RİFAT HİSARCIKLIOĞLU
TOBB - Türkiye Ticaret Sanayi Deniz Ticaret Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Başkanı
President of TOBB (The Union of Chambers of Commerce, Industry, Maritime Trade and Commodity Exchanges of Turkey)


TÜRKİYE YILLARDIR İHMAL ETMİŞ OLDUĞU YAPISAL REFORMLARIN ÇOĞUNU, SON 2 YILDA TAMAMLAMIŞTIR


Hepimizin malumu olduğu üzere, özellikle ihracat, büyüme ve enflasyon ile ilgili arka arkaya gelen olumlu rakamlar, ekonominin beklenenden hızlı bir şekilde toparlandığına işaret etmektedir. Ancak geçmişe baktığımızda, yaşadığımız her büyük kriz sonrasında, bir süre için yüksek büyüme oranlarının yakalandığını, ancak bunun devam etmeyip, daha büyük bir krizle sonlandığını da biliyoruz. Yani ülkemizin sicili bu açıdan pek parlak sayılmaz. Peki bugünün, dünden farkı olduğunu düşünebilir miyiz? Bence birkaç açıdan bu soruya olumlu cevap verebiliriz.

Bir defa, önceki yıllardan farklı olarak, tarihimizde ilk kez, büyüme tamamen özel sektör eliyle olmaktadır. Oysa geçmiş yıllarda hep, kamu harcamaları yoluyla ekonomi canlandırılmaya çalışılmıştı. Bunun nasıl bir çıkmaz yol olduğu 2001'de görülmüştür.

İkincisi, ülkemiz son 1.5 yıldır, sıcak para olarak tarif edilen, kısa vadeli yabancı sermaye olmadan büyümektedir. Oysa eskiden, sıcak para ekonominin büyümesinde önemli bir paya sahip olmuş ve hatta teşvik edilmiştir. Bunun da nasıl sonuçlandığını, 2001'de hep birlikte gördük.

Üçüncüsü ve bence en önemlisi de, Türkiye yıllardır ihmal etmiş olduğu yapısal reformların çoğunu, son 2 yılda tamamlamıştır. Artık Türkiye, eski Türkiye değildir.

Son olarak da, özellikle 90'lı yıllardaki büyüme, ithalata bağlı olmuş ve tüketerek büyüme isteği yüzünden ithalatı körüklemiştir. Bugün ise ithalatla birlikte ihracat da artmaktadır. Bu noktada, daha önce açıklanmış olan 6 aylık dış ticaret rakamlarına da kısaca değinmek istiyorum. Haziran sonunda ihracatın ithalatı karşılama oranının yüzde 70.8'e gerilediği görülmektedir. Kamuoyunda zaman zaman, bu oranın belli bir seviyenin altına inmesinin, kriz alameti olduğuna inanılmaktadır. Bu görüşe iki sebepden katılmıyoruz. İlk olarak kriz yaşanan yılların öncesine bakıldığında, ithalattaki artışa karşı, ihracatta duraklama yaşandığı görülmektedir. İhracat-ithalat oranı, son 10 yılda yüzde 62, son 20 yılda ise yüzde 64'dür. Yani tek başına bu rakam bir öncü gösterge olarak kabul edilmemelidir.

Üstelik tüm bu yıllarda, bankacılık kesiminde kontrol dışına çıkmış, milyarlarca dolarlık açık pozisyonlar bulunmaktaydı. Hepsinden önemlisi ise artık serbest kur uygulaması vardır. Bu kur sisteminin bugünlerde ihracatçımıza büyük maliyet yüklediği doğrudur. Sadece üzüm ve fındıkta, rekoltenin düşük olmasından ötürü, düşük kurun getirdiği zarar kısmen telafi edilebilecektir. Ama bu sistemin en büyük avantajı, kurların düzeyinde sağladığı esneklik sayesinde, eskisi gibi bir döviz krizi yaşanması ihtimalini, büyük ölçüde ortadan kaldırmasıdır. Artık, kurların devletin kontrolü altında olduğu, önceki yıllardaki rakamları referans kabul ederek, sonuç çıkartmak pek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Kısacası 2001 yılı, Türkiye için geri dönüşü olmayan bir milattır.

Milli gelirimizin yüzde 15'ini ve istihdamın yüzde 45'ini oluşturması nedeniyle tarım sektörü, ekonomik olduğu kadar sosyal önemi de yüksek bir sektör olma özelliğini taşımaktadır. Ancak son 10 yıllık zaman zarfında, tarım sektörünün ürettiği katma değer aynı kalmıştır. Aslında bu duruma pek de şaşırmamak gerekir. Çünkü Türkiye'de yıllardır tarım ve hayvancılığa verilen kamu desteği, ekonomik sorunların kaynağı olarak gösterilmiş, tarımdaki kredi ve girdi desteği kaldırılmıştır. Tarıma verilen destek devamlı azaltılmıştır. 1995 yılında 5 Milyar Dolar, 1999 yılında 3 Milyar Dolar olan destek, geçen sene 1.5 Milyar Dolar'ın altına düşmüştür.

Dünyada ise her yıl, tarımsal ürünlere 300 Milyar Dolar destek uygulanmakta ve bu rakamın da 284 Milyar Dolar'ını, zengin G-7 ülkeleri kendi çiftçilerine vermektedir.

Bu rakamlar, Türkiye'de tarıma verilen desteği kaldırtmak isteyen Avrupa Birliği'nde 100 Milyar Dolar, ABD'de ise 60 Milyar Dolar'dır. Avrupa Birliği ülkelerinde kişi başına düşen doğrudan destek, yıllık 2.500 Dolar, ABD'de 4.500 Dolar, Türkiye'de ise sadece 40 Dolar'dır.

Ayrıca OECD ülkelerinde dekar başına verilen tarım desteği 36 Dolar iken, ülkemizde 10 Dolar'dır. Bugün ülkemizde, tarıma yönelik tek destek olarak "Doğrudan Gelir Desteği" bırakılmıştır.

Oysa, dünyanın hiçbir ülkesinde tek başına uygulanmayan, doğrudan gelir desteği, AB'de tüm destekler içinde yüzde 6'lık pay alırken, pazar fiyat desteği yüzde 50, girdi kullanımına dayalı destek yüzde 10'luk bir paya sahiptir.

Bugün ülkemizde "Doğrudan Gelir Desteği" adı altında üretim ile ilgisi olmayan, üzerinde üretim yapılsın yapılmasın, tapu sahibine para dağıtılmasını öngören bir uygulama ile kaynak israfı yapılmaktadır. Bu uygulama ile toprak mülkiyetine destek veriliyor. Kaldı ki bu destek de belirli bir süre gidecek, sonra azalacak ve sona erecek. Türkiye'nin üretim fazlası bir ürünü, örneğin patatesi ele alalım. Zaman zaman, o kadar çok patates üretiliyor ki, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ama toprağı da tapuluysa, tarım yardımı veriliyor. Oysa mesela, ithalat yapılan yağlı tohumlarda üretimi arttırmamız gerekiyor. Doğrudan gelir desteği, tarımsal üretimi özendiren ve yönlendiren değil, kayıt altına alan ve sosyal amaçları olan bir destekleme sistemidir. Bu yüzden de tek başına bırakılmamalıdır. Aksi halde ülkemiz tarımına beklenen faydayı getirmesi zor gözükmektedir.

Tarımdaki sorunu, toprak sahibine tapusuna göre para dağıtmak ile çözemeyiz. Tarımda sorun, çiftçinin doğru ürünü, doğru maliyetle, daha çok üretmesi ile çözülecektir. Serbest piyasa ekonomisi koşullarında, çiftçi kendi sorununu çözsün diye bekleyemeyiz. Dünyanın en gelişmiş, en zengin ülkelerinde bile, tarım kesimi için özel programlar uygulanıyor.

Bugün Türkiye, fındık, kayısı ve kuru üzüm gibi pek çok tarım ürününde, dünya lideri konumundadır. Ama iş fiyat belirlemeye gelince yokuz. Öte yandan dünyanın en kaliteli pamuğunu üretiyoruz ama ekim alanını daraltmaya çalışıyoruz.

Pamuk üretimine verilen destek ABD, Ispanya ve Yunanistan kilo başına 50-60 Cent iken Türkiye'de sadece 10 Cent civarındadır. Böyle devam edersek, dünyanın 6. büyük pamuk üreticisi olan Türkiye, yakında dünyanın 1 numaralı ithalatçısı olacaktır. Sorun tarımdaki nüfusun sorunu değil, Türk ekonomisinin ve Türkiye'nin sorunudur. Türkiye'de önce, diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, tarım politikasının esaslarını belirleyen bir "Tarım Kanunu"na ihtiyaç vardır. Tarım politikası bir devlet politikası olmak zorundadır. Her hükümet değişikliğiyle beraber, tarım politikalarının da değiştirilmesi, sonuç almada zaafiyet yaratmaktadır. Tarım bakanlığımız, ülkemizin ihtiyaç duyduğu modern bir "Tarım Kanunu" hazırlanması amacıyla çalışma başlatmış olup, bizde, TOBB olarak bu çalışmanın içinde yer almaktayız. 1950 yılından beri dünya nüfusu yaklaşık 3 kat artmış olmasına rağmen, tarım alanları yüzde 25 oranında azalmıştır. Dünyada sadece 7 ülke, buğday ihraç edebilmektedir. Son 30 yılda pek çok tarım ülkesi, tahıl ithal eder duruma gelmiştir.

Dolayısıyla, 20. yüzyıla enerji kaynaklarının damgasını vurduğu gibi, 21. yüzyılın da tarım ve su kaynaklarının etrafında şekilleneceğini bilmek, bir kehanet olmayacaktır. Bu alanlarda başarılı olan ülkeler, ekonomik ve siyasi olarak da güçlü olacaklardır. Gelişmiş ülkeler, bu gerçeğin bilinci ile, üreticilerini dış rekabetten korumakta ve üretimlerini teşvik etmektedirler.

AB ile Türkiye arasında, tarım ürünlerinde Gümrük Birliği olmaması veya ABD'nin tekstil ürünlerine kota uygulaması tesadüf değildir. Gelişmekte olan ülkelerin güçlü olduğu, tarım ve tekstil gibi sektörlerde ticaret serbest değildir. Gelişmiş batılı ülkeler, en yüksek tarifeleri bu ürünlere uygulamaktadırlar. Gelişmekte olan ülkelere uygulanan tarifeler, kendi aralarındaki tarifeden 10 kat daha yüksektir. Kısaca, serbest ticaretin bayrağını taşıyan gelişmiş ülkeler, esasında sadece kendi çıkarları olan ürünlerde, serbest ticaretin lehindedirler.

Sen, onun otomobilinin veya bilgisayarının önünü tıkamayacaksın, ama onlar, senin tarımını ve tekstilini engelleyecek. Bugün AB üyesi ülkelerce, dünya pazarlarına satılan buğdayın fiyatı, gerçek maliyetinin yüzde 40 altındadır.

Avrupa Birliği'nin kendi şeker sektörüne uyguladığı yüksek sübvansiyon sonucu, AB'nin yarı fiyatına şeker üretebilen Afrika ülkeleri, artık şeker satamamaktadır. Bir zamanlar buğday ihraç edebilen Nijerya'daki buğday sektörü, ABD'den gelen dampingli buğday ithalatının, son 3 yılda 2 katına çıkması sonucu çökmüştür.

Gelişmiş ülkelerin, kendi tarım sektörlerini koruma kaygısı, zaman zaman trajikomik örneklere de yol açmaktadır. Bir Afrika ülkesi Avrupa Birliği'ne deve peyniri ihraç etmeye kalkar. Ama Avrupa Birliği'nin ithal tarifesinde böyle bir mal tanımı yoktur. Deve peynirini önce en yüksek ithal peynir tarifesine dahil ederler. Ama yine de ithalatını önleyemezler.

Bunun üzerine, kendi sağlık mevzuatları çerçevesinde, develerin el ile değil, mekanik olarak sağılması şartını getirirler. Ama dünya üzerinde deve sağma makinası diye bir şey olmadığını düşünmezler.

Zaten olsa bile, fakir Afrikalı'nın bunu alacak parası yoktur. Özetle söylemek gerekirse, günümüzde, gelişmiş ülkelerdeki serbest ticaret teorisinin özü, "Sen benim dediğimi yap, yaptığımı yapma" şeklini almıştır. Günümüzde gen teknolojisi hayati bir önem taşımaktadır.

Bitkinin DNA'sı ile oynamak, uzay teknolojisi kadar ve belki daha da fazla önem kazanmış bulunmaktadır. Ülkemiz ise, Tarım Bakanlığı'na bağlı 50'den fazla araştırma enstitüsü ve buralarda çalışan 1000'den fazla araştırma uzmanı bulunmasına rağmen, gen teknolojisinde geri kalmıştır. Özel sektörümüz bu alanda yatırım yapmaya başlamış olsa da, bu yatırımlar henüz ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Bu alanda, ciddi yatırımların yapılmasının önündeki en büyük engel, "Islahçı Hakları Yasası"nın olmamasıdır. Yıllardır beklenen ve halen de meclis gündeminde olan bu yasanın, en kısa sürede çıkarılmasına ihtiyaç vardır. Bugün gen teknolojisinde tekelleşen ülkeler, önemli katma değerler elde etmektedirler.

Türkiye'nin ekilebilir tarım alanları, Fransa'dan yüzde 50 daha fazla olmasına rağmen, Fransa'nın yıllık tohum cirosu 1.5 Milyar Dolar, Türkiye'nin ki ise sadece 70 Milyon Dolar'dır. Fransa tohum ıslahıyla, dekar başına 535 kilo buğday alırken, biz yalnızca 251 kilo alabiliyoruz. Yüzölçümü itibariyle Türkiye'nin yirmide biri olan

Hollanda'nın, tarım ve hayvancılık ürünleri ihracatı 38 Milyar Dolar'dır. Yani neredeyse bizim tüm ihracatımız kadardır. AB ile ülkemiz tarımı arasındaki farkların kapatılması bağlamında başta bizler olmak üzere; Türk Özel Sektörüne;

  • Bu sahada yatırım yapması,
  • Özellikle tarımsal işletme yapısını düzeltmesi,
  • AR-GE ve teknoloji uygulaması ile tarımsal verim ve ürün kalitesinin yükseltilmesi görevi düşmektedir. Tarım sektöründe serbest piyasa mekanizmasına işlerlik kazandıracak ve vadeli işlemler borsasına geçişte önemli bir aşama olacak olan, ürün borsalarının kuruluş çalışmalarına başlanmıştır. Bu kapsamda 7 ticaret borsamız pilot borsa, pamuk ve buğday ise pilot ürün olarak belirlenmiştir. Konya, Eskişehir, Polatlı ve Edirne Ticaret Borsaları buğdayda, Adana, Izmir ve Urfa Ticaret Borsaları pamukta, pilot borsa olacaktır. Bu borsaların kurulması ile, ürünlerin kalite analizi yapılabilecek, sağlam, sigortalı ve teminatlı olarak depolanacaktır. Burada saklanan ürünler karşılığı çıkarılacak makbuzlar ile, taşıma yapılmaksızın, ürünlerin satışı mümkün olacaktır. Bu makbuzlar, bankalarda teminat olarak da kabul edileceğinden, kredi almayı kolaylaştıracaktır. Piyasa da arz-talep dengesinin oluşmasına yardımcı olacağından, piyasa derinliğine ve fiyat istikrarına katkıda bulunacaktır.


  • Öte yandan, geçen yıl kuruluş çalışmalarını başlatmış olduğumuz, Vadeli Işlemler Borsası'nın da bir an önce faaliyete geçmesi, hepimizin ortak beklentisidir. Önem vermemiz gereken bir başka konu da, "Uzaydan Algılama" ile rekolte tesbitidir. Hem tarımsal planlama açısından, hem de ürün stokunun resminin çıkarılabilmesi için, bu konunun üstünde durmak zorundayız. En kısa sürede, "Uzaydan Algılama" tekniğinin yaygın bir şekilde ve ülke çapında kullanılacağını umuyorum. TOBB olarak hep ekonomide verimlilik üzerinde duruyoruz ve bunun önemini vurguluyoruz. Tarımda verimlilik ile nelerin başarıldığına dair iki örnek vermek istiyorum. Bugün süt veriminde dünya ortalaması 3.600 kilo, gelişmiş ülkelerdeki ortalama 10.000 kilo iken, Türkiye'de yılda sadece 1.200 kilodur. Oysa yine ülkemizde, Trakya'da, şeker fabrikalarına ait bir tesiste, modern tekniklerin kullanılması ile, öylesine yüksek verim alınabilmektedir ki, 10.000 kilonun altında verimi olanlar, ıskartaya çıkartılmaktadır. Daha çarpıcı olan bir örneği ise, daha geçenlerde yaşadık. Bildiğiniz gibi çiftçimizin korkulu rüyası diyebileceğimiz süne yüzünden, buğday üretiminde yaklaşık yüzde 40'lık bir kayıp sözkonusudur. Devlet, bugüne kadar çeşitli sebeplerle, süneyle mücadelede istenen başarıyı sağlayamamıştır.

    Ticaret borsalarımızdan gelen yoğun talepler üzerine harekete geçen TOBB, Tarım Bakanlığı'nca pilot bölge olarak tespit edilen, Ankara, Eskişehir, Konya, Aksaray ve Kırıkkale'de, süne ile mücadele konusunda örnek bir çalışma başlatmıştır. İki aylık bir çalışmadan sonra, yüzde 40 olan kalite kaybı yüzde 8'e indirilmiş yani toplam üretim içindeki payı yüzde 60 olan kaliteli buğday üretimi, yüzde 92'ye yükselmiştir.

    Böylece de 640.000 ton buğday ithalatı da önlenmiştir. Bu sayede çiftçimize 64 trilyon Lira gibi muazzam bir ilave gelir ve milli ekonomiye de katma değer sağlanmıştır. Bir bu kadar çarpıcı olan ise, bu büyük üretim artışını sağlayan çalışma için, sadece 750 Milyar Lira harcanmış olmasıdır. Başka bir ifadeyle bu yatırım bire seksenbeş kazandırmıştır. Birliğimiz önderliğinde oda ve borsalarımızın önayak olduğu, millet ve devlet işbirliğinin somut bir örneğini teşkil eden bu başarı manidardır. Demek ki, etkin ve verimli kullanıldığı takdirde, bugün az gözüken kaynaklarla bile pek çok iş yapılması mümkündür. Bu anlayış, toplumda ve devlet yönetiminde yer ettikçe, birçok meselemiz de kendiliğinden çözülecektir. Aslında bu konu ilk olarak, nisan ayında Edirne'de yaptığımız borsa konseyinde gündeme gelmiştir. Hayvancılık sektörü, coğrafi özelliklerin de olumlu etkisi ile, ülkemizin geri kalmış bölgelerinin gelişmesinde, itici güç olma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli değerlendirmek için, pilot bölgeler belirlenerek, buralarda organize hayvancılık bölgeleri kurulmalıdır. Burada yatırım yapanlar, aynı organize sanayi bölgesi gibi, KOBİ bünyesine alınmalıdır. KOBİ'lere ne avantaj sağlanıyorsa, bunlara da o sağlanmalıdır. Bunu yaptığımız zaman hayvancılıkla ilgili üretim yapan sanayi de bu alana girecektir, hammadde yanıbaşımızda olacaktır. Borsa da oraya gidecektir. Böylece istihdam sorunu ortadan kalkacaktır. Hayvancılığın küçülmesi, kırsal ekonomideki gerilemenin en büyük göstergelerinden biridir. Bu gerilemeye yol açan sorunlar nelerdir, neler yapabiliriz:

  • Türkiye'deki hayvancılık işletmelerinin yüzde 80'i, geleneksel üretim yapısı içinde faaliyet gösteren küçük ölçekli aile işletmeleridir.
  • İhtisaslaşmış işletmelerin payı ise sadece yüzde 3'dür. İhtisaslaşmış hayvancılık kooperatifleri ve ihtisaslaşmış ürün borsaları teşvik edilmelidir.
  • Toplam maliyetin yaklaşık yüzde 70'ini yem oluşturmaktadır. Kaba yem besiciliği teşvik edilmelidir.
  • Bölgemizdeki süt ve et verimi, AB ülkelerinin yapısı kadar bile değildir. Bu farkın esas sebebi, islah çalışmalarının başarılı olamamasıdır.
  • Hayvancılık sektörüne sağlanan finansman imkanları son derece düşüktür. Tarımsal krediler içindeki payı yüzde 10 civarındadır.
  • Üstelik devletin bu kısıtlı desteği de, küçük işletmeleri esas aldığından, işletmelerin büyümesini önlemektedir.
  • Bütçeden hayvancılığa 178 Trilyon Lira ayrılmıştır. Zaten yetersiz olan bu kaynak, ülkenin tamamına dağıtıldığı için etkili olmamaktadır.
  • Önerimiz, bu paranın rasyonel ve etkin kullanımı için, her sene bir bölge seçilerek ve proje bazında kullanılmasıdır.
  • Ziraat mühendislerini ve veteriner hekimleri, maaşlı memur olarak tutmak yerine, doğrudan üretici ile temas kuracakları ve hatta girişimci haline gelecekleri mekanizmalar kurulmalıdır. Ancak bu tip projeler yeni memur istihdam alanına dönüşmemelidir. TOBB olarak bu sektörlere verdiğimiz önemi, geçen sene tarım ve hayvancılık sektör kurullarını oluşturarak da göstermiştik. Bu iki sektör kurulumuzda, en fazla çalışan ve en etkin olan sektör kurullarımızın başlarında gelmektedirler.


  • Kütahya'yı ziyaret ettiğimde müthiş bir tarihi gerçeği de yerinde görme fırsatını buldum. Dünyadaki ilk mal borsasının, bundan tam 1.800 yıl önce, Çavdarhisar'da kurulmuş olduğunu, tarihi kalıntılarını görerek öğrendik. Üstelik de, yazılı fiyat tarifeleri, satış salonu, depoları ve etrafındaki dükkanları ile, daha o zaman, gerçek anlamda ve kapsamlı bir borsacılık faaliyeti yürütülmekteymiş.

    Demek ki bu topraklarda, 1.800 yıldır böylesine köklü bir ticari borsacılık kültürü mevcuttur. Bize, size, yani hepimize düşen görev, bu potansiyele ve tarihi mirasımıza sahip çıkmaktır. Her türlü zirai ürünümüz, teknolojik altyapımız ve kaliteli insan gücümüz mevcut. O zaman bizlerin sorumluluğu, bu iradeyi göstermek, yani gerçek borsacılık yaparak dünyaya model olmaktır.


    TURKEY IS GROWING THROUGH THE PRIVATE SECTOR ONLY FOR THE FIRST TIME IN ITS HISTORY


    The positive results Turkey achieved in exports, growth and inflation indicate that the economy is recovering faster than we had initially thought. However, history shows us that periods of rapid growth are usually followed by crises. Can we safely assume that things are different this time? First, Turkey is growing through the private sector only for the first time in its history. Second, it is growing without short-term foreign capital or "hot money". Most importantly, in the past two years, Turkey has implemented the structural reforms it had been ignoring for a long time. Finally, growth was largely due to imports and consumption in the past, whereas today exports are increasing in parallel with imports. Turkey has also adopted the floating exchange rate regime which ensures flexibility and therefore decreases the likelihood of experiencing a foreign exchange crisis. The agricultural sector continues to be an economically and socially important sector since it constitutes 15% of our national income and 45% of employment. However, the added value created by this sector has remained stable during the past decade. The current practice of so-called "direct revenue subsidies" is independent of production and merely distributes money to landowners, irrespective of their productivity. The problems in this sector can only be solved by ensuring that farmers produce the right product, at the right cost and in a more efficient manner.

    Turkey is the world's leader in many products such as hazelnuts, apricots and raisins; however, it does not set the global prices of such products. On the other hand, it produces the highest quality cotton in the world but is also trying to decrease the cotton production areas. Turkey needs to establish an "Agricultural Code" which determines the principles of its agricultural policy. The fact that every government changes this policy as soon as it comes to power causes significant weaknesses in achieving results. The Ministry of Agriculture has started to work on a modern "Agriculture Code" and TOBB is involved in this preparation phase. The 20th century was marked by energy resources; the 21st century will most likely be shaped around agricultural and water resources. Countries which succeed in these sectors will also be strong economically and politically.



    # # # # # # # #