MEHMET ALİ BAYAR
Demokrat Türkiye Partisi Genel Başkanı
Chairman of Democrat Turkey Party


AB'ye Tam Üyelik Konusu Türk İnsanının Partiler Üstü Destek Verdiği Bir Toplumsal Hedeftir

Demokrat Türkiye Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali BAYAR'ın Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri hakkındaki görüşlerini sunuyoruz.

Türk siyasetinin, artık açık ve net bir Avrupa Birliği politikası oluşturması gerekiyor. Bunu samimiyetle söylüyorum, çünkü bugün hükümetin bir Avrupa Birliği politikası olmadığı gibi, Parlamentodaki muhalefet partilerinin de tutarlı yaklaşımları bulunmamaktadır. Hükümet ve muhalefet partilerinin içinde bulunduğu söylem kargaşası, ne Türkiye'de Avrupa Birliği'nin ne de Avrupa Birliği'nde Türkiye'nin anlaşılmasına imkan sağlamamaktadır.
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkileri sivil toplumun, kanaat önderlerinin baskılarıyla şekillenir hale geldi. Bunu eleştirmiyorum, tam tersine, sivil toplumun Türkiye'nin geleceğine yönelik bir projeye verdiği katkıları çok önemsiyorum. Ancak, asıl aktör olmaları gereken iktidarı ile muhalefeti ile siyasi partilerin bu konuyu kendi dar çıkarlarına alet etmelerini, Türkiye'nin geleceğini derinden ilgilendiren bu konuyu içeriğinden uzaklaştırarak günlük siyasi kaygılarının bir parçası haline getirmelerini kabul etmiyorum.
Türkiye'de AB üyeliği için siyasal kesimin ilkeli, ardında durduğu bir tavrı, bir iradesi yoktur. Olmamıştır. Böyle giderse olmasına da gerek kalmayacaktır. İddia ile söylüyorum, Türk siyasetinin bu konuda bugün itibariyle sergilediği tablo, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik iddiasından aslında vazgeçtiğini göstermektedir. 1923 yılında en olumsuz koşullarda, en gerçekleşmeyecek gibi görünen hedefe, yani, Batı Avrupa hukuku ve sistemi ile birleşmeye başkoyan Türkiye Cumhuriyeti, bugün içinde bulunduğu yönetim zaafiyeti sonucu en güçlü olduğu 2002 yılında bu hedeften vazgeçmek zorunda kalma tehdidi altındadır.
Halbuki, 50 yıllık güvenlik dayanışmamız ve 40 yıllık ortaklık müktesabatımız ve özellikle Gümrük Birliği sayesinde bugün aslında Avrupa Birliği'nin içindeyiz. Tarihsel ve ekonomik anlamda parçası olduğumuz, ortak kültürüne küçümsenmeyecek katkılarda bulunduğumuz bu kıtanın, eşit siyasi haklara sahip tam üyesi olmamak gibi bir seçeneğimiz bulunmamalıdır.
Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal durum, Avrupa Birliği'ne tam üyelik konusunu hayati bir tercih haline getirmiş bulunmaktadır. Bu tercihi yapan ülkeler, Avrupa'nın geleceğine ortak olacaklardır. Yapamayan ve geride kalan ülkeler ise, milletlerine huzur, refah ve istikrar sunamayacaklardır. Türkiye, Avrupa'nın geleceğine ortak olmalıdır. Demokrat Türkiye Partisi olarak birinci hedefimiz, halkımızın iradesine uygun olarak, bunu sağlamaktır.
TESEV araştırmasından hareketle birkaç hususu dikkatlerinize getirmek istiyorum. Bu çalışmanın açıkça ortaya koyduğu en önemli sonuç, toplumumuzda AB üyeliğine verilen desteğin, coğrafi, dini inanış veya milliyetçilik temelinde ayrımına bakıldığında hiç de büyük farklılıklar göstermediğidir. Aksine, sonuçlar toplumumuzda değil, siyasetin üst yapısında toplumun arzu ve isteklerini yansıtmayan bir temsil sorunu olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla, siyasetin artık kendi başarısızlığını kabullenip toplumumuzun zaman içinde değişmeyen tercihini doğru algılaması gerekmektedir. Avrupa Birliği konusunda acil olanı doğru teşhis etmek lazımdır. Acil olan, hükümet ve Meclis partilerinin neyi isteyip neyi istemediklerini, yani, Avrupa Birliği'ne karşı olup olmadıklarını samimi olarak ortaya koymalarıdır.
Türkiye'de bugün en sulandırılmış haliyle Kopenhag siyasi kriterleri üzerinden iç siyaset yapılıyor. Siyasi kriterler tabiatıyla önemli. Zira, bu kriterlerin yerine getirilmesi durumunda Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlanacaktır. Ancak bu saptama Türkiye'nin Kopenhag kriterlerinin diğer iki ayağını yerine getirdiği varsayımına dayanmaktadır. Yani Türkiye'nin bir taraftan rekabet edebilir ve tam bir serbest piyasa ekonomisine sahip olduğu, diğer taraftan da Topluluk müktesebatını üstlenebilecek ve uygulayacak bir idari kapasiteyi haiz olduğu varsayılmaktadır. Ancak gelinen noktada, Türkiye'nin bu alandaki kazanımlarının da hızla bir erime sürecinde olduğunu görüyoruz. Türkiye siyasi istikrarsızlıktan ve iktidar partilerinin aralarındaki derin anlaşmazlıklardan dolayı yeniden bir ekonomik krize sürüklenmektedir. Türk ekonomisi rekabet etme yeteneğini yitirmektedir.
Makro-ekonomik istikrar sağlanamadığı gibi, piyasalarda ve toplumda beliren hükümete yönelik güven eksikliği gittikçe artmaktadır. Bunun sonucunda ekonomi daha da ağır bir faiz yükü altına girmektedir. Türkiye, dünyada en yüksek reel faizle borçlanan ülkeler arasındadır. Bu sürecin sürdürülebilir olmadığı açıktır. Şimdiden Türkiye'nin bu şartlarda 2003 yılında borcunu nasıl döndüreceği hususunda tereddütler belirmiştir. Uluslararası rating kuruluşlarının ülkemizin kredi derecelendirme notunu düşürmeleri tesadüf değildir. Sonuç olarak Türkiye bu iktidarla Kopenhag kriterlerinin ekonomik olanlarını da yerine getirme şartından hızla uzaklaşmaktadır.
Türkiye, siyasi kriterler bağlamında hâlâ "2002 sonu" olarak adlandırılan bir süreç yaşıyor.
Oysa 2002'nin sonu gelmiştir ve konuşmamız gereken artık gelecek değil, bugündür. Esasen sorun 2002 sonunda trenin kaçıp kaçmaması değil, kaçan trenin ne olduğunun algılanamamasıdır. Kaçan tren, Türkiye'nin aynı demokratik değer ve idealleri paylaşan ülkelerin ortaklığı olan birleşmiş Avrupa fikrinin bir parçası olamaması ihtimalidir.
Siyasi kriterlere gelince_ İdam cezasının kaldırılmasını ve ana dil eğitimi konusunu Türkiye'nin demokratikleşmesinde önemli adımlar olarak görüyorum. Kaldı ki, idam cezasının kaldırılması, Avrupa Birliği'ne tam üyelikten önce Avrupa Konseyi çerçevesindeki yükümlülüğümüzdür. Bu iki konunun yirmibirinci yüzyıl Türkiye'sinin meselesi olmaktan çıkması gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan, teröre karşı sağladığımız başarı nedeniyle, insanlarımızın artık olağanüstü hali kaldırılmış bir hayatı hakettiği yepyeni bir dönemin başlaması gerektiğine inanıyorum. İnsanlarımız olağan bir günlük hayatın kendilerine sunacağı mucizelerin beklentisi içindedir. Gelin, bu beklentiyi boşa çıkarmayın ve olağanüstü hali daha fazla vakit kaybetmeden ilk Milli Güvenlik Kurulu toplantısında tümüyle kaldırın. Türkiye'yi normalleştirin. Kıbrıs konusunda ise, Türkiye'nin kendine güvenmemesi için hiçbir sebebi yoktur. Uzun ve meşakkatli bir süreç sonunda, Türk tarafı ilk defa siyasi eşitliğe dayanan kurucu ortaklık zemininde aranan bir çözümü müzakere etmektedir. Sayın DENKTAŞ'ın olağanüstü gayretlerine rağmen, Avrupa Birliği, hukuk dışı başlattığı bir süreci eğer yine hukuk dışı bir anlayışla tamamlamaya kalkarsa tabiatıyla Türkiye'nin de bu gelişmeye sessiz kalması beklenmemelidir. Bu konuda aklı selimin galip geleceğine inanmak istiyorum.
Zira, Doğu Akdeniz'deki dengelerin bozulması ne Avrupa Birliği'nin ne Amerika Birleşik Devletleri'nin ne de Türkiye ile Yunanistan'ın çıkarına değildir. Bu nedenle de, çözüm şimdi bulunmalıdır.
Esasen Avrupa Birliği de iki toplum arasında varılacak bir çözüme ayak uyduracağını söylemektedir. KKTC'nin varlığına halel getirmeyecek, eşit siyasi kurucu ortaklık ilkesine dayanacak bir çözüm herkesten önce Türkiye'nin yüksek menfaatlerinin bir gereğidir. Sayın DENKTAŞ, büyük dirayetle sürdürdüğü yüzyüze görüşmelerde desteklenmelidir. Siyasi kriterlerin tamamlanmasında ortaya çıkan uyumsuzluğun ülkemize maliyeti çok ağırdır. Bu zaafiyet bizi yalnızca siyasi kriterler açısından değil aynı zamanda ekonomik ve idari kriterler açısından da zora sokmaktadır. Türkiye bu yönde ilerleme kaydetmek bir yana, zar zor elde edilmiş kazanımlarının da tehlikeye atıldığı bir süreç yaşamaktadır. Kimileri, bu konuda atmamız gereken adımları hayatın gerçekleri karşısında anlamı kalmamış bazı vadelere dayandırmak istemektedir. Oysa bu adımların şimdi atılması Türkiye'nin çıkarınadır. Neden şimdi sorusuna gelecek vizyonu ile cevap vermek gerekir.
Zira, Avrupa 1993 yılında yine Kopenhag'da başladığı genişleme sürecinin sonunda Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nde yepyeni bir iddia ile ortaya çıkacaktır. Avrupa'nın geleceğinin inşasının bu yeni aşaması artık uzak geleceğin değil, bugünün bir projesidir. Türkiye bu iddianın bir parçası olma şansını yakalamıştır.
Daha da önemlisi Avrupa Birliği de bu iddiayı bizimle birlikte taşımak istemektedir.
Ve Türkiye'nin bu projenin içinde bugün yer alması gerekmektedir. Yarın değil ! İşte bu nedenle, zaman şimdidir_ Oysa ki AB'ye tam üyelik konusu, bu konuda gerçek bir siyasi iradeye sahip olan bir hükümet tarafından başarıyla neticelendirilebilecek bir hedef olarak görülmelidir.
AB'ye tam üyelik konusu Türk insanının adeta partiler üstü bir şekilde destek verdiği bir toplumsal hedeftir. Türkiye'de üzerinde bu derece uzlaşı sağlanan bir başka konu bulmak oldukça zordur. Ayrıca zaman içinde de bu destek seviyesi korunmuştur.
Haziran ayında TÜSİAD tarafından yapılan bir kamuoyu yoklamasında, ankete katılanların % 65'i Türkiye'nin Ortak Pazara katılımını desteklemiştir. Ortak Pazar sözcüğünü kullanmam sizi şaşırtmasın, zira kamuoyu yoklamasının yapıldığı Haziran, 1977'nin Haziranı. Yani tam 25 yıl önce de Türkiye'de Topluluğa tam üyelik konusunda çok yüksek sayılabilecek bir destek mevcut idi. TESEV araştırmasının sonuçları bu desteğin bugün de aşağı yukarı aynı seviyede tecelli ettiğini göstermektedir. Değişimin tek sabit olduğu bir dünyada, bir diğer sabit de ülkemizde AB tam üyeliğine verilen destektir.
Ancak siyaset bunun gereğini yerine getirememiştir.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Avrupa Birliği ile ahdi ilişkisi gelecek sene 40 yıla varacak bir ülkeyiz. Bizimle birlikte bu ilişkiye başlayan Yunanistan bundan 20 sene önce tam üye oldu. 1970'lerin ortasında demokrasiye geçen İspanya ve Portekiz 16 yıl önce tam üye oldular.. 1990'larda Sovyet boyunduruğundan kurtulan ve demokrasiye geçen ülkeler ise 2004 yılında tam üye olacaklardır. Bu tablo, Türkiye için hazindir.
Bu hazin tabloyu aşmak zorundayız. Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği bakımından ülkemizin önünde bir fırsat penceresi bulunduğuna inanıyorum. Tam üyelik müzakerelerine Türkiye gelecek sene içinde başlamalıdır. Esasen üyelik müzakerelerinin açılması Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde istikrarın tek güvencesi olacaktır. Aksi takdirde, bu fırsat da heba olabilir. Uluslararası ilişkiler uzmanları, uluslararası ilişkilerde bu tip fırsatların kalıcı olmadığını, konjonktürel olduğunu bilirler. Dış konjonktür şu anda Türkiye lehinedir. Türkiye'nin bu imkandan istifadeyle AB'ye tam üyeliğini gerçekleştirebilme imkanı bulunmaktadır.
Ayrıca, Avrupa Birliği Türkiye'nin tam üyeliği ile küresel anlamda daha etkili bir güç haline geleceğini görebilmelidir. AB'nin bunu daha açık görebilmesi ise, herşeyden önce Türkiye'nin küresel bir ülkeye yakışan bir donanıma ve görüntüye sahip olması ile mümkündür.
Mevcut siyaset yapısı, kısır iç çekişmelerin ötesinde toplumun önüne Avrupa Birliği'ni somut sorunlar temelinde tartıştıracak hiçbir proje ve vizyon ortaya koyamamaktadır. Bundan uzun süre önce demokrasinin gereği olarak yerine getirmemiz gereken siyasi kriterleri hâlâ tartışmak yerine Türkiye'yi Avrupa Birliği'nin yüksek standartlarına ulaştıracak ortak tarım politikasına uyum, bölgesel fonlardan nasıl yararlanılacağı, çevreyi koruyan sürdürülebilir kalkınma şartlarının nasıl sağlanacağı ve tam üyeliğin önemli bir kriteri olan kadın erkek eşitliğinin etkin olarak nasıl uygulanacağı gibi temel konuların hiçbiri herhangi bir siyasi partinin Avrupa Birliği söyleminin parçası değildir.
Sonuç olarak ben, Avrupa Birliği'ni, Türkiye'nin geleceği olarak görüyorum. Yirmibirinci yüzyıl Türkiye'sini Avrupa Birliği'nin onurlu ve güçlü bir üyesi olarak tahayyül ediyorum.
Ben Türkiye'yi, Avrupa Birliği'ne tam üye olmuş, bölgesel liderliği tartışılmayan, güçlü ekonomisi, genç nüfusu ve teknoloji yaratabilen dinamiği ile bütün müttefiklerine, Avrupalı ortaklarına ve tarihi ve kültürel bağlarla yakın ilişkiler içinde bulunduğu kardeşlerine örnek bir ülke olarak görmek istiyorum. Bizim vizyonumuz budur. Jean Monnet'nin ifadesiyle, Avrupa Birliği vizyonu iyimserlik de karamsarlık da gerektirmez.
Sadece kararlılık gerektirir ! Toplumumuz da bu kararlılığı gerçekçi ve inandırıcı anlamda sergileyecek bir yeni siyasetin özlemi içindedir.
Demokrat Türkiye Partisi olarak, Avrupa Birliği'ne girmeyi çaresizliğin dayattığı bir kurtuluş yolu olarak değil, Türkiye'nin tarihsel, siyasal, ekonomik ve beşeri anlamda hakedilmiş mukadderatı olarak gördüğümüzü ifade etmek istiyorum.
>


MEHMET ALİ BAYAR: "FULL MEMBERSHIP TO THE EU IS A SOCIAL TARGET SUPPORTED BY TURKISH PEOPLE IN A SUPRAPARTY MANNER"

Today, our country is faced with a serious problem of lack of a full-fledged and clear EU membership policy on the part of the existing political parties. This lack of a consistent and constructive effort to help the country on the way to membership goes in line with the shortcomings in the economic and political areas in terms of complying with the community acquis. In fact, with solidarity in the security area for 50 years, 40 years of partnership acquis and actual membership to the Customs Union, Turkey is already a part of the European Union. Therefore, we should definitely become part of Europe's future as well. Everything should be done to pave the way to full membership including finding of a lasting solution to the Cyprus problem. In fact, a stable Eastern Mediterranean would be to the advantage of Turkey, the EU and the US. As a matter of fact, full membership to the EU is a social target supported by Turkish people in a supraparty manner. I also personally see the EU as Turkey's future. I would like to see Turkey as a full member of the EU, as a definite leader in its region with a strong economy and with historical and cultural ties with its allies which go hand in hand with its dynamism and capability of creating technology.


# # # # # # # #