CENGİZ AKTAR
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi
Member of Faculty at Galatasaray University


Zamana Karşı Yarış


Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında 3 Ağustos'ta fevkalade çetin bir satranç karşılaşması başladı. Karşılaşma AB Konseyi'nin Kopenhag Zirvesi'nin son günü 13 Aralık Cuma öğleden sonra sona erecek. Genişleme sürecinin icracısı olan Avrupa Komisyonu'nun 9 Ekim'de yayımladığı Türkiye'nin adaylıkta kaydettiği ilerlemelere ilişkin raporu tamamen bu çerçevede değerlendirmek ve bundan sonraki hamlelerimizi raporun içeriğini dikkate alarak yapmamız gerekiyor. Zira rapor, Türkiye'nin AB adaylığının gidişatı, bir sonraki evresi ve ülkemizin AB yolunda attığı adımların ne derece değerlendirildikleri konusunda birçok ipucu içeriyor. Raporda ciddiyetle üzerinde durmamız gereken dört temel veri bulunuyor.

Birincisi ve muhtemelen en can alıcısı, TBMM'nin 3 Ağustos'ta yasalaştırdığı 14 maddelik son uyum paketinin siyasi anlamı, Komisyon raporunda hakkıyla değerlendirilebilmiş değil. Dolayısıyla 1998'den bu yana Türkiye ile ilgili rapor yayımlayan Komisyon'un bu yılki çalışması öncekilerden pek farklı değil. Geçen sonbahardan bu yana yapılan yasal değişikliklerin Cumhuriyet devrimleri ayarında yasal düzenlemeler oldukları kavranmamış ve dolayısıyla rapora yansıtılmamış. Çalışma özensiz, vizyonsuz ve kuru bir fotoğraf.
Komisyon, bürokratik bir zihniyetle "şu eksik, bu tamam" çentikleriyle "check list" çalışması yapmış. Türkiye'nin tarihi siyasi hamleleri teknik değerlendirmeye tabi tutularak basit bir gelişme gibi gösterilmiş.
Dolayısıyla ve ikincisi rapor, Türkiye'nin adaylığının bir sonraki evresi konusunda dolaylı bir tavsiyede bulunuyor: "Türkiye Kopenhag Siyasi Kriteri'ni tam anlamıyla yerine getirmiyor" derken böyle bir aday ile müzakerelere başlanamayacağından, müzakerelerin başlamasını tavsiye etmiyor. Üçüncüsü ve genişlemeden sorumlu Komiser Verheugen'in yalanlamalarına rağmen, Komisyon'un raporunda ülkemizin AB adaylığı ve müstakbel üyeliğine yönelik ve AB kurumlarının daha önce bir iki kez dile getirip kağıda dökmedikleri "özel statü"yü çağrıştıran tavsiyeler bulunuyor. En "çekici" tavsiye Gümrük Birliği'nin kapsamının genişletilmesi ve bu sayede Türkiye ile AB arasındaki ticaret ve yatırım sermayesi akışının derinleştirilmesi. Dördüncüsü ve tekrar ilk noktanın sonucu olarak rapor, Kopenhag Siyasî Kriteri'ndeki eksikliklere ve özellikle aksayan uygulamaya dikkat çekiyor. Bunların zaman içerisinde giderilmelerini öğütlüyor.
Bu dört noktaya bir beşincisini de ekleyelim: Tüm adayların ele alındığı "Strateji Belgesi"nde hazırlıklarını tamamlamış olan Kıbrıs'ın güneyinin üyeliğine yeşil ışık yakılıyor.
Sivil toplumu, bürokrasisi ve siyasileriyle ülkenin önünde bugünden 13 Aralık'a kadar giden, artık hiçbir şekilde heba etme lüksümüz olmayan bir zaman süresi var. Raporun açıklanmasıyla paldır küldür tekrar gündemin tepesine oturan AB konusunu gündemde tutmamız, ne istediğimizi anlaşılır biçimde koyarak kolları sıvamamız, dışarıda muhataplarımızı net bir biçimde belirleyerek neyi niçin hak ettiğimizi açıkça dile getirmemiz, içerde ise uygulama ve milletvekili seçimleri konusunda kararlı bir duruşta olmamız gerekiyor.
Kopenhag Siyasi Kriteri'nde Türkiye'nin 3 Ağustos kararlarıyla gösterdiğine benzer bir iradeyi beyan eden her aday ülke, üyeliğe hazırlık çalışmalarına koşut olarak katılım müzakerelerine de başlar. Aralık 1999 Helsinki Zirvesi ile hayata geçirilen bu yeni katılım stratejisinin amacı güçlü bir siyasi tavır sergilemiş olan adayları artık geri dönüşsüz bir perspektif içine sokmak ve böylelikle hem onlara hem de dış dünyaya bu ülkelerin istikballeri konusunda güvence aşılamaktır.
Ağır aksak hazırlanan, en dişe dokunmayan anabaşlıkları müzakere eden ancak, buna rağmen üyelik perspektifleri konusunda hiçbir kaygıları olmayan, yabancı yatırımcıya da bu sayede yeterli güvenceyi vermiş bulunan Bulgaristan ve Romanya bu stratejinin başarısının somut kanıtlarıdırlar.
Türkiye'nin de artık bu perspektifi alması gerekiyor. Üstelik bu perspektifi, AB dinamiğinin Türkiye için aciliyet ve hayatiyetini kavramaktan uzak, AB üyeliğini bir dış ilişki zanneden, ülkemizin müzakereler başladığında muazzam sorunlarından ötürü en az on yıl alacak bir hazırlıktan sonra üye olabileceğinden habersiz, bilgisi olmadan düşüncesi olan yorumcuların belirttiği gibi ileriki bir tarihte değil, hemen ve en geç 13 Aralık'ta alması gerekiyor. Zira ne Türkiye'nin ne de diğer adayların AB üyeliğine, Türkiye'nin bu zamana kadar yapmaya çalışıp altından kalkamadığı gibi, AB kurumlarının desteği olmadan hazırlanması mümkün değil. AB kurumları da haklı olarak sadece müstakbel üyeliklerine kesin gözüyle bakılan ve hazırlıkla müzakereyi bir arada götüren ülkelere tam destek veriyor. Türkiye bu destekten mahrumdur ve eğer bu kafada gidip müzakerelerin başlaması için "tarih" istenmeye devam edilirse, toplumumuz AB mevzuatı ve uygulamalarının nemasını, bugüne kadar olduğu gibi, görmekten mahrum kalacaktır. Fakat dilimize pelesenk ettiğimiz "tarih" ve "takvim" talepleri maalesef bir haftadır AB'li yetkililerce de telaffuz edilir oldu. Avrupa ile ilk teması 31 Temmuz 1959'da yapmış bulunan Türkiye'nin daha ne tarihine ihtiyacı olduğunu anlamak mümkün değildir. Üstelik kendi uydurduğumuz ve aleyhimize olan bu talep şimdi AB tarafından da "makul" bulunmaya başlandı. Her ne kadar gelişmeler bu yönde ilerliyorsa da talebimizin "müzakerelerin hemen başlaması"olması gerekiyor.
Reddedilmesi gereken bir diğer "çözüm" özel statüdür. Özel statüye razı olmak üzere olan ve ekonomik kalkınmanın her derde deva olacağını zanneden dar görüşlülerin dikkat etmesi gereken hususlar şunlardır: AB bu coğrafyada oluşacak, Çin benzeri pazar ekonomisi kurallarıyla işleyen bir diktatörlükle de alışveriş yapar. Ama böyle bir işbirliği ortamında Kıbrıs, Ege kıta sahanlığı, kaçak göç, uyuşturucu ticareti gibi ortak sorunlara çare bulunamaz. O ülkeye ne kalıcı bir siyasi istikrar ne de ileriyi görmeyi sağlayacak bir ekonomik istikrar gelir. Üç-beş tişört daha satar, tıkanır kalırsınız. Ama bu arada ülkenin akut siyasi, iktisadi ve toplumsal sorunları kısa bir zaman zarfında ülkeyi yönetilemez hale sokabilir.
Bugünlerde Türkiye'nin AB adaylığında bir sonraki evreyi belirleyecek olan kararla ilgili Brüksel'den sızdırılan manipülasyon amaçlı haberleri buralarda ciddiye alarak politika önerilerinde bulunanlar çıkıyor. Yeterli bilgiye sahip olunmadan yürütülen bu fikirler etkin kalemler tarafından dile getirilince tam da Brüksel'deki Türkiye karşıtlarının istediği olmuş oluyor. Avrupa Komisyonu tarafından devrevi olarak gündeme getirilen özel statü, Gümrük Birliği'nden bir gömlek üstün ama üyeliğin çok gerisinde kalan, Komisyon yetkililerinin dahi nasıl uygulanacağını bilmedikleri, ilerde Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya'ya uygulanması düşünülen "ad hoc" bir statüdür.
Bugün, özel statüyle yetinelim diyenler, iş dünyasında Aralık 1997 Lüksemburg Zirvesi sonrasında ilişkiler fena halde soğuk iken "aman ne yaparsanız yapın ama Gümrük Birliği'ne dokunmayın" diyenlerin uzantısıdır. Türkiye Aralık 1997'den Aralık 1999'a giden iki yılı sineye çekti ve Gümrük Birliği'ne dokunmadığı gibi kararın vecibelerini yerine getirmeye devam etti. Bu sefer durum farklı. Gümrük Birliği, Türkiye'nin 1959'dan beri AB'ye üyelik yolunda attığı adımların sadece bir evresi olarak düşünülmüştür.
1963 Ankara Anlaşması ve özellikle 1973'de yürürlüğe giren Katma Protokol, süreci bu şekilde tarif eder. Eğer Katma Protokol harfiyen uygulanabilseydi 22 yıllık geçiş döneminin sonunda Türkiye sadece Gümrük Birliği kapsamına giren anabaşlıklarda değil birçok başka anabaşlıkta da uyumu sağlamış olacaktı. Bugün özel statüyü kabul etmeye razı olanların iki hesabı var. İlkin aralarında AB normlarının iş ilişkilerine getireceği zorunlu iyileştirmelerin rekabeti engelleyici olduğunu düşünenler az değil. İkincisi bu statünün öngördüğü yeni ticaret olanaklarının iyi bir fırsat olduğu sanılıyor. Bunlar maalesef ham hayaldir. Zira AB'nin ticari açılımı tartışılmaz üretim norm ve standartlarını üreticinin önüne koyacaktır. Örneğin sütlü mamul ihraç etmeye kalktığınızda sütü veren ineğin menşeine varan bilgileri verebilmeniz gerekiyor. Norm ve standartları tutturmanın en kolay ve masrafsız yolu da AB Müktesebatı'na yani bu konulardaki AB mevzuatı ile uyum sağlamaktan geçiyor. Bu da zaten üyeliğe hazırlık demek!
Komisyon, yayımladığı raporlar sonrasında artık bir anlamda devreden çıkmıştır. Zaten genişlemenin evreleri konusundaki kararları AB üye ülkelerinin siyasi otoriteleri alır. Dolayısıyla muhataplarımız 15 üye ülkenin dışişleri ve AB işlerinden sorumlu en üst düzey siyasi otoriteleridir. Tepkilerimizi onlar nezdinde dile getirmek ve iletişimimizi bu şahsiyetlere yönelik şekilde yoğunlaştırmamız gerekiyor. Hatta bunlar arasında ağırlığı olan Almanya ve Fransa'nın siyasilerine yönelik çalışmamız gerekiyor.
Bu kısa zaman zarfında yapılacak diğer girişimler, örneğin Avrupa Parlamentosu veya G. Verheugen'de dahil olmak üzere Genişleme Genel Müdürlüğü sorumlularını muhatap alacak celallenmelerin hiçbir faydası olmayacaktır.
Eylül ayında bazı AB başkentlerindeki temaslarımızdan anlaşılan AB ülkelerindeki siyasi karar alıcıların, 3 Ağustos kararlarının anlamını tam olarak bilmediği, bilseler de uygulanacaklarına inanmadıkları. Bu tavırda, üç yıldır aday olmasına rağmen siyasi kriterde hiçbir ciddi adım atmamış olan Türkiye'nin inandırıcı olmadığı gerçeği yatıyor. O yüzden "on ikiye beş kala" alınan 3 Ağustos kararlarının, her şeye rağmen, merkeziyetçi, milliyetçi ve militarist eğilimlerin egemen olduğu bir ortamda alınabilmiş olmasının alelade bir gelişme olmadığını usanmadan anlatmamız, reformların içeriğinin yoğun iletişimini yapmamız gerekiyor. En önemlisi, Avrupalılar'ın bu reformların bir anlamda AB dinamiği sayesinde olabildiğini ve Türkiye'yi tepeden tırnağa değiştirerek çağına ayak uydurmasını sağlayacak olan bu ivmenin önünün kesilmemesi gerektiğini anlamaları gerekiyor.
3 Ağustos kararlarının en az diğer aday ülkelerin müzakerelere başlamadan gösterdikleri siyasi irade beyanları kadar güçlü olduğunun bıktırana kadar anlatılması gerekiyor. Ülkemiz bu sayede diğer adaylar için olduğu gibi adaylık sürecine, hazırlıkla müzakereyi birlikte sürdürerek devam etme hakkını elde etmiştir: Türkiye'nin talebi müzakerelerin 13 Aralık sonrasındaki ilk çalışma gününde başlamasıdır. Bu konularda iletişimin sivil girişimlerce, hatta hükümeti, AB ve demokratikleşme konusunda eleştiren guruplarca yürütülmesi mesajın ve içeriğinin inandırıcılığını arttıracaktır.
AB'li siyasi karar vericilerin kavraması gereken bir diğer mesele Kıbrıs'taki gelişmelerle alakalı. Eylül başındaki DenktaŞ-Klerides arasında geçen New York Birleşmiş Milletler toplantısından kimse bir sonuç beklemiyordu. Ama bu toplantının önemi 12-13 Aralık zirvesinden önceki son toplantı olmasıydı.
Dolayısıyla "Kıbrıs" başlığında, tahmin ettiğimiz gibi, Kopenhag'a dek çözüm olmayacak. Ya da son saniyede bir gelişme olacak. O zamana dek yeni hükümet kurulamayacağını varsayarsak şimdiki hükümetin Kıbrıs konusundaki uzlaşmaz tavrı Kopenhag esnasında belirleyici olacak. Çözümsüzlük adanın güneyinin üyeliği anlamına gelecekse AB bu kararı aldıktan sonra Türkiye ile müzakereleri açmamayı göze alamaz. Eğer alırsa bu, Aralık 1999'dan beri sürdürdüğü Türkiye politikasının iflası anlamını taşır ve ilişkiler muhtemelen, adaylığımızın reddedildiği Aralık 1997 Lüksemburg Zirvesi'nden sonra yaşanılan soğukluğu aratır hale gelebilir. Burada artık bir yol ayrımı söz konusu olabilir. Zira müzakerelerin başlamaması ülkedeki AB taraftarlarını tecrit eder, bunun karşılığında ulusal egemenlikçi sol ve sağın ideolojik başarısı ülkenin AB dışında arayışlara girmesine yol açabilir. Bu çerçevede, "dışlanmış" ve böylece AB dinamiğinden mahrum kalmış bir Türkiye sonunda otoriter çözümleri gerektirecek toplumsal, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa hızla kayabilir. Bunun sonuçları ne Türkiye ne de AB ülkeleri için hayırlı olur.
Komisyon'un müzakerelerin başlamaması konusundaki üstü kapalı tavsiyesi, içinde bulunduğumuz seçim kampanyasını ister istemez AB karşıtı yönde etkilemiştir. AB üye devletlerindeki siyasî otoritelerin bu vahim hatayı bir an evvel dengeleyecek beyanlarda bulunmaları gerekiyor. Y. Papandreu'nun bu yönde bir açıklaması oldu ancak AB'nin ağır toplarının da bunu dillendirmeleri gerekiyor.
AB ülkelerinden gelen sinyaller 3 Kasım seçimleri sonuçlarının ülkemizle ilgili kararı etkileyeceği yönünde. Bu sinyalleri yine bir "onur meselesi" yapmadan özellikle AKP'nin, daha önce ABD'de yaptığı gibi, acil bir AB turuna çıkmasını defalarca dile getirdik. AKP Avrupa'da katiyen tanınan bir parti değil ve etkin bir tanıtıma hem kendisi hem de Türkiye açısından büyük ihtiyaç var.
Uygulamada azami duyarlı olmamız gerekiyor ancak Komisyon raporunda sıralanan sorunlara önümüzdeki iki ayda kalıcı çözümler üretmemizi beklemek gayri ciddi olur.
3 Ağustos yasaları ise, anlam ve içerikleri dolayısıyla uygulanmaları zaman alacak ve derin bir zihniyet devrimi gerektirecek düzenlemeler. Hükümet, koalisyon ortakları arasındaki husumetten ötürü 3 Ağustos uyum paketinde öngörülen bazı yasal düzenlemelerin yönetmeliklerini çıkarmakta dahi zorlanıyor. Ama çıkardıklarında, bir eliyle verdiğini diğer eliyle geri alma kurnazlığını yapmamalı. Bunun en bariz örneği 4 Ekim 2002 tarihli "Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri ve Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları Hakkında Yönetmelik"tir. Bu yönetmelik bürokratik engeller vasıtasıyla fiiliyatı neredeyse imkansız kılan ve bu anlamda arkasındaki yasanın ruhuna ters düşen tipik bir tasarruftur.
Askeri bürokrasinin, Türk siyasi hayatındaki yerini sorgulayan AB çıkışlı görüşler konusunda her fırsatta fikir beyan etmesi, askeriyenin siyasetteki yeri dolayısıyla Türkiye'nin hiçbir zaman AB üyesi olamayacağını dile getiren AB'lilerin konumunu güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Manisalı işkenceci polisler davası gibi toplum vicdanını yaralayan ve rayından çıkmış hukuki süreçlerin tekrar normal seyirlerine dönmeleri dahi hukukun üstünlüğünü kanıtlayacak gelişmeler olarak toplum ve AB'li gözlemciler tarafından kayda geçirilecektir. Ülkemizin demokratikleşmesinin önemini kavramış birey ve grupların bu sürece sahip çıkmaları, uygulamanın takipçisi olmaları ve uygulamayı engelleme girişiminde bulunanları teşhir edecek yapıları geliştirmeleri gerekiyor. Bu işler elbette önümüzdeki iki ayda gerçekleşecek işler değil, ancak demokratikleşmenin yasama erkiyle sınırlı olmadığını şimdiden ve her fırsatta gösterebilmemiz gerekiyor.
İstikbalimizi garanti altına almak için, AB ile bütünleşmenin ülkenin önündeki en akılcı ve gerçekçi seçenek olduğunu hisseden ve düşünen seçmenlerin oylarını ülkeyi AB'ye taşımayı taahhüt eden partilere vermeleri beklenir. Parti programlarında muğlak bir biçimde değil açıkça AB perspektifi konusunda taahhütlerde bulunan, AB politikalarından haberdar, AB'nin barış felsefesini hazmetmiş ve o yönde çözümler üretme arzusu taşıyan siyasilerin seçmenlerin oylarına şayan olmaları gerekir.
Şu sıralarda AB başkentlerinde dile getirilen en revaçta senaryo müzakerelerin siyasi kriterde atılması istenecek ilave adımlar sonrasında başlaması. Bu senaryonun bir de Kıbrıs ayağı mevcut. ABD'nin girişimiyle Kıbrıs'ta bulunacak bir son dakika formülüyle adanın tamamının üyeliğinin yolu açılacak.
Makul görünse de senaryonun bir çok bilinmeyeni var: Başta seçimden çıkacak hükümetin AB ve Kıbrıs konularındaki tavrı; arkadan ilave adımların ne olacakları ve yerine getirilmeleri için tanınacak zaman.
Zira bizim temel sorunsalımız artık şu: Türkiye ivedilikle bir AB perspektifine sahip olmaksızın şimdiden yalpalayan toplumsal barışını, siyasi istikrarını, ekonomik gücünü ve hatta coğrafi bütünlüğünü ayakta tutabilir mi?

"RACE AGAINST TIME"


The period that started on 3 August between Turkey and the European Union (EU) will be finalized on 13 December at the EU Summit in Copenhagen. The EU Commission released a Progress Report for enlargement on 9 October. It should be noted that the political significance of the approval by the Turkish Parliament of the adaptation package on 3 August has not been understood and reflected fully in the report, though these legal reforms should be marked as a major step in the history of the Republic. Consequently, it is recommended that accession talks for Turkey should start at this point, until it meets with the Copenhagen political criteria. Other recommendations are in the form of "special status" and also the enlargement of the scope of the Customs Union. Also, there is a "green light" for membership of Greek Cypriot Side. Until 13 December, it is Turkey's duty to keep the EU issue in the agenda by making everything possible in the domestic and foreign arena, and forming direct contact with its foreign counterparts, to explain clearly what its rightful expectations are. The implementation of the reform package and parliamentary elections should be followed up closely.
Turkey should adopt the EU Copenhagen political criteria displaying a powerful political attitude and pursuing a no-return perspective the latest on 13 December. Turkey's target at this point should be the "start of talks immediately". The proposed "solution" of special status should also be refused because though it may increase trade in short term, it will make political, economical, and social problems impossible to solve in the country in long term.
At this point, Turkey should form direct contact with the decision-making authorities for EU enlargement issues who are the high-level officials of the 15 member countries responsible for foreign and the EU affairs, and explain them the significance of the legal reforms and the resolution of the country for their implementation, also the negative results of a possible unilateral Greek Cypriot accession. The government should be resolute in fulfilling the reforms but this will take some time because there is need for a reform in mentality. The military should not interfere with the political arena. All individuals and groups with democracy awareness should follow closely the policies of the government and the effectiveness of the legislative system and vote for parties that make their EU perspectives clear in their campaigns. The question is: Will Turkey be able to keep its struggling social peace, economy and geographical integrity without an EU perspective?

# # # # # # # #