kusursuz, özürsüz bir anayasa istiyor.
Bu haklı ve masum isteğe boyun eğmeliyiz.

Ulusüstü hukukla bütünleşme
Ulusüstü hukukla bütünleşmeyi içtihatla başarabilirdik.
Çünkü yürürlükteki uluslararası sözleşmelerin hükümleri, anayasaya aykırı olsa bile, özel, temel ya da tüketen norm iseler, doğrudan ve öncelikle uygulanmak gerekirdi.
Yapamadık. Çünkü, sadece hükümlerin yarıştığını, çatışığını göz ardı ederek, özel/genel yasa gibi toptancı yargılarla salt yasaları çatıştırdık, yarıştırdık ya da yanlış uygulamayı adlandırmak için bilimin bulduğu "referans", "destek norm" gibi deyişlerle bu yanlış uygulamayı meşrulaştırmaya çalıştık.
Bu durumda yapılacak tek şey, ulusüstü hukuk hükümlerinin doğrudan ve öncelikle uygulanacaklarını Anayasada; hak ihlâli saptandığında yargılamanın yenileneceğini yargılama yasalarında belirtmektir.
Bunu yalnızca AB'ne üye ülkeler değil, adaylar bile yaptılar.
Türkiye, ulusüstü hukukla bütünleşme yarışını yitirmiş görünüyor.
Toparlanmalı ve kazanmalıdır.

Toplumsal uzlaşma sorunu
Sonra da, yönetemeyen demokrasinin çoğulculuğu, özgürlükçülüğü kurumsallaştıramadığı için, yaşadığı toplumsal uzlaşma sorunu çözülmelidir.
Kolaydır bu. Çünkü Türk insanı, artık "Bir ağaç gibi tek ve hür"; Türk ulusu, "biz" bağlamında "Bir orman gibi kardeşçesine" yaşamayı özlemiştir.
Yeter ki, ifade özgürlüğünü, laikliği, akılcılık ve uzlaşma kültürünün inşasında vazgeçilmez değerler kılalım.

A) İfade (anlatım) özgürlüğü
Demokrasilerde iyi/kötü, doğru/yanlış ayrımını, devlet değil, bireyler yapar.
Bu yüzden demokrasilerde:
1) Resmi iyi, resmi doğru yoktur. Bireyler, anayasaya, yasalara uygun davranmakla yükümlüdürler. Ancak, anayasa, yasalar ve devlet gibi düşünmek zorunda değildirler.
2) Anlatım özgürlüğünün çerçevesini devlet değil, sivil toplum belirler.
3) Sunulan görüşleri halkın değerlendirme hakkı, demokrasinin en vazgeçilmez güvencesidir.
Eğer bu haklar, bireylerin, halkın elinden alınırsa olacaklar toplumun zararınadır.
Çünkü:
1) İlkin demokrasiye gerek kalmaz. Demokrasi kurulu düzeni sorgulamak için vardır. Durağan kurulu anayasal düzenle dinamik demokratik düzen örtüşmezler.
2) İkincisi, statüko sürer. Yinelenen kısır kalıplar, klişeler, ritüeller çoğalır. Gelişme durur.
Oysa düşüncenin donma noktası yoktur. Toplumlar gelişmelerini, kurulu düzeni sarsan, yeni seçenekler sunan görüşlere borçludurlar. Bu nedenle tarih, düşünürler, Amerikan ve Kanada Yüksek Mahkemeleri ve AİH Mahkemesi sık sık şunu vurgulamışlardır: İfade özgürlüğü, gelişmenin önkoşuludur. Sadece hoşa giden değil, toplumu sarsan görüşleri de içerir. Karşıt görüşler, inançlar nedeniyle bir toplumda gerilimin yükselmesi olağandır. Devletin görevi, gerilimi giderme bahanesiyle çoğulculuğu ve özgürlükçülüğü yok etmek değil, tersine korumak ve toplumda hoşgörüyü sağlamaktır (Handyside, 7.12.1976; İbrahim Şerif, 14.12.1999).
3) Üçüncüsü, sağduyudan yoksun sayılarak kaba bir yanılgıyla halk hiçlenir. Demokrasi sahneden çekilir; seçkinler yönetimi ve oligarşisi başlar.
4) Dördüncüsü etik çöker. İyi ahlaklı toplum özgürlükten vazgeçemez. Vazgeçerse, doğruyu söyleme hakkı da yoktur. Kimse düşündüğü gibi konuşamaz. Çünkü kimse artık kendisi değildir. İkiyüzlülük ve yalan söyleme özgürlüğü vardır.
5) Beşincisi, yasaklanan görüşler, inançlar, yer altına inerek devlete karşı güçbirliği yaparlar. Çekicilikleri ve ünleri yapay biçimde artar. En çok okunanlar, izlenenler yasaklanan kitaplar ve filmlerdir, kişilerdir. Demokrasi bağışıklık kazanamaz. Sigortasızdır. Toplum patlamalara gebedir. Tartışan insanlar gider, çarpışan güçler gelirler.
6) Nihayet, altıncısı ve en önemlisi toplumsal uzlaşma iradesinin ve yeteneğinin körelmesidir. Şovinizm ve yabancılaşma böyle hızlanır.
Bu nedenlerle "düşün, ama içinden düşün" demek, akla, doğaya, onura, demokrasiye aykırıdır.
Görüş ve inancı sergileme anlamında demokraside düşün suçu olamaz.
Düşün suçu; aklın muhakemesi yerine, mahkemelerin muhakemesinde Sokrates'i yargılamakla başlayan, Galileo ve Bruno'yla süren, Sartre'a kadar uzanan bir gericilik dramının değişmez ve ne yazık ki, ders alınmayan öyküsüdür (U. Eco).
Oysa demokratik çağcıl devletin derdi, sorgulayan, yaratıcı, hoşgörüyü bile aşan demokrat insanı yaratmaktır. Devlet insanların amaçlarını, görüşlerini, inançlarını, metafizik bahanelerle keşfe, çıkamaz ve bireylerin yerine geçerek onlara mal edemez. Ederse zorba bir güce dönüşür. Bize ters gelse de, bir amaç, görüş, inanç; şiddet, suça kışkırtma, onuru çiğneme gibi onaylanmayan bir araçla dış dünyaya yansıtılmadıkça cezalandırılamaz.
Cezalandırılırsa, devlet; toplumun gelişmesini, halkın değerlendirme hakkını, etiği, demokratik bağışıklığı, uzlaşma iradesini çökertmiş, gaspetmiş olur.
Bu yüzden demokrasi, ya özgürlük ya da güvenlik demez; hem özgürlük, hem de güvenlik der.
Öyleyse geliniz, tarihten ders alalım, yaşadığımız dijital iletişim çağında, Nasrettin Hoca'nın kabrine dönen dünyamızda, yasağın Donkişot'un değirmenleri olduklarını ve çağcıl hukuktaki ölçütleri gözeterek, yazılı hukukumuzu gözden geçirelim. 1937'de Atatürk'ün dediği gibi, yasalarımız açık olsun. Anlamları belirgin, kolay anlaşılabilir ve ulaşılabilir, kesin, sonuçları kestirilebilir olmayan ne kadar hüküm varsa değiştirelim ve bu gericilik dramına son verelim.
Bunlar yapılmadıkça bu ülkede kimse kendini özgür hissedemez.
Sırası gelmişken yaşanan iki olayı değerlendirmelerinize sunmak isterim.
18 Ekim 2000'de Edward Said olayı dolayısıyla Colombia Üniversitesi yayımladığı bildiride; düşünceyi yansıtan taş atma eylemi bir ceza davasına konu olsa dahi, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin, gerçekle çelişse, hepimize itici gelse bile sorgulayan görüşlerinin korunacağını, siyasal ideolojinin baskısını hissetmeyeceklerini dünyaya duyuruyordu.
Aynı günlerde, özgürlük için Hitler'den kaçanların sığındıkları benim ülkemin en eski, en büyük üniversitesinde, yalnızca eylemlerin değil, sistemi eleştiren düşüncelerin dahi yasaklandığı açıklanıyordu. Ülkemin bugüne değin anlatım özgürlüğünün nimetlerinden neden yararlanamadığını, AİH Mahkemesi'nde 8.7.1999'da, bir gün içinde niçin 11 kez hüküm giydiğini, işte ben, o gün anladım.
İki Üniversitenin anlayışı karşılaştırıldığında, durum daha da üzücü oluyor. Uçurum büyüktür.
Üniversite, bir toplumun düşünen, düşündüğü için üreten en büyük beynidir. Beyin özgür değilse her şey boşunadır. Düşünce üreten, var oluşunu özgürlüğe borçlu bir üniversite, sözel çeviriyle bir evrenkent, nasıl olur da, düşünceyi yasaklayabilir ki?!
Çok kaygılıyım.

B) Laiklik
Çağcıl demokrasi, çoğulcudur. Farklılıklar rejimidir.
Çoğulculuk; düşünce ve din çeşitliliğini kültürel zenginlik ve gelişme dinamizmi olarak algılar ve korur.
Laiklik, çoğulculuğun inanç alanındaki yansımasıdır.
Ancak, görünen o ki, ülkemizde laiklik anlayışında uzlaşmazlık yaşanıyor.
2600 yıllık Konfüçyüs Yasası'na göre, sözcüklere aynı anlamı yüklemeyen toplumlarda anlaşmazlık, kargaşa vardır.
Laiklik konusunda ülkemizde yaşanan budur.
Şimdi bu batılı kavramın bilimsel mesajına bakalım.
Bilindiği gibi sadece özde aynı olanlar birleşebilirler.
Din ve devlet ayırımı yüzeysel, kapalı ve yetersizdir. Çünkü, devlet bir kurumdur; din bir inanç sistemidir. Elmalarla armutlar gibi, kurum ile sistem başka başka oldukları için esasen birleşemezler.
Ancak devlet ile sözgelimi kilise birer kurumdur. Devletin kuralları ile dinin birçok kuralları birer hukuktur. Birleşebilirler.
Eğer bu kurumlar, bu hukuklar birleşirlerse teokrasidir; dayatmadır, kargaşadır, huzursuzluktur. Ayrılmışlarsa laikliktir; özgürlüktür, barıştır, dinginliktir.
Çağcıl devlet, salt insanların yaptıkları yasalarla yönetilmek ister. Haklıdır. Çağcıl birey, Tanrı'sıyla ilişkisinde, inanç tercihlerinde, tapınmalarında özgürlük; dinine karışılmamasını, devletin yansız bir düzenleyici olmasını ister. Haklıdır.
İşte bu haklı isteklere en iyi yanıtı laiklik vermiştir.
Devletle dinin kuralları ayrılmışsa hukuk laiktir. Dindarlık ve yurttaşlık küreleri ayrılmışsa siyaset laiktir. Akıl ve inanç küreleri ayrılmışsa felsefe laiktir. Din ve bilim küreleri ayrılmışsa öğrenim laiktir.
Laikliğin özüne ve kurallarına uyulduğunda düzen, sağlıklı bir bünye gibi sessiz çalışır. Uyulmazsa, kargaşa, köktenci akımlar, din sömürüsü başlar. Son çözümlemede yitiren demokrasidir, barıştır, toplumdur.
Çünkü demokrasi yoksa çoğulculuk yoktur. Çoğulculuk yoksa laiklik yoktur. Birinin yokluğu üçünü de yok olma sürecine sokar; birlikte yaşama iradesi yok olur, toplum çözülür. Bu yüzden laiklik, çoğulcu sivil toplumun, uygarlığın en üstün aşamasıdır; barışın en tutarlı çaresidir.
"Yaşamda bu gerçek mürşit, yol gösterici bilimdir" (Atatürk).
Düşün özgürlüğü, laiklik, anayasa kavramlarında bilimin vargıları, değişmezleri ve ölçütlerinin özeti bunlardır.
İki yılda ne bilim değişti, ne ben değiştim.
"Gerçekler insanı özgürleştirir" (İncil). Gerçekleri dile getirmek ise, insanı mutlu kılar.
Özgürüm ve mutluyum.
Bir mutluluğum da şundan.
Sağduyulu bilge Türkiye laikliği benimsemiştir. Telaşa gerek yoktur.
Dileğim şudur: Gerçekten güzeli ağlatmamak, çirkini söyletmemek istiyorsak, lütfen, yaşadığımız deneyimleri, demokrasinin, çoğulculuğun, laikliğin özlerini, işlevlerini, sosyolojik analizlerini, tarihi, karşılaştırmalı hukuku, AİH Mahkemesinin bütün ve özellikle Kjeldsen, Kokkinakis ve İbrahim Şerif kararlarını, ölçütlerini, değişmezlerini gözeterek, bize uygun laikliği yakalayalım. Onu sulandırmadan uygulayalım. Yine tartışalım, ama artık ondan bir daha da ödün vermeyelim.

C) Uzlaşma/diyalog
Demokrasi karşıtların bir arada yaşama sanatıdır.
Biz ise, durmadan birbirimize biçtiğimiz kimliklerle, içgüdülerle, önyargılarla, "onunla görüşürsem ne derler?" kaygısıyla yaşıyoruz. Görüşlerimizi "ak/kara", "ya/ya da" kesinlemeleriyle, "dır" takılarıyla kilitliyoruz. Gerçeğin "ve" bağlaçlı ve göreceli olabileceğini, katı olan her şeyin buharlaşıp uçtuğunu unutuyoruz.
Enerjimizi birbirimizi tamamlamak için değil, âdeta birbirimizi yok etmek için tüketiyoruz. Anayasalarımıza "düşünce, inanç kınanmaz" diye yazıyoruz. Ama kınamanın da ötesinde, birbirimizi aşağılıyoruz. Uzlaşmak ve demokrat insana ulaşmak şöyle dursun, sanki sürekli bir "fetret dönemi" yaşıyoruz.
Bu durum, çok kaygı vericidir.
Mehmet Âkif'le Tevfik Fikret'i, Nâzım Hikmet'le Necip Fazıl'ı el ele tutuşturup tartışmayı başaramayan bir toplum eksiktir. Çünkü diyalog ve uzlaşma kültüründen yoksundur.
Her türlü görüşü yan yana getirerek Kurtuluş Savaşı'nı kazanan bir önderin çocukları, kim ve hangi görüş ve inançta olursa olsun, farklılıklarını teslim ederek, birbirlerini dinleyerek, görüşlerini tartarak tartışmayı başarmalıdırlar. Çoğulculuğun, katılımın, denetimin, saydam yönetimin ve bilinçli örgütlenmenin sesi olan basınımız da, doğru bilgilendirmelerle bu uzlaşmaya katkıda bulunmalıdır.
Mediakrosi, demokrasi değildir.

Temsil sorunu
Yönetemeyen demokrasimiz, toplumdaki titreşimleri merkeze iletemediğinden, durağan merkezle dinamik çevrenin çatışmasını kışkırtan bir temsil sorunu yaşıyor.
Bu sorunu aşmak için, ilkin iktidarı dikeylemesine çoğulcu kılalım. Sorumluluklarını artırarak yerel yönetimleri güçlendirelim.
İkincisi, Atatürk'ün deyişiyle "irade-i milliyeyi hakim" kılarak ve örgütlü toplumu gerçekleştirerek, nemegerekçiliği dışlayalım, katılımcılığı güçlendirelim.
Katılımcılığın en dinamik öğesi olan siyasal partiler, görüşleri birleştirir; çoğulculuğu ve sosyalleşmeyi somutlaştırır; devletle halkı buluşturur; iktidarı kullanır ya da denetlerler.
Bu konuda demokrasiyi bekleyen iki tehlike vardır:
Birinci tehlike, parti içi örgüde, önder kültüne bağlılık, liyakat yerine sadakat kurumlaşırsa, halkın yönetimi, demokrasi gider; seçkinlerin yönetimi, politokrasi, klientalizm gelir.
İkinci tehlike, partilerin sık sık kapatılmasıdır. Her parti kapatma, düşünceyi açıklama, örgütlenme, kurumsal çoğulculuk, katılımcılık, diyalog, sosyalleşme değerlerinin yok edilmesi; birleşmiş görüşlerin ve kültürel metabolizmanın yırtılması; devletten, sistemden dışlanmış, küskün yığınların çoğalması demektir.
Bu nedenle, parti kapatma bir ölüm cezası gibidir.
Partiler feshedilebilir, ama halk feshedilemez (B. Brecht).
1999'da Venedik Komisyonu, parti kapatmayı sıradışı bir son çare (ultima ratio) olarak görmüştür.
Avrupa Birliği devletlerinde partiler ya hiç kapatılmaz ya da sık sık kapatılmaz. Sözgelimi, Almanya'da bugüne değin 1950'lerde yalnızca iki parti kapatılmıştır.
Türkiye'de ise 33 yılda 23 parti kapatılmıştır. Yani biz, iki tehlikeyi birden yaşıyoruz.
Böyle bir Türkiye'yi demokrasiler dünyası taşıyamaz.
İlkin, Anayasanın geçici 15. maddesi kaldırılmalı, Siyasal Partiler ve Seçim Yasaları değişmelidirler. İkincisi, kanımca böylesine önemli bir konuda yargıçların büyük bir bölümü, hiç değilse kapatma görüşünde birleşmelidirler.
Her hukuk sisteminde, yalnızca işin önemi ölçütüne göre, üç türlü çoğunluk vardır. Yarıyı aşan basit, yarıdan tam bir fazla mutlak, yarıyı belli oranda aşan nitelikli çoğunlukla kararlar verilir. Anayasanın değişmesi için beşte üç, suçluluk için Almanya'da, Fransa'da üçte iki, İngiltere'de onikide on, Kanada'da oybirliği, ölüm cezası için Mısır'da yine oybirliği, parti kapatma için Almanya'da üçte iki, Yargıtayda başkan seçimi ve Anayasa Mahkemesinde karar için yarıdan tam bir fazla, yani mutlak çoğunluk aranması, basit çoğunluğun yetersiz bulunması, yalnızca işin önemiyle ilgilidir. Bu oranlar, azınlığın çoğunluğa baskısı diye algılanamazlar.
Parti kapatma gibi, ölüm cezasına eşdeğer bir konuda nitelikli bir çoğunluk, haklılık inancını pekiştirir, toplumu rahatlatır.
Kuşkusuz, özgürlüklerin mahkemesindeki yargıçlarımız da, yasaları evrensel kurallara göre hak ve özgürlükler odağında kalarak uygularlarsa sonuçta Türkiye kazanacaktır.

Devlete inanç sorunu
Yönetemeyen demokrasimiz, âdil gelir dağılımını, tam güvenliği, yansız ve güçlü yargıyı gerçekleştiremeyen, yolsuzluklara başa çıkamayan, yetkiler kargaşası yaşayan, görünen/görünmeyen, yüzeyde/derin diye yapay biçimde ayrılan devlete inanç sorununu çözmek için hukuktaki yanlışlıkları düzeltmek zorundadır.

A) Erkler ayrılığı, yetki kargaşası, erkler eşitliği
Bir kez iktidarı yataylamasına çoğulcu kılıp, iktidarları, erkleri ayıralım.
Yarı başkanlık sisteminden çok farklı olan parlamanter rejimin ilkelerine uyalım. Yasamanın, cumhurbaşkanının, yürütmenin, yürütmenin yanında yer alan kurumların, yargının yerini özenle, açıkça belirleyelim.
Sonra da, yasama, yürütme, yargı arasında, çalışma, yaşama, konum/protokol eşitliğini sağlayalım.
Fransa'da, yargının bütçedeki payı %9'dur. Az bulunmaktadır.
Bizde bunun onda biri, yani ‰ 9'dur. Yargı devletin en yoksul akrabasıdır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Macaristan, Litvanya, Âzerbeycan özel yasalarla eşitliği sağlamışlardır.
Bizde anayasaların öngördüğü özel yasa, 40 yıldır çıkmamıştır.
Kararnameler, yargı mensupları arasında üzücü uçurumlar yaratmış; Anayasa görüşülürken Danışma Meclisinde vurgulanan yüksek yargıdaki eşitlik ilkesini ve huzuru bozmuştur.
Gerçekten, Anayasa görüşülürken, sıralamada Yargıtayın öne alınması önerisine karşı Komisyon Başkanı, Anayasanın yüksek yargıyla ilgili maddesinde A-F harfleriyle gösterilen sıralamanın bir astlık üstlük anlamına gelmediğini, yüksek yargı organları arasında eşitlik bulunduğunu, bu yüzden Yargıtayın önce yazılmasına gerek olmadığını açıklamış, bunun üzerine Yargıtayın başa konulmasından vazgeçilmiştir.
Bugünlerde ise, anayasal metni özünden, biçimden ve oluşumda insan kaynağından yola çıkan bir anlayış, kararnamelerin yarattığı bu eşitsizliği daha da ileri götürmek istiyor.
Konu sıkça dile getirildiği için artık değinmek zorundayım.
Yargıtay ve Danıştay üyelerinin Anayasa Mahkemesine üye seçilmesinden yola çıkan bu mantık, ister istemez bizi şu sonuçlara da götürecektir: Değil mi ki, Yüksek Seçim Kurulu'na sadece Yargıtay ve Danıştay üyeleri seçilebilirler, Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri seçilemezler; öyleyse Yüksek Seçim Kurulu başkanı ve üyeleri Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri dahil hepsinin üzerindedir.
Değil mi ki, bir yargıç, savcı, yıllar sonra birinci sınıfa ayrılıp üç yıl sonra Yargıtaya üye, altı yıl kıdem sonrası daire başkanı seçilebilir, öyleyse Yargıtay daire başkan ve üyeleri, mesleğinde onbeş yılı dolduran bir avukat meslektaşımızın üye, hatta ertesi günü başkan seçilebildiği Anayasa Mahkemesi başkan ve üyelerinin üzerindedir.
Hukuk normlarına işkence eden, nasıl sonuçlar doğuracağı belirsiz böylesine yüzeysel bir yoruma ve mantığa, yorum sanatının inceliklerinin izin vermediğini iyi bilen Yargıtay, Danıştay ve Yüksek Seçim Kurulunun yargıçları hiç başvurmadılar.
Bu tutum ağır bir yanılgıdır.
Çünkü, ilkin, tıpkı "uçan her şey kuştur/uçak da uçar/öyleyse uçak da kuştur" paralojisine, çağrıştırdığı Aristo mantığının en çarpıtılmış biçimine dayanmaktadır. İlk büyük önerme yanlıştır. Sonuç da yanlış olmaya mahkûmdur.
İkincisi, yargıda astlık/üstlük hiyerarşisi olamaz. Bu, yargının özü ve bağımsızlığıyla çatışır.
Üçüncüsü, yüksek yargıda başkanlıklar geçicidir. Dönem sonu seçilemeyen üyeliğe döner. Asıl olan üyeliktir. Bu yüzden geçişler üyelikten üyeliğedir.
Dördüncüsü, bu tür yaklaşımlar meslektaşlarımızın onurunu örselemektedir.
Hukukçu, âdil ve ilkeli olmanın en çetin sınavını, hiç kuşkusuz kendi yararı söz konusu olduğunda verir.
Eşitlik ilkesini dışlayan görüş, üzülerek belirteyim ki, bu sınavı başaramamıştır.
Keşke bu eşitsizliğe hiçbir hukukçu razı olmasaydı da, bu konular gündeme gelmeseydi.
Ne yazık ki gelmiştir. Üzücüdür.
Anayasa Mahkemesi üyeliğini çekici ve başarılı kılmanın yolu, eşitlik ilkesini bir organın yararına kaydırmak değil, üyeliği dönemsel kılmaktır.
Eşitlik ilkesi sağlanmadan, yüksek yargı huzura kavuşamaz.

B) Hukukun üstünlüğü
Hukuk lüks değil, ihtiyaçtır.
Akıllı bireyler, akıllı devletler, hukukla işbirliği yaparlar; onu ayakbağı olarak görmezler.
Hukuk adına son sözü söyleyen, bağımsız, güvenceli, yansız yargıçların süzgecinden geçerek, kirlenmişlik kuşkusundan arınarak meşrulaşan, meşrulaştıkça güvenilen bir devlet güçlü ve o devletin "Berlin'de yargıçlar var", "adalet mülkün temelidir" diyebilen bireyleri mutludur.
Yasaların kaygıları olmaz. Onları uygulayan hukukçuların da kaygıları olmamalıdır.
Öyleyse yargıyı bağımsız kılalım ve her yıl aynı şeyleri söyleyip durmayalım.
Bunun için uluslararası şu on kurala uyalım:
1) Yargıyı siyasal güç değil, kendisi yönetsin.
2) Yargıçların atanmaları, yükselmeleri, denetlenmeleri yürütmeden ayrılsın.
3) Siyasal güç, yargıcın işine son veremesin.

4) Yargıçlar yürütmeyle aynı ücreti alsın.
5) Yargının bütçesi ayrılsın.
6) Yargı, yardımcı personelini kendi atasın ve yetiştirsin.
7) Yargının devletteki protokoldeki yeri, erkler eşitliği ilkesine göre belirlensin.
8) Yargıç, mahkemesinde de bağımsız olsun.
9) Yargıç, hiç bir akçalı yüke katlanmaksızın kaynaklara ulaşsın, kendisini yetiştirsin.
10) Siyasal ve başka çevreler, kişiler yargılamaları yorumlamaktan kaçınsınlar. Kaçınsınlar. Çünkü, suçun işlenip işlenmediğini, sadece duruşmada tartışılan kanıtlara göre oluşan yargıcın vicdanî kanısı saptayacaktır. Bu vicdanî kanının sağlıklı oluşması için yasalarda bütün diyalektik yargılama kuralları seferber edilmiştir. Yasamada görüşme, basında yorum yasaktır. Bu öylesine duyarlılık isteyen bir konudur ki, adalet bilinci yüksek olan kimi ülkelerde, önyargı tehlikesine karşı, duruşma ve karar yargıcına duruşmadan önce dosyayı incelemek yasaklanmıştır. Yargıç, hangi eylemi ve kimi yargıladığını bilmek için sadece iddianameyi okuyabilmektedir.
Konu böylesine önemli ve duyarlıdır. Çünkü adalet, en ufak kuşkuyla gölgelenen, kirlenen bir değerdir. Özenli olmak zorundayız.
Bütün bu düzenlemelere karşın, benim ülkemde hukuk, sanki sadece yapılmak, yazılmak içindir. Yazılı hukuku, "varak-ı mihr-ü vefayı kim okur, kim dinler"? Pek çok insan, yargının önün gelen her davada yorumlar yapar, hatta hükümler kurar.
Önyargısız âdil yargılama ilkesi, suçsuzluk asıldır ilkesi, yargılama ve adalet etiği çiğnenir, durur.
Bunlar artık bitmelidir.
Bizim kuşak, mutlu yargıç ve savcı özlemiyle bekleyip durdu.
Bizden sonrakiler ve ülkem için, dilerim, yargıyı bağımsız, güvenceli, yansız ve güçlü kılan girişimler, artık boş bir umut olmaktan çıkar.

C) Güçlü yargı
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında, "1982 Anayasası, yargıyı, yasama ve yürütme karşısında zayıflatmıştır" diyor.
Bu saptama doğrudur ve güçlü yargı peşindeki dünyanın gidişine terstir.
Kendisini yargılayanları bile seçen yürütmenin başındaki cumhurbaşkanına verilen yetkiler günümüzde yarı başkanlık sisteminde bile fazla görülmektedir.
Sözgelimi, Fransa'da cumhurbaşkanları bu konuda çok duyarlı davrandıkları, yargının çoğu kez gösterdiği tek adayı seçip üç kat adayda direnmedikleri, yargıyı hiç incitmedikleri halde, bu yetki, 1993'te çok daraltılmıştır.
Bizde ise, parlamenter sistem var. Ama bu yetki de var.
Bu konuda nesnel ve ilkeli davranıldığı izlenimi yaratılamamış, çoğu zaman iradesinin hiçlendiğini düşünen yargı incitilmiştir.
Makamları yıpratan bu iğreti yetki kaldırılmalıdır.
D) Yargılama birliği
Yargılama birliği güçlü yargının vazgeçilmez ilkesidir.
Yargılamanın kamusallığını, bağımsızlığını, yansızlığını sağlamanın temel koşulu olan yargılama birliğinin gerçekleştiği ülkelerde; güçlü yargıya, devlete eşit güçlü bireye, güçlü devlete, güçlü demokrasiye ulaşılmış; hukukun üstünlüğü yaşama geçirilmiştir.
Bu bir olgudur. Bu olguyu saptamanın arkasında niyetler aramak, kaygılara kapılmak yersizdir.
Ne zaman yargılama birliği ilkesinden sapılmışsa, orada "hukuka göre adalet" amacı değil, "bize göre adalet" kaygısı egemen olmuş; hukuktan kaçışın gerekçesi olan "hikmet-i hükümet" anlayışı yargıya yansımıştır.
Bizim kadar bu ilkeden sapan ülke de yoktur. O yüzden bizde yüksek yargı organı sayısı da yüksektir.
Böyle bir şey, ne Avrupa'da, ne Amerika'da ne de Asya ve Afrika'da vardır.

E) Yüce Divan
Bizde bu ilkeden sapmanın somut bir örneği de yüce divandır. Sapıldığı için de, yüce divan yargılaması bir sorunsala dönüşmüştür.
Konunun gündeme gelmesi boşuna değildir.
Ancak ben, bu konudaki tartışmanın bilimsel düzeyde yapılmasını bekleyip durduğu için, bugüne değin tartışmaya hiç katılmadım. Ama olmadı. Aynı başat iddia yinelendi durdu. Anayasa Mahkemesinin yargıçlarının çoğunluğu, salt ceza yargıcı olmayıp yönetimden geldikleri için, memur ve görev kavramlarını en iyi onlar bilirler iddiasıdır, bu. Bu iddia; yansızlığı gölgeleyen, "bizi biz biliriz" diyen, "bize göre adalet", "hikmet-i hükümet" anlayışlarının bir ürünüdür. Bu bir.
Bu iddia; 18., 19. yüzyılların, Rousseau'ların, Portalis'lerin, Bentham'ların anlayışını yansıttığından anakroniktir, çağgerisidir. Dahası ceza hukukunun varlık nedenine ters düştüğünden hukuka aykırıdır ve tehlikelidir.
Hukuka aykırıdır. Çünkü, çağcıl ceza hukuku, bugün artık öbür hukuk dallarının yaptırımcısı, jandarması değil; bağımsız, özerk bir daldır. Öbür hukuk dallarından esinlenir, ama, hukuk kavramlarını kendi amacına göre kendi tanımlar. Nitekim memur tanımı, idare hukukunda başkadır, ceza hukukunda başkadır.
Tehlikelidir. Çünkü, ceza hukukunun özerkliği ilkesini Anayasa yargısı yapan bir yargıcın bilmemesi olağan karşılanabilir. Ancak ceza yargılaması yapan yüce divan yargıcının bilmemesi, yargılananlar için çok sakıncalıdır; bağışlanamaz. Bu iki.
Bu iddia, tarihsel gelişmeye, küresel uygulamaya da aykırıdır. Çünkü, memur yargılamasını bütün dünyada bugüne değin, adlî yargı ve yargıtaylar yapmıştır.
133 yıldır bizde de öyledir.
Acaba bunlar meşru değil miydiler?
Türk Yargıtayı'nın birçok dairesi bu suçlara bakıyor. Sözgelimi, yalnızca Yargıtay 4. Ceza Dairesi, son on yılda sadece görevi savsama ve görevde yetkiyi kötüye kullanma suçlarıyla ilgili 8099; öbür memur suçlarıyla ilgili 24.374 davaya bakmıştır. Toplam alındığında, yılda ortalama dava sayısı 3000'i aşmaktadır.
Bu Daire'nin üyeleri, yıllarca bu tür davalarla uğraşmış, kimileri incelemeler, kitaplar yazmış meslektaşlarımızdır.
Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelen dava sayısı ise, 39 yılda sadece altıdır. Yani Yargıtay'ın yalnızca bu Dairesi'nin yirmibinde biridir.
Geliniz bu işi uzmanlarına bırakalım. Kendimizi boş ve çürük iddialarla, bahanelerle, avutmayalım, aldatmayalım. Bu üç.
Bu iddia, bizzat Anayasa Mahkemesi'nin kendi tutumuna ve söylediklerine de aykırıdır.
Gerçekten Anayasa Mahkemesi, ne zaman yüce divan yargılaması yapmışsa, kendi uzmanlık savını çürütürcesine ve çelişkiye düşme pahasına, Yargıtay'ın görüşlerine göre karar verdiğini belirtmek gereğini duymuştur. Bu doğaldır. Çünkü, bu konularda içtihat üreten merci Yargıtay'dır. Doğal olmayan, yararlanılan asıl merciin yetkisini reddetmektir. Bu dört.
Bu iddia, hukukun özüne de terstir. Yüce divan yargılaması, sözgelimi Belçika'da Yargıtay'a verilmiştir. İtalya'da, Kore'de Anayasa Mahkemesi'ne verilmiştir. Çünkü yargıçların hepsi hukukçudur. Esasen Anayasa Mahkemesi'nin azınlıkta kalan hukukçularla ceza yargılaması yapması; ceza hukukunun amacıyla, kayırmaları önlemek ve âdil yargılamayı gerçekleştirmek kaygısı taşıyan kişi açısından yetki kurallarıyla, hukuk bilgisi olan yargıcı da içeren doğal yargıç ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle de bağdaşmamaktadır. Bu beş. Bu iddia, ilkelerle de çatışmaktadır.
Çünkü üyelerini seçen cumhurbaşkanını yargılamak, yargı bağımsızlığı ve yansızlık ilkeleriyle çelişmektedir. Bu altı.
Bu iddia paradoksaldır.
Çünkü, yıllardan beri bilimde mahkeme olup olmadığı bile tartışılan bir mercie, ceza ve özgürlükleri yargılama yetkisi tanınması ve kararlarının temyiz edilememesi bir paradokstur. Bu yedi.
Bu iddia yanlış mecradadır.
Çünkü Yargıtay üyelerinin yetişme ve seçim biçimleri, donanımları, hukukta yargılama ve uygulama birliği, bilimsel açıdan yüce divan görevinin Yargıtay'a verilmesini zorlamaktadır. Bu sekiz.
Hukuk kamuoyu bu görüşte birleşmiştir, ısrarlıdır.
Konu, organları yıpratan ve üzen bir anlayışla değil, bilimsel düzeyde ele alınmalıdır.
Görevin Yargıtay'a verilmesiyle yargılama doğal merciine kavuşacak, âdil yargılama ilkesine uyulacak, böylelikle Anayasa Mahkemesi de hem gerçek işlevine dönecek, hem de yıllardır bekleyen kararları yazma olanağına kavuşacaktır.

F) Yolsuzluklar
Yolsuzlukların artmasıyla birlikte bütün dünyada güçlü yargı isteği öne çıkmıştır.
Yolsuzluk, kamu yetkisinin, kaynaklarının özel çıkarlar için kullanılmasıdır.
Yolsuzluklar; devlet yönetiminde aranan dürüstlük, eşitlik, süreklilik, yansızlık, hukuka bağlılık değerlerini; ekonomide haklı yarışı, piyasanın özdenetim yeteneğini; rejimde istikrarı, toplum ahlâkını çürütürler.
Sistem için, devlet için ölümcül bir hastalıktırlar.
Hiç bir halk, hiç bir ekonomi, yolsuzlukları taşıyamaz, sürgit finanse edemez.
"Eğer hükümdar köylünün yumurtasını çalarsa, tebaası elbette tavuklarını yağmalayacaktır" (Sadi).
Her toplum, müstehak olduğu suçluları yaratır.
Bal tutanın parmağını yaladığı, kurnazlığın zekâya üstün tutulduğu bir toplum; ekonomide irileşmiş dev bir devlet; nazlanan karmaşık bürokrasi, yasadan tiksinen para, hikmet-i hükümet mantığıyla işleyen kapalı ve karanlık yönetim, adaletsiz gelir dağılımı, ahlakı zorlayan çaresizlik, yetersiz ücret söz konusu olduğu sürece, devletin polisi enflasyon denilen asıl hırsız yerine bütün enerjisini enflasyona yenik düşen dar gelirliyi kovalamaya harcadığı, mevcut hukuk düzeni kaldığı sürece, yolsuzluklar olacaktır ve artacaktır. Yolsuzluklarla savaşmalı, üredikleri ortamı kurutmalıyız.
İlkin şunu iyi bilelim. Yolsuzluk düzeninden yararlananlar, o düzenle savaşamazlar. Çünkü onların özürleri vardır.
İkincisi, yönetimi saydamlaştıralım. Çünkü suç, karanlığı sever.
Üçüncüsü, yargıyı bağımsız ve güçlü kılalım.
Dördüncüsü, tilkiyi kümese girmekten caydıran ciddi bir suç ve ceza politikası güdelim. Çünkü, yolsuzluklar cezanın ağırlığıyla değil, muhakkaklığıyla önlenebilirler.
Bunun için yasama dokunulmazlığının sınırları özenle çizilmeli, Meclis soruşturması kurumu yeniden düzenlenmelidir.
Memur yargılamasında izin sistemi kaldırılmalıdır.
Bu sistemi 170 yıl önce Belçika, 140 yıl önce Bolivya, 131 yıl önce Fransa terk etti. Latin Amerika'da yok. Fas'ta, Tunus'ta, Gabon'da, Kongo'da, Senegal'de, Yunanistan'da yok. Ama bizde var. Üstelik kapsamını genişletmeye hazırlanıyoruz.
Hayır, Türkiye'yi çağın gerisinde tutmaya kimsenin hakkı yoktur.

G) İnfaz sistemi, ölüm cezası
Çağcıl infazda devlet, hükümlünün topluma yeniden dönme hakkına saygılıdır. Amacı, hükümlünün iyileşmesidir. İnfaz kesintisizdir.
Ölüm cezası, ilk iki ilkeyle çatışmaktadır. Kaldırılmalıdır.
Bu ilkelerin gerçekleştirilmesi nitelikli personeli gerektirir.
Bu nedenle Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri Eğitim Merkezleri Yasası bir an önce çıkarılmalıdır.
Cezanın caydırıcılığını kaldıran, ikiyüzlülüğü özendirerek kendi amacıyla çelişen koşullu salıverme kurumu iyileştirilmelidir.
Anayasaya göre, yasama organı mahkemelerin kararlarını değiştiremez. Bunun iki istisnası vardır: af ve ölüm cezası.
Davanın ve cezanın ertelenmesi diye bir istisna yoktur.
İstisnalar hiç bir gerekçeyle genişletilemezler.
Bu nedenle 4616 sayılı Erteleme Yasası bütünüyle Anayasaya aykırıdır.

H) Hukuk dili
Güçlü yargı, doğru hukuk ister.
Yasa, hukukun merkezinde yer alır.
Yasalar, uzman hukukçular için değil, sade yurttaşlar içindir.
Dilimizi ve hukuk dilimizi geliştirmek, yasa dilimizi kısa, yalın ve kolay anlaşılabilir kılmak zorundayız. Herkesin aynı anlamı yüklemediği kapalı sözcükler, kargaşa yaratırlar.
Yasalar yapılırken, evrensel kurallar ve Avrupa Konseyi'nin tavsiye kararları gözetilmemektedir. 9 Şubat 2001'de yürürlüğe giren Meclis İçtüzüğü'nün 87. maddesindeki her madde için üç değişiklik önergesi sınırlamasını daha da sınırlamak için, uzmanların bile içinden çıkamayacağı birkaç sayfalık tek maddeli, tek paragraflı yasalar yapılmaktadır.
Düşünce özgürlüğüne, hukuka, yasa yapma tekniğine, akla aykırıdır, bu tutum.

İ) Başka öneriler
Yargıyı güçlendirmek için, yüksek yargıya yasa tasarısı düzenleme, nispî anayasaya aykırılık yargılaması yapma yetkileri tanınmalıdır.
Üst mahkemeler, saydamlığı ve hızlı denetimi sağlayan kamu denetçiliği, yargı kolluğu, içöğrenimi sağlayan Adalet Akademisi kurulmalıdır. Kadrolardaki eksiklik giderilmeli, yargının yükü azaltılmalı; yargıçlara, savcılara dünyayı dinleyecek ve yorumlayacak zaman bırakılmalıdır.
Esinlendiğimiz Fransa'da bile yirmi yıl önce kaldırılan, bizde ise yetkileri genişletilen, yürürlükten kaldırılmış hukuka göre yargılayan, bu yüzden yargıya güveni sarsan Devlet Güvenlik Mahkemeleri kanımca hemen kaldırılmalıdır.
Çevre kırılgan dünyamızın en başat sorunlarından biridir.
İnsan toprağı sadece yaşamak için işlerse, bu bencilliktir, sömürüdür. Sömüren insan, çevreyi mala indirgeyen bir işgalcidir.
Eğer toprağı işlerken öbür canlılara da yaşama hakkı tanırsa, sanatçı duyarlılığıyla güzellikler ekleyerek çevreyi geleceğe aktarırsa, o insan yurt edinme bilinci yücelmiş bir sahip, bir yurttaştır.
İşgal etme ile yurt edinme; işgalciyle yurttaş arasındaki derin fark, işte bu bilinç, bu tarihsellik farkıdır. İnsan odaklı bir dünyada, doğayı yıkma güdüsünün yerini, öbür canlıları hukukun öznesi yapma eğilimi almalıdır. Yurt edinme, ortak çevre hakkı, sürdürülebilir kalkınma bilinçleriyle geleceğe daha zengin, daha güzel bir yurt bırakacağımıza inanıyor, çevre hukukunun buna göre gözden geçirilmesini diliyorum.

Halkımızın beklentisi
Şunu unutmayalım.
Ortaçağ gibi parantezler dışında, aslında Avrupa'da halklar, Perikles'ten bu yana 2500 yıldır kendilerini yönetmeye alıştıkları halde, orada da sorunlar vardır.
Türk halkının demokrasi deneyimi, şunun şurasında 55 yıllıktır.
Bu perspektiften yaklaşıldığında büyük bir gerçek, büyük bir halk ortaya çıkıyor.
Umutların tükendiği dar zamanlarda güçlü önderler çıkaran, kurtuluş savaşı gibi efsaneler yaratan, ekonomik ve kültürel dinamikleriyle kendini dünyaya kabul ettiren ve onca travmalara karşın, demokrasiyi seçen, demokratik sabrını, erginliğini ve olgunluğunu kanıtlayan bir halk ve onun gerçeğidir, bu.
Yıllardır hep ödevleri öğretilen; vesayetçi, savaşımcı, düşük yoğunluklu demokrasi gibi sofizmlerle oyalanan Türk halkı, artık doğru toplumu yaratmaya, çağcıl demokrasiyi gerçekleştirmeye kararlıdır ve bunda haklıdır. Çünkü artık haklarını biliyor.
Hiç bir güç, bu soylu, bu haklı, bu büyük karara karşı çıkacak kadar soylu, haklı ve büyük olamaz. Bu karar ertelenemez.
Çünkü, demokrasilerde eninde sonunda yalnızca halkın dediği olur. Toplumda ancak halkın dediği kök salar. Başkalarının dedikleri ise hep iğretidir.
Halk, yanlışta uzlaşmaz.
Elverir ki, doğru bilgilendirilsin ve devlet de halkına güvensin.
Cumhursuz cumhuriyet, halksız demokrasiyle ne içerde ne dışarda bir yere varılamaz. Görünen o ki, bugünkü kavga, "bize göre demokrasi" yandaşlarıyla evrensel değerlerle yerelde bütünleşen "çağcıl demokrasi" yandaşları arasında geçmektedir. Hepimiz ve özellikle hukukçular, ikincilerin yanında yer alalım. Olanaklarının üzerinde, potansiyelinin altında yaşayan Türkiye'mizin, hiçbir hasara uğramadan, demokrasinin bütün nimetlerini tatması, doğru topluma kavuşması için; demokrasi, özgürlükçülük, çoğulculuk, laiklik, devlet, erkler ayrılığı ve eşitliği, güçlü yargı anlayışımızı küreselleşme doğrultusunda ve bilimin ışığında sıçramalı bir devrimle köklü dönüşümler yapalım. Bunun için bütün güçlerimizi birleştirelim.
Bunun adını da koyalım.
A'dan Z'ye yeniden yapılanmadır bu.
Bu, hepimiz için onur, yaşam ve gelecek sorunudur.
Böylesine büyük bir halkla, ne denli ağır olursa olsun, bütün bunalımları elbette aşarız ve esenliğe çıkarız. Umudumuzu yitirmeyelim.
Çünkü, umutsuzluk Türkçe değildir.
İnsan, hukukçu ve yurttaş olarak, güneşin yarın sabah doğacağına nasıl inanıyorsam, Atatürk'ün deyişiyle "Her şeye karşın aydınlığa doğru yürüdüğümüze" de öyle inanıyorum.
Bu güzel amaçlarda birleşen dinamik insanlara yardımcı olmak, Türk halkının başarılarını taçlandırmak hepimiz için kutsal bir ödevdir.
Geleceğin hukukçularına, meslektaşlarıma: Geleceğin hukukçusu olarak, her şeyden önce şunları unutmamalısınız.
1920'lerin Türkiyesi, sizlere çağın en yetkin yasalarını sunmasını bildi.
2000'lerin Türkiyesi, fırsat eşitliğinin tam sağlanamadığı bir toplumda, önemli bir öğrenimden sonra, sizleri önemli bir makama getirdi. Türk ulusuna borcunuzu ödeme fırsatını çok iyi kullanmalı ve çağın en başarılı hukukunu yaratmalısınız.
Bizim en büyük sorunumuz, sorgulamadan kaçınmaktır. Bilincinizi sürgit uyanık tutarak, tabuları, ilişilemez denilen her türden yerleşik yargıları, soğukkanlılıkla bilimin testinden geçirmek, kendinize ve insanlığa karşı en ivedi ve en büyük ödevinizdir.
Hukukçu; bilim, felsefe, hukuk alanlarında daha önce benimsenmiş her görüşü özgür ve nadaslanmış bir kafayla, bilimsel merak ve kuşkuyla, karşıt görüşleri de gözeterek, irdeleyen kişidir. Hindistan'a giderken Amerika'yı keşfedebileceğinizi unutmamalı, önyargılardan vebadan kaçar gibi kaçmalısınız.
Düzeni değiştirmek istediği halde kendisinin değişmesine izin vermeyen, sonuçta düzeni donduran, insan ruhunu ele geçirmeye yeltenen kibirli ideolojiler adına değil; hukukun yansız bekçileri olarak, son hak arama kapısında bekleyen halk adına, halk için, haklar ve özgürlükler ekseninde karar vermelisiniz.
"Özgürlük ve bağımsızlık karakteriniz" olmalı, hiçbir ikbal, hiçbir güç onları elinizden almaya yetmemelidir. Yalnızca kafası beklentisiz, yüreği kaygısız olanlar özgür; özgür olanlar, hukukun ve doğrunun en eşsiz, en yürekli savunucularıdır.
Hukukçunun en büyük düşmanı bilime ilgisizliktir.
Hukukun işaretlerini iyi okuyabilmenin en sağlam yolu, bilimdir. Bilimin hukukî ihanete yataklık etmesine izin vermeyiniz, çıkarsız (hasbi) ve dürüst olunuz. Vardığınız sonuç, hukukun nesnel amacıyla çatışıyorsa, biliniz ki, suç hukukta değil, sizin hukukçuluğunuzdadır.
Zor bir meslek seçtiniz.
Işık hızı çağında, mevsimler örneği, yılda dört kez kendinizi yeni bilgilerle yenilemediğiniz takdirde, eksilmeye ve eskimeye mahkûmsunuz.
Kendinize seçtiğiniz örnek, kişi, kurum, içtihat, kim ve ne olursa olsun, sizi taklitçiliğe, dogmacılığa ve skolastiğe sürüklememelidir.
Unutmayınız ki, "üstat Aristo der ki..." söylemi, kendini yargılamadığı için ortaçağ kalan ortaçağa aittir. Uygitsinciliğe, kolaycılığa kaçarsanız, her günü birbirinin aynısı, sıradan bir hukukçu olmak, değişmez yazgınız olacaktır.
Buna "hayır" demelisiniz.
Hukukçunun üç yurdu vardır: Ülkesi, anadili ve hukuk.
Bilinçli hukukçu, ülkesini insanıyla, hukuku anadiliyle sever. "Bilinç, desenin netliğidir" (Ö. Uluç). Hukukçunun tek bir efendisi vardır: Hukuk.
Hukuk, bir yasalar; yasalar, bir normlar yığını değildir. Hukuk, iç mantığı sağlam bir bütündür.
Her hukuk normunun çekirdeğinde hakka dönüşmüş bir özlem vardır. O özlemi doğru yakalayabilmek için yorum yaparken kişiden çok bir kurum olduğunuzu unutmamalı, yasa normlarına titreyen ellerle yaklaşmalısınız. Yasal metin, "baba evinden çıkan bir çocuk gibidir" (Calamandrei). Yasa koyucunun öznel değil, yasanın nesnel iradesine göre karar vermelisiniz. Çünkü, "yasa, yasa koyucudan akıllıdır" (Radbruch). Yasayı yasa koyucular çıkarır, hukuku yargıçlar yaparlar.
Hiçbir hukuk sistemi, en yetkin, bu yüzden en son değildir. Olamaz da. İnsanın ulaşabildiği en iyi sistem, iyilikleri kötülüklerinden üstün olan sistemdir. Bu sistemi, Sisifos'un kayası gibi, doruğa taşıyacak olanlar, sizlersiniz. Her uyuşmazlık, hukukun hastalıklı yönüdür ve çok boyutludur. Onu sizler iyileştireceksiniz. Nasıl hekim, hastasından tiksinemezse; hukukçu da, hukuku çiğneyenlerden tiksinemez. Hukukçunun görevi, onları ezmek, dışlamak değil, haklarını ve onurlarını koruyarak topluma kazandırmaktır.
Çünkü, hukukun ölçütü insandır. "İnsan yaşamının ölçüt olmaktan çıktığı bir düzende, hiçbir şeyin ölçütü yoktur" 'E. Canetti). Hukukçu, başkalıkları, çelişkileri, uçurumları iyi ölçerek; kavramları iyi özümseyerek ve ulaşacağı yargıya herkesi inandırarak hastalığı iyileştiren, hukuka karşı çıkanları evcilleştirerek ve toplumla bütünleştirerek hukuku yörüngesine oturtan insandır.
Yargı kararı; kapalı bir mikrokosmos ve gerilimli bir doku değil; içtutarlılığı olan, dünyaya açık, eksiksiz, özgün bir yapıttır. Hukukun ruhuna kök salamayan her karar iğretidir, yarınsızdır. Zorlu sorunlar karşısında dahi, örtmecelere ve dolambaçlı söz kalabalığına sığınmadan, hedefe düz çizgiden yürüyerek bu yapıtı inşa etmelisiniz. Çünkü "gerçek çıplak dolaşmayı sever" (Alman Atasözü).
İçtihat, yargısal pratiktir, hükümlerin öğretisidir. Batı dillerinde içtihat, juris-prudence teriminin, hukuk ve ihtiyat sözcüklerinden oluşan bileşik bir sözcük olması boşuna değildir.
Çünkü yargılama, ihtiyat ve bilimin ışığında yürütülen bir etkinliktir. İçtihadı mutlaka izleyiniz. Ama irdelemeden dayanak yapmayınız. İçtihadı sömürmeyiniz. İçtihat sömürüsünün en çarpıcı, en ayartıcı, en aldatıcı, en yozlaşmış ve en vahim biçimi, "öğreti başka, uygulama başka" safsatasıdır. Bilim kaçkını bu safsatanın ulaşacağı menzil, hukuku ve hukukçuyu çürüten içtihat fetişizmidir.
Hukuk bir bilim, hukukçuluk gerilimli bir meslek, ama ince bir sanattır. Hukukun onurunu, mesleğinizin, cüppe ve kürsünün saygınlığını, toplumların insanı hiçledikleri en çılgın dönemlerde bile özenle koruyunuz. Zihinsel kaymalara asla izin vermeyiniz. Hukuk, kahramanlar için değildir ve hiç kimseden de kahramanlık istemez. Demokrasi, değişmez referansınız olmalıdır. Çünkü demokrasi, hukukun üstünlüğünü de içeren kapsayıcı ve kavrayıcı bir üst kavramdır. Sivil toplumun ana rahmidir.
Hukukun son sözünü, hukukun içinde kalarak söylediğiniz sürece, devletin ve toplumun gözeneklerine çağcıl değerlerin özü demek olan hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi ulaştırmış, halka da borcunuzu ödemiş olursunuz. Bu ödevinizden hiçbir zaman vazgeçmemelisiniz. Çok az okuyan, çok az inceleyen, çok az felsefe yapan, bilgi edinmeden yargılayan ve bu yüzden sürgit Sokrates açığı yaşayan kesimler, size beklemediğiniz sözleri ve yerleri yakıştıracaklardır. Kesinlikle yılmamalı, yolunuzda dimdik yürümelisiniz.
Haklı eleştirileri benimseyecek kadar gönlüyüce; haksız eleştirilere gülüp geçecek kadar hoşgörülü; size karşıt görüşler susturulmaya kalkışıldığında da, onların özgürlüklerini, kendi özgürlüğünüz çiğnenmişçesine, Voltaire bilinciyle savunacak kadar demokrat olmalısınız.
"İnsan, yaptığıdır" (A. Malraux).
Bunları yaparsanız, inanıyorum ki, hukukçu soykütüğünüz tertemiz olacaktır.
Herkes sizleri böyle görmek istiyor.
Kimseyi düş kırıklığına uğratmayacağınıza inanıyorum. Demokrasi yolunda Türk halkına hukukun üstünlüğü bağlamında sizlere başarılar diliyorum.
Şimdilik diyeceklerim bunlardır.
Küreselleşen dünyada yarışı kazanmak için, baştan beri vurguladığım A'dan Z'ye demokratik yapılanmada ve dönüşümde herkesi bir kez daha uzlaşmaya ve görev almaya çağırıyor, gelecek yıllarda çağcıl demokrasinin bütün değerlerini yakalamış ve yolsuzluklardan, yozlaşmalardan, hukuksal çarpıklıklardan arınmış bir Türkiye'de buluşmak dilekleriyle. Yaşasın Türkiye, yaşasın demokratik cumhuriyet!




SAMİ SELÇUK: "GLOBALIZATION AND CHANGE: UNIVERSAL PHENOMENA"

Globalization is a far-reaching phenomenon beyond our control, just like floods or the change of seasons. Thus, we have to take it into consideration and we have to change.
Diversity cannot be eliminated. The solution is a pluralistic democracy based on conflict, freedom and conciliation.
The European Union has been established for this purpose. It is not an artificial framework invented by technocrats and bureaucrats, but a set of principles for making law more human, a recipe for a healthy social life based on respect for diversity and national unity.
Turning back to Turkey's historical situation, we can say that Kemalism is a synthesis of the Independence War and the Turkish Renovation. The Turkish people desire to enter into the European Union. The National Program is a manifestation of this desire and should be supported. Turkey's current situation is marked by the inability of our failing democracy to resolve its present problems of social harmony, representation and faith in the government. Designing a new Constitution and integration into supranational law are the common grounds.
Freedom of expression, secularism, social dialogue are three basic elements of social harmony. The separation of powers, the rule of law, a strong judiciary branch, equality and uniformity in judicial processes, elimination of widespread fraud, abolition of the death penalty and changing the language of the law are only some of the legal issues we have to deal with today.


# # # # # # # #