HÜSAMETTİN KAVİ
İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanı
Chairman of İstanbul Chamber of Industry


Yeni Dönemde Türk Ekonomisinde Fırsatlar


Türkiye 2001 yılında Cumhuriyet döneminin en büyük krizini yaşamıştır. Mevcut dengeleri alt üst ederek, belirsizlik ve tedirginliğe yol açan krizler, aynı zamanda toplumsal değişimin en önemli dinamiği niteliğindedir. Getirdiği sorunların yanı sıra kriz süreçleri, sistemlerin kendilerini yenileyerek daha sağlıklı bir işleyişe kavuşmalarının hazırlayıcısı da olabilmektedir.
Koşulların iyi değerlendirilmesi durumunda, kriz bir tehdit olmaktan çıkacak ve sistemin restorasyonuna yönelik bir fırsata dönüşebilecektir. Bu aşamada krizin ve krizi ortaya çıkaran koşulların iyi analiz edilmesi ve çözüm yöntemlerinin de bu doğrultuda geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Türkiye'deki kriz şiddetini en çok ekonomik alanda hissettirmiştir. Ancak yaşananların yalnızca bir ekonomik kriz olduğunu düşünmek ve çözüm gayretlerini de bu alanla sınırlı tutmak gerçekçi olmayacaktır. Türkiye ekonomik, siyasal ve toplumsal anlamda ciddi tıkanıklıklarla karşı karşıyadır. Kriz öncesindeki işleyiş ve anlayışla yola devam edilemeyeceği açıktır; kalıcı kurumsal yenilenmelere ihtiyaç vardır.
Bu yenilenme ve yeniden yapılanma sürecini şekillendirirken, Türkiye, hem kendi içinden yükselen talep ve ihtiyaçları, hem de küreselleşen uluslararası sistemin gerekliliklerini göz önüne almak zorundadır.
Krizi yaşadığımız dönemde gelişen terör olayları Türkiye'nin "jeopolitik önemine" yeni bir boyut eklemiş ve bu gelişme kaynak gereksinimimizin karşılanmasında önemli kolaylıklar sağlamıştır. Ancak Türkiye beklenmedik gelişmelerin etkisiyle edindiği bu kaynakları iyi değerlendirerek, krizi doğuran yapısal sorunlarını çözmek ve yanlış politikalarını kesin olarak terk etmek zorundadır. Aksi takdirde kriz tehdidi ortadan kalkmayacağı gibi, dış koşullardaki lehimize değişimin avantajlarından yeterince yararlanma imkanı da olmayacaktır. Türkiye'nin kendisine biçilen uluslararası rolü hakkıyla yerine getirebilmesi için yapısal dönüşümlerini gerçekleştirmesi ve ekonomisini güçlendirmesi şarttır.
Türkiye, başta devlet ve kamu yönetimi olmak üzere pek çok alanda acil bir yeniden yapılanma ihtiyacı içindedir. Öncelikle, devlet, büyük ve hantal yapısından uzaklaşarak, daha az kaynak tüketip, daha etkin ve verimli hizmet üreten çağdaş bir işleyişe kavuşmak zorundadır. Kamu yönetiminde şeffaflık sağlanmalı, iyi yönetişim, hesap verme, hesap sorma ve denetleme fonksiyonları yaygın ve işler hale getirilerek kamuya ait kaynakların daha akılcı ve verimli kullanılması sağlanmalıdır. Kamu harcamalarında mali disiplin sağlanamadığı sürece Türkiye kriz tehdidinden kurtulamayacaktır. Kamuya ait kaynakların doğru ve etkin kullanılmasında şeffaflığın yanında diğer bir önemli adım da, siyasetin rant dağıtım aracı olmaktan çıkarılması ve ekonominin siyasi etkilerden arındırılması olacaktır.
Kamunun yeniden yapılanması, ekonominin gerçek aktörleri olan reel (mali sektör ve reel sektör) üzerindeki baskıyı azaltarak, rekabet gücüne olumlu bir etki yapacaktır. Türk sanayinin rekabet gücüne zarar veren etkenlerin pek çoğu sistemdeki zafiyetlerden kaynaklanmaktadır. Aşırı harcamalarını ve açıklarını finanse etmeye çalışan devlet, toplumun tasarruflarına el koyduğu gibi, sağladığı üretim girdileri için de rekabet ettiğimiz ülkelerdekinden çok daha yüksek fiyatlar talep etmekte ve daha yüksek vergiler uygulamaktadır.
Devletin yeniden yapılanmasının önemli bir ayağını da vergi ve vergilendirme politikaları oluşturmak zorundadır. Buradaki ilke öncelikle kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almaya çalışmak olmalı ve vergi tabanını genişletmeksizin sadece vergi oranlarını artırarak, kayıt altındaki mükelleflerin yükünü iyice ağırlaştıran uygulamalardan vazgeçilmelidir. Vergi konusu yalnızca hesapları tutturmayı esas alan bir muhasebe mantığı ile değil ekonomi üzerinde yaratacağı etkilerle birlikte düşünülmelidir.
Türkiye'nin son on yılına baktığımızda, 1990 yılında 2710 dolar olan kişi başı mili gelir, 2001'de 2200 dolara düşerken, aynı dönemde GSMH içindeki vergi ve vergi benzeri yüklerin oranı %45.8 artmıştır. Yani , tasarrufların da gelirin de büyük bölümü devlete gitmektedir.
Ekonomisini dışa açtığından bu yana Türkiye, finansal küreselleşmenin nimetlerinden yeterince yararlanamamıştır. Küreselleşmenin imkanlarından yararlanma becerisi, ülkelerin demokrasi düzeylerine ve denetim sistemlerinin kalitesine göre değişmektedir. Türkiye demokratik zaaflarının üstesinden gelmeyi, ekonomik popülizmi kırmayı ve kamuda şeffaflığı sağlayarak, denetim sistemlerini güçlendirmeyi başardığı takdirde küreselleşmenin nimetlerinden de daha fazla yararlanabilecektir.
Türkiye ekonomisinin önümüzdeki dönemde izleyeceği mecrayı ve yaratacağı fırsatları belirleyecek bir diğer yeniden yapılanma alanı da mali sektördür. Türkiye'deki ekonomik kriz kendini öncelikle mali sektörde hissettirdiği için çözüm süreci de mali sektör üzerine yoğunlaşmış ve krizi takip eden bir yıl mali sektörün rehabilitasyonu beklentisi ile geçirilmiştir. Gerçekleştirilen yasal düzenlemelerin yanında mali sektör de bu süre içinde kendi değerlendirmesini yapmak ve yeni bir anlayışı benimsemek zorundadır. Türkiye'deki bankaların ve finansal kuruluşların çoğunluğu bağlı bulundukları gruba hizmet etmek üzere kurulmuştur. Sistemin bu şekilde daha fazla yürüyemeyeceği açıktır. Gerçek anlamda bankacılık yapacak ve küresel rekabet koşullarında ayakta kalabilecek olanların desteklenmesi ve diğerlerinin de asli fonksiyonlarına dönmesi gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde, Türkiye ekonomisinin güçlenebilmesi için mali sektörün bir an önce, asli işlevini yani reel sektöre kaynak sağlama işlevini yerine getirir hale gelmesi gerekmektedir.
Krizi takip eden süreçte Türkiye, makro ekonomik dengesizlikleri ve küreselleşen dünya ekonomisinin gereklerine cevap veremeyen yapısal sorunlarını düzeltmeye yönelik bazı adımlar atmış bulunmaktadır. Yeni hatalar yapılmadığı ve Türkiye'ye de bulaşması söz konusu olabilecek uluslararası boyutta bir ekonomik, siyasi veya askeri kriz çıkmadığı sürece yeniden yapılanma gayretlerinin, önümüzdeki dönemde olumlu sonuçlarını göstermeye başlaması beklenebilir. Kriz sonrasında, kısmen sağlıklı hale getirilen ve yabancı kuruluşların da payının arttığı daha disiplinli bir mali kesim ve gerçekleştirilen diğer yapısal reformlar bir arada düşünüldüğünde bu konuda ümitli olmamız için nedenler olduğu görülecektir.
Türkiye krizle birlikte, son yirmi yıldaki yanlış uygulamalar sonucu üretim ekonomisinden uzaklaşıldığı gerçeğini kabul etmiş, mevcut ekonomik ve toplumsal sorunların yalnızca üretimle çözülebileceğini anlamıştır. Uygun bir yatırım ve üretim ortamı yaratılmasının ülkemiz için vazgeçilemez ve acil bir zorunluluk olduğu tüm kesimler tarafından kabul edilmiştir. Bu çerçevede, kamudaki yeniden yapılanma süreci sonrasında önümüzdeki dönemde, geçmiş yıllara kıyasla, çok daha iyi bir yatırım, üretim ve girişim ortamının oluşacağı kuşkusuzdur. Faiz ekonomisi terk edildikçe toplum çok daha üretken olacaktır.
Yatırım ve üretim ortamı ile ilgili çok önemli bir başlık da uluslararası doğrudan yatırımlardır. Türkiye, uluslararası doğrudan yatırımlardan çok düşük bir pay almaktadır. Kriz, yatırımların önündeki bürokratik, hukuki ve idari engellerin kaldırılarak, ülkemiz koşullarının uluslararası doğrudan yatırımlar için daha uygun hale getirilmesi zorunluluğunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Son dönemde, doğrudan yatırım girişini kolaylaştıran bazı düzenlemeler gerçekleştirilmiştir ancak gereken asıl şart, makro ekonomik dengelerin yerine oturması ve siyasal ve ekonomik istikrarın sağlanmasıdır.
Kamu kesiminin üzerine düşen reformları gerçekleştirmesi ve mali sektörün yeniden yapılanarak daha etkin hale gelmesi yaratacağı olumlu etkiler nedeniyle dolaylı olarak reel sektörün rekabet gücünü artıracaktır. Ancak rekabet gücünü artıracak atılımları gerçekleştirmek esas olarak reel sektörün sorumluluğudur ve reel sektörün yeniden yapılanmadan muaf olduğu düşünülmemelidir. Sanayimizin rekabet gücünü artırmaya yönelik olarak geçirmesi gereken bazı yapısal değişimler vardır. Öncelikle, yalnızca geleneksel sektörlerde geleneksel iş yapma biçimlerimizi devam ettirerek rekabet gücümüzü artıramayacağımız kabul edilmelidir.
Küreselleşen pazarlarda alıcı bulabilecek rekabet gücüne sahip, yüksek katma değerli mal ve hizmet üretimi hedeflenmelidir. Bunun için mal ve hizmet üretimlerinde kalite artırıcı maliyet düşürücü teknolojiler uygulamaya konmalı; yeni iş olanakları yaratacak katma değeri yüksek mal ve hizmet üretimleri için yatırımlar yapılmalıdır. Günümüz koşullarında, düşük katma değerli geleneksel sektörlerde rekabet gücü sağlayan en önemli faktörlerden birisi ölçek ekonomisidir. Bunu yakalamanın yolu da şirket birleşmelerinden geçmektedir. Ölçek ekonomisini yakalamanın yanı sıra şirketlerin mevcut aile yapısından çıkmayı hedeflemeleri de gerekmektedir.

Teknoloji, insan kaynakları, finansal kaynaklar gibi tüm kaynaklar mobil hale getirilerek, esnek ve dinamik yeni bir yapıya taşınmalıdır. Teknoloji merkezleri ve üniversiteler sanayi şirketlerinin vazgeçilmez ortakları olmak zorundadır. Taraflar arasında işbirliği derinleşerek, süreklilik sağlayan bir şekilde teknolojik gelişme evrimi başlatılmalıdır. İhalelerde ve özellikle büyük projelerde ülke içinde Ar-Ge'yi destekleyen bir yaklaşım geliştirilmelidir. Bilim ve teknolojinin gelişmesinde savunma sanayi büyük bir önem taşımaktadır. Başka ülkelerin savunma Ar-Ge'lerini finanse etmek yerine kendi savunma sanayimiz güçlendirilmeli, buradaki gelişmeler teknolojik dönüşümle yakından ilişkilendirilmelidir. Sanayimiz mutlaka teknolojik gelişmeyi hedefleyecek şekilde yeni bir yapılanmaya gitmelidir.
Yaşadığımız şiddetli kriz, bir yönüyle topluma ciddi bir maliyet getirirken öte yandan işletmelerin yeniden yapılanma ve küresel rekabet koşullarına uyum süreçlerini hızlandıracak bir etki de yaratmıştır. Kriz nedeniyle, işletmelerin birçoğu verimliliklerini ve iş süreçlerini sorgulamış, yerli ve yabancı ortaklık arayışlarını hızlandırmıştır. İç talepte yaşanan büyük daralma, firmaları ihracata yöneltmiş ve uluslararası pazarlara açılma konusunda deneyimlerini artırmıştır.
Krizin yarattığı olumsuz ekonomik koşullar, geçmiş döneme göre işletmelerin değerini aşındırmıştır. Ortaklık arayan ve ortaklık hisse bedelleri gerileyen, eskiye oranla daha rekabetçi işletmeler şimdi yatırımcılar açısından çok cazip duruma gelmiştir.
Krizin yarattığı büyük bir tahribat da istihdamda yaşanan daralma olmuştur. Ücret düzeyleri gerilerken nitelikli işsiz sayısı artmış ve işsizlikten etkilenen nüfusun toplamı Cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamına erişmiştir. Bu olumsuz gelişme, ortaya çıkardığı nitelikli fakat Batı'ya göre çok daha ucuz işgücü imkanı ile Türkiye'nin girişimcilere sunduğu bir diğer fırsat olarak değerlendirilmelidir. Türkiye girişimcilere, nitelikli olduğu kadar genç bir nüfus yapısının da avantajlarını sunmaktadır. Bu avantaj önümüzdeki çeyrek yüzyıl boyunca da geçerli olacaktır. Kısa sürede birçok krizle karşılaşan ve bu konuda deneyim kazanan bir sermaye piyasası, halen kazandırma potansiyeli yüksek hisse senedi piyasaları ve bunlara bir de satın alma gücü düşse de büyük bir iç pazar potansiyeli eklendiğinde, yeni dönemde Türkiye'nin yatırımlar açısından dünyanın en uygun ülkelerinden birisi olma ihtimali yükselmektedir.
Kaldı ki başlangıçta da belirttiğimiz gibi kriz döneminde yaşanan uluslararası gelişmeler sonuçları itibariyle bir anlamda Türkiye'nin lehine olmuştur. 11 Eylül sonrasında Türkiye'nin ABD için önemi artmış ve iki ülke arasında gelişen "stratejik ortaklık" anlayışının yalnızca siyasi ve askeri boyutla sınırlı kalmayıp, ticari ve ekonomik alanlara da taşınması gerektiği konusunda karşılıklı bir uzlaşma zeminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yakın dönemde gerçekleştirilen ikili temaslar sonucunda, Türkiye'de de, Ürdün ve İsrail'de uygulanan türden "qualified industrial zones" -nitelikli sanayi bölgelerinin- oluşturulması yönünde bir prensip kararının alınması önemli bir gelişmedir. ABD'nin bölgede ekonomik olarak da güçlü bir Türkiye yaratılması yönündeki öncülüğü diğer yatırımcılara da örnek olacaktır. ABD ile geliştirilen bu ilişkilerin dışında, sorunları olsa da Avrupa Birliği adaylığına ilişkin müzakere taksimi süreci de önümüzdeki günlerde büyük önem kazanacaktır.
Türkiye, 1980'lerde başlattığı dışa açılma, dış ticaretin serbestleşmesi ve ihracata dayalı büyüme modeli ile ihracatında önemli artışlar sağlamıştır. Bu artışa ihracatın yapısında dikkate değer değişmeler eşlik etmiş olsa da ihracatımızın dünyadaki genel gelişme trendini yakalayabildiğini söylemek mümkün değildir. Önümüzdeki dönemde, sanayimizde gerçekleştireceğimiz teknolojik atılımla bir taraftan ürünlerimizi ihracata daha uygun hale getirirken öte yandan ürünlerimizi pazarlama anlayışımızı da yeniden biçimlendirmemiz gerekmektedir.
Coğrafi konumu düşünüldüğünde, Türkiye'nin, Balkanlar, eski Sovyet Cumhuriyetleri, Orta Asya ve hatta Orta Doğu'ya açılan bir kapı olduğu tartışmasızdır. Coğrafi yakınlığın ötesinde çevremizdeki ülkelerle geçmişten getirdiğimiz tarihi ve kültürel yakınlık, Türkiye'yi bölgede kilit bir ülke konumuna getirmektedir. Ancak Türkiye bugüne kadar bu yakınlıkları iyi değerlendirerek, ekonomik ve ticari kazanımlara dönüştürmek konusunda yeterince başarılı olamamış, komşularıyla ticareti ihmal etmiştir.
Türkiye en iyi barışın ekonomik ilişkilerden geçtiğini öğrenmekte de geç kalmıştır. Türk dış politikası ancak son 20 yıldan bu yana ekonomik ilişkiler üzerinde şekillenmeye başlamıştır. Oysa hızla gelişmesi beklenen ve kişi başına gelirlerini artırma potansiyeli bulunan bölge ülkeleriyle yakın ve iyi ilişkiler geliştiren bir Türkiye, askeri gücünün ötesinde diğer nitelikleriyle de çevresindeki 200 milyon insanın her konuda öncüsü olabilir. İstikrarlı bir ekonomi ve politika ile bütün ülkelere yol gösterebilir. Türkiye'nin özellikle uluslararası ekonomik ilişkiler ve kurumlar konusunda, çevresindeki ülkelerle paylaşabileceği önemli deneyimleri vardır.
Türkiye'nin çok büyük bir zenginliği de eğitim düzeyleri düşük olsa bile büyük bir müteşebbis ruh taşıyan girişimcileridir. Bu fırsatlardan öncelikle yararlanması gereken girişimcilerin başında ise şüphesiz ki ülke dışındaki Türk işadamları gelmektedir.
Yurt dışında yaşayan ve o ülkelerde yatırımları olan Türk işadamları yeni yatırımlarını Türkiye'ye yönlendirmelidir. Yeni dönemde Türkiye, sabit sermaye yatırımlarını çekerek, katma değer yaratan kısaca üreten bir ülke olmak zorundadır. Türk işadamlarının bu sürece katılması ülkeye olduğu kadar kendilerine de yarar sağlayacaktır.
Böyle bir durumda iş dünyasının birilerinin fırsatları onlara göstermesini beklememesi gerekir. Zira, hiç kimse fırsatları, o fırsatı kullanmak için her türlü kaynaklarını kullanmakla karşı karşıya olan bir iş adamı kadar iyi değerlendiremez.

OPPORTUNITIES IN THE TURKISH ECONOMY IN THE NEW ERA


In addition to causing serious dire straits, economic crises are also occasions for new opportunities towards the restoration of systems. Turkey needs to carry out a structural transformation to restore its system. This involves transparency, good governance and accountability in the public administration as well as a sound system of taxation and a rehabilitated financial system. Meanwhile, direct foreign investments should be attracted to Turkey and Turkish industry should be made more competitive in global markets. Our country needs a flexible pool of resources which would include technology, human and financial resources that are made more mobile. In the post-Sep. 11th era, Turkey is more important than ever as far as its strategic positioning is concerned. This also provides Turkey with certain opportunities to go into partnerships with the Western world in a context where the US definitely wants to see a key ally that is economically strong in this part of the world. Yet, we could also play a leading role for the 200 million people that live around our country and who are in need of a pioneer with a leading role in their region.

# # # # # # # #