ÖMER LÜTFİ METE - TEMİZ OYUN
YAZAR


Ahlaksız Futbol


Ümit ve A Milli futbol takımlarımızın birer gün arayla yaşadığı ve yaşattığı hayal kırıklığının ardından kişi ve kurum odaklı eleştirilere boğulduk. Federasyon Başkanı'ndan Teknik Direktöre, futbol kadrosundan medyaya kadar her alanda yeteri kadar suçlu arıyor ve buluyoruz. Oysa sorgulanması gereken futbol ahlakımızdır. Kendimize yalın bir soru sorsak işin püf noktasını yakalayacağız.

Basit bir takım saydığımız ve elendiğimiz Letonya futbolseverleri mi Avrupa Şampiyonası finallerine gitmeyi hak ediyor, biz mi?

Sorunun cevabı bence çok kesindir: Bu ülkeye futbolda en büyük uluslararası başarıları yaşatanlar içinde özel bir yeri olan teknik direktörün çocuklarına kitle halinde sövebilen futbolseverin asla dünya çapında hedef kovalamaya hakkı yoktur! (Türkiye'de futbolseverlerin yüzde doksanını oluşturan üç büyük kulüp taraftarlarının bu kültür ve ahlak perişanlığı açısından zerrece farkları yok.)

Şimdi bu futbolseveri biraz daha yakından irdeleyelim: Letonya maçında durum 2-1 olmuş. Hakan ŞÜKÜR, kendisinden umulmayacak kadar güzel üç ardışık hareketle ceza sahası dışından nefis bir sol şut çıkarıyor ve top direkten dönüyor.

O şut gol olsa büyük bir ihtimalle Türkiye finallere gidecek. Futbolsever de oyuncuları bağrına basacak. Ama olmuyor ve takım lanetleniyor. Bu ne demektir? Direkten dönen bir top, "kılpayı" kaybetmek demek. Kılpayı kadar isabetsizlik yüzünden doğan sonuçla mateme bürünmek. Kılpayı kadar isabet sayesinde bayram etmek. Olayın püf noktası burada. Sadece anlık sonuca şartlanmış bir futbolsever topluluğu, bu spor dalında "birinci sınıf" bir takıma layık olabilir mi?

Buradaki ilkelliği bütün çıplaklığıyla ölçebilmek açısından mükemmel bir örnek hatırlıyorum:

İspanya liginde Deportivo şampiyonluğa gidiyor. Son maçta 1-0 kazansa güle oynaya zaferini kutlayacak. Maçın bitimine yakın bir penaltı kazanılıyor. Takımın yabancı oyuncusu bu penaltıyı kullanıyor ve kaçırıyor. Maç 0-0 bitiyor ve şampiyonluk gidiyor, seyirci sahaya giriyor.

Bakıyoruz ki, bir kenara çekilip hüngür hüngür ağlayan yabancı oyuncunun etrafını saran taraftarlar onu teselli etmeye çalışıyorlar. Üstünde bir kere değil, iki kere, üç kere düşünmemiz gereken bir örnek bu.

Boğa güreşlerinin diyarında, kaçırdığı penaltı ile şampiyonluğu kaybettiren yabancı futbolcuya böylesine insancıl bir yaklaşım sergileyebilen taraftarla bizimkini kıyas etmeye var mıyız?

Letonya maçı gibi hayal kırıklıklarının ardından seyirciler milli oyuncuları alkışlarla çağırarak onlara teşekkür etmeyi, "elinizden geleni yaptınız, bize güzel bir heyecan yaşattınız" demeyi öğrenene kadar Türkiye az gelişmiş bir futbol ülkesi olarak kalmaya mahkumdur.

Böyle bir camia ancak geçici parıltıların coşkusuyla avunup durur. Şüphesiz sürekli bu tür sonuçlarla karşılaşmamızın ardında, oyun felsefesi, temel görgü (fundamental), teknik ve taktik bilinç, takım kültürü açısından da tahlil edilecek pek çok boyut muhakkak ki vardır. Ancak her şeyden önce genelde spor ahlakımızı, özelde futbol terbiyemizi geliştirmek zorundayız. Sistem merkezli tartışmalara girmek ancak olgun bir spor ahlak ve terbiyesinden sonra bir anlam taşıyabilecektir. O zaman da işimizi kolaylaştıracak bir soru var elimizde: "Futbolda büyük maçları neden kazanamıyoruz?"

Galatasaray'ın Arsenal'den UEFA kupasını aldığı maç da dahil, bu alanda hiçbir "hayati" karşılaşmayı, talih katkısı olmadan kazanabilmiş değiliz. Üstelik bu ağırlıktaki maçların pek çoğunda, bireysel kalite açısından rakibe üstün olduğumuz halde. İrlanda, İsveç, Letonya gibi. Bu kısır geleneğin üç temel nedeni var. İlki futbol ahlakımızın ilkelliğidir.

Uygar bir futbolsever kitleye sahip bulunmadığımız için büyük maç kaybetmeyi dünyanın sonu sayıyoruz. Böylece oyuncularımızı maçlara aşırı derecede yoğunlaştırıp gererek çaplarının altına düşürüyor, yapabileceklerini yapamaz hale getiriyoruz.

İkincisi "takım olma"yı başaramayışımızdır. Bu olguyu ilk defa, UEFA Kupası'nı alan Galatasaray teknik heyeti ve kadrosu mükemmele yakın bir ölçüde gerçekleştirdiği için, hiç değilse en büyük maçı kaybetmemiş, penaltıyla da olsa kazanabilmiştir.

Üçüncüsü de özgüven eksikliğimizdir. AB üyesi olmak için çırpınan, oraya girebilmek için kırk fırın daha ekmek yemesi gerektiğini çok iyi sezen bir toplumun çocukları kendilerini "birinci sınıf" hissedemez ve yeterli özgüvene ulaşamazlar.

Umarım çok geçmeden spor ahlakımızı geliştirir, Brezilya ve Arjantin kadar elverişli futbolcu hammaddemizden büyük takım yaratmayı başarırız. Bu hedef, doğru yöneticilerle hiç de zor değil, şimdikilerle ise imkansız.




# # # # # # # #