CENGİZ AKTAR
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi


2004 SONUNDA VERİLECEK KARARI BUGÜNDEN HAZIRLAMALIYIZ


Gelecek yıl bu zamanlar Avrupa Birliği'nin (AB) siyasî yetkilileri Türkiye'nin tam üyelik süreciyle ilgili hayatî bir karar arifesinde olacaklar. AB'nin Aralık 1999'da Helsinki Zirvesi'nde adaylığını teslim ederek başlattığı yeni Türkiye politikasının "hakikat vakti" tam üyelik için gereken müzakere sürecinin başlatılması kararında somutlaşacak. Aday Türkiye teknik olarak, katılım sürecinin müzakere evresine başlamak için gereken güçlü siyasî iradeyi çoktan gösterdi ve ardarda çıkan uyum paketleriyle değil müzakere evresine ulaşmak, tam üye olmak için gereken reformları yapar hale geldi.

Hükümet ve Meclis, Avrupa'nın kendisinden hiç beklemediği bir performansı, üstelik Irak savaşının belirlediği zor bir ortamda başarıyla ortaya koydu. Ancak bunlar Türkiye'nin üyeliği konusunda kuşkulu ve kararsız AB politikacıları için yeterli olmayabilir. O yüzden, bir yandan yasaların uygulanmaları için azamî çaba sarf etmek, diğer yandan AB yetkilileri ve özellikle de Alman ve Fransız siyasîlerle güçlü ve kesintisiz bir diyalog içinde olmak gerekiyor.

Kararı kim, nasıl alacak?

Daha önce diğer aday ülkeler için de yapıldığı gibi Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararını AB üye ülkeleri hükümetleri konsensüsle alacak. Bazı yorumcular şimdiden muhtemel Yunanistan vetosundan söz etmeye başladı, halbuki karar için oylama yapılmıyor. Kararın alınması için gereken Kopenhag Siyasî Kriteri'nde yeterlilik değerlendirmesi, genişleme sürecinin icracısı olan Avrupa Komisyonu tarafından 2004 yılı Ilerleme Raporu ile yapılacak. Ancak raporu kaleme alacak olan Komisyon'un bağımsızlığını ve tarafsızlığını büyütmemek gerekiyor. Ne de olsa Günter VERHEUGEN, Genişlemeden Sorumlu Komisyon üyesi tayin edilmeden önce Almanya Dışişleri Bakan yardımcısıydı, gelecek yıl Komisyon'un değişmesiyle görevini bıraktığında tekrar Alman hükümetinde bir göreve gelebilir.

Nitekim VERHEUGEN Türkiye ile ilgili demeçlerinde tarafsız bir teknik yetkilinin bir aday ülke hakkında söyleyebileceklerini aşan ifadeler kullanmaktan hiçbir zaman çekinmedi.

VERHEUGEN ekibinin 2004 yılı sonundaki Türkiye değerlendirmeleri tıpkı geçen yılki Ilerleme Raporu'nda yapıldığı gibi son kararı alacak olan hükümetlerce yönlendirilecektir. Ama öte yandan Komisyon raporunun menfî çıkmasını sağlamaktan kaçınmak ve böylece davayı baştan kaybetmemek gerekiyor.

Siyasî uyum ve özellikle uygulama bu çerçevede son derece önemli. Ancak AB, Aralık 2002'de Kopenhag Zirvesi'nde müzakerelere başlama kararını almayarak ve özellikle bu yılki Katılım Ortaklığı'nın güncelleştirilmiş halinde sıraladığı önceliklerle, Türkiye ile müzakerelere başlamak için gereken siyasî uyumun çıtasını çok yükseğe koydu.

Neredeyse yüzyıldır birikmiş temel sorunları bu denli kısa bir zaman zarfında çözmek mümkün değil. Ayrıca, Katılım Ortaklığı ön çalışmaları esnasında Dışişlerinin gayet isabetli bir şekilde Komisyon'dan siyasî önceliklerin olabildiğince somuta indirgenmesi talebinin, teamüle aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildiğini ve AB için Siyasî Kriter'in ucunun açık olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bu konum, her şeyden önce ülkenin hayrına olan bu reformların gerçekleşmeleri konusunda her çabanın sarf edilmesini elbette engellememeli. Fakat diğer taraftan gerçekçi olmak, müzakerelere başlama kararının önündeki iç ve dış engelleri bilmek ve stratejiyi buna göre belirlemek gerekiyor.

Konu teknik değil siyasîdir

İçerde, uyum yasalarının çıkmasına koşut olarak, 2004 yılı sonuna kadar kalan zaman zarfında bürokrasinin AB üyeliğine karşı olan unsurları, belli bir medyanın desteğiyle, Türkiye'nin adaylığının teslim edildiği Aralık 1999 Helsinki Zirvesi ve özellikle müzakerelerin başlatılması kararının beklendiği Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi öncesinde yapıldığı gibi ilişkileri gerecek ve Türkiye'yi istemeyenlerin elini güçlendirecek girişimlerde bulunmayı sürdürebilir.

Buna, uygulayıcıların yeni yasaları "eski köye yeni adet" olarak algıladıklarını ve kötü adetlerin kolayca değişmeyeceğini eklemek gerekiyor. Siyasî otoritenin, bilinçli engelleme girişimlerini boşa çıkarmak için yeterli kararlılığı gösteremediğini ve bunun yapısal nedenleri olduğunu görüyoruz. Bu unsurların bir yandan devletin toplumla ve komşularla varolan sorunlarını yumuşatacak barışçı arayışları (Ruhban okulunun tekrar açılması, Ermenistan ile ticaret) engellemeyi sürdürmek diğer yandan AB'li siyasîlerin alacakları kararı, özellikle üç konuda, Türkiye aleyhine etkilemek amacıyla çalışmaları olasılık dahilinde.

İlkin Kıbrıs'ta çözümsüzlük ve genelde Yunanistan ile ilişkilerin gerginleştirilmesi: Kıbrıs'ta Aralık seçimleri öncesinde, yeni vatandaşlık vererek sonuçları çözümsüzlük taraftarları lehine etkilemek, sonrasında da eğer "çözüm ve AB üyeliği" taraftarları kazanırsa onların DENKTAŞ'ın müzakereci olmaya devam etmesini istemeyecekleri durumda yaşanabilecek kriz; Yunanistan hava sahası ihlallerinin sürmesi.

İkinci konu Irak'a asker gönderme teşebbüsü: Bu, AB kamuoylarında Kuzey Irak'ta Kürt oluşumun istikbaline karşı bir hareket olarak algılanabilecek ve AB'nin savaş karşıtı ülkeleri Almanya ve Fransa'nın tepkisini çekebilecek potansiyele sahip. Son olarak uyum yasalarının uygulamasının fiiliyatta ve yönetmelikler yoluyla sekteye uğratılması, özellikle Avrupa kamuoylarının farkında olduğu DEP'li milletvekilleri davasının yeniden görülmesinin sürüncemede kalması.

Müzakerelere başlama kararının çıkması hedefine doğrultusunda çalışacak olan kişi ve kurumların bütün bu engel ve olasılıkların farkında olması gerekiyor. 2004'te karar vakti geldiğinde, Türkiye'de demokratikleşme yolunda verilecek tüm uğraşa rağmen, AB'nin Türkiye ile müzakereye başlamamak için yeterli zaaf ve gerekçe bulabileceğini bugünden söylemek zor değil. Ama buna karşılık, "Türkiye'nin siyasî uyumda 2001 sonbaharından beri attığı anayasal ve yasal adımlar, uygulamadaki eksiklikler ve tüm diğer engellere rağmen genişleme pratikleri açısından ülkenin katılım müzakereleri sürecine başlaması için yeterlidir" demek de mümkün. Ancak bu yaklaşımın sonuç verebilmesi için, müzakere sürecine başladıktan sonra ilerde AB üyesi olacak bir Türkiye'nin 21. yüzyıl Avrupası'nın inşasındaki yerinin, müzakerelere başlama kararını verecek olan AB'li siyasetçinin ufkuna yerleştirilmesi gerekiyor. Bu, teknik değil siyasî bir yaklaşımdır, dolayısıyla kurulacak iletişim ve diyaloğun muhatapları da ancak AB'li siyasî yetkililer olabilir.

AB'li politikacıyla diyalog

Yunanistan, politikacısı ve sivil toplumuyla 1981'de üye olmadan önce o zamanki dokuz AB üyesi ülkenin politikacılarını adeta markaja almıştı. Türkiye'nin de 2004 sonuna kadar kalan zaman zarfında çerçeve ve içeriği iyi tanımlanmış mesajlarının hedefi ve muhatabı AB'li 25 ülkenin siyasîleri olmalıdır. Ancak AB'li siyasîlerle diyalog dendiğinde hedefi dar tutmak ve kıt imkanlarımızı en verimli biçimde kullanmamız gerekiyor. Zira sonunda Türkiye ile ilgili kararı her zaman olduğu gibi Almanya ile Fransa alacak. Elbette diğer üye ve müstakbel üyelerin kararda söyleyecekleri olacak ama Avrupa'nın lokomotifi olan bu iki ülke Türkiye ile müzakere sürecini başlatma kararını alırsa diğer ülkelerin bunu engelleme payları yoktur. Bu iki kilit ülke dışında kalan ülkelerle diyalog alışılagelmiş resmî ve gayrı resmî yollarla sürdürülebilir. Bu ülkeler arasında 2004 yılı dönem başkanları Irlanda ve özellikle yılın ikinci yarısında Hollanda'ya özel bir ilgi gerekiyor. Hollanda, geçen yıl Danimarka'nın -maalesef Türkiye aleyhine gayet başarılı bir şekilde- yaptığı aracılık işlevini 2004'te üstlenecek olan ve daha önce iki temel antlaşmayı (Maastricht ve Amsterdam) kotarmış, arabuluculukta çok deneyimli bir ülke.

Her ne kadar Almanya ve Fransa'nın alacakları kararı belirlemekte temel bir rol oynayamayacak olsa da, Hollanda'nın kesinlikle kazanılması lâzım. Türkiye hakkında karar verecek birçok AB'li siyasîyi doğrudan etkileme gücüne sahip ancak bugüne dek böyle bir teşebbüse yanaşmamış olan Vatikan'ı da, Türkiye'nin AB üyesi olmasını engelleyecek dinî bir gerekçe olamayacağını dile getiren bir beyan vermeye teşvik etmek son derece faydalı olacaktır. Türkiye'nin politikacılarının genelde diğer ülkelerin politikacılarıyla ilişkilerinin ne denli sınırlı olduğunu düşünecek olursak, önümüzdeki bir yıllık sürenin en verimli şekilde değerlendirilmesi amacıyla diyaloğun Türkiye'de her kesimin işi haline gelmesi lâzım. Meclisteki partilerin dış ilişkileri bugün itibariyle CHP'nin Sosyalist Enternasyonal ilişkisi ve Kemal DERVİŞ gibi bir iki ismin kişisel irtibatlarıyla sınırlı.

AKP'nin AB ülkelerini kapsayan uluslararası kurumsal bir bağlantısı maalesef daha yok. 2 Eylül'de Tüsiad'ın Berlin bürosunun açılışı vasıtasıyla Alman ve Türk başbakanlarının bir araya gelmesi bu çerçevede çok yararlı bir girişimdir. Bu çeşit fırsatların çoğaltılması ve politikacıların Avrupa bağlantılarının kurulması gerekli. AB ülkeleri siyasîlerine yönelik iletişimin içeriğinin alışılagelmiş Türkiye güzellemesi olmaması, müstakbel üye Türkiye'nin farkı ve çeşitliliğiyle 21. yüzyıl Avrupasına ve bölgemize olacak katkısını anlatabilmesi gerekiyor.

Bu pozitif iletişimin, ülkenin malum handikaplarını, Avrupalı siyasîlerin genişleme sürecinin geleceği konusundaki kaygılarını ve ülkenin üyeliğine karşı kalıplaşmış argümanlarını göz önünde bulundurması yararlı olacak.


WE HAVE TO PREPARE FOR THE DECISION TO BE MADE AT THE END 2004 TODAY


Next year on these days, the political officials of the EU will be on the eve of a vital decision concerning Turkey's full membership process. Turkey as a candidate has already shown the strong political will required to commence with the accession negotiations and has adopted the reform packages necessary for full membership.

But these may not suffice for the EU politicians who have concerns as to Turkey's membership. Political harmony and implementation are pivotal in this respect.

The EU raised the benchmark for political harmony by not taking a decision in favor of starting negotiations with Turkey in the December 2002 Copenhagen European Council where it set the priorities enumerated in the updated version of Accession Partnership document this year.

Turkey should act realistically, being aware of the internal and external obstacles before the decision and determine her strategy accordingly. Internally, the anti-EU circles of the bureaucracy might strain the relations and strengthen the hand of those who do not want Turkey.

These people are likely to continue to impede peaceful initiatives, which will address the country's current problems with her own society and her neighbors (re-opening of Clergy schools, trade with Armenia).

They might try to disturb the decision to be taken by EU politicians in three ways: By advocating non-settlement in Cyprus and straining relations with Greece; by taking advantage of the situation of dispatching soldiers to Iraq; by hampering the implementation of harmonization laws physically and by way of regulations.

Here, it is important to put maximum effort to ensure the implementation of these laws and to establish a robust and unwavering dialogue with EU officials, especially with German and French politicians.

Special emphasis should also be given to Ireland and Holland, the two countries to hold the EU presidency in 2004.

During the consultations with the EU leaders, Turkey should be able to express her potential contribution to the Europe of the 21st century and her region with her difference and diversity, while taking into account her existing handicaps, the concerns raised by European politicians about the future of the enlargement process, and the entrenched anti-Turkey arguments.

Turkey should maintain her ties with the US, but try to become a part and parcel of the EU as soon as possible.



# # # # # # # #