CENGİZ AKTAR
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi


KIBRIS'TA ÇÖZÜM, AB İLE MÜZAKERE


İDO Genel Müdürü Şeref DİKYAR, kalitede geldikleri nokta ile yetinmeyip çıtayı her gün biraz daha yükselttiklerini, Büyükşehir Belediyesi'nin ve hükümetin sunduğu imkanları en iyi şekilde yolcularına ve ülkeye katma değer olarak yansıttıklarını söyledi.

Birkaç zamandır, 1995’te Yugoslav savaşlarını sona erdiren Camp David anlaşmasının benzerinin Kıbrıs için gerçekleştirilmesi konuşuluyor. Yaklaşım, Kıbrıs konusunda ülkenin içine düşmüş bulunduğu zorluklara bir çare oluşturacak nitelikte. Ancak Kıbrıs düğümünü çözmek için toplanacak Camp David biçimi bir konferansın hem kilidi hem de anahtarı Türkiye’nin 3 Ocak 2005 Pazartesi günü AB ile müzakere sürecine başlamasıdır. Kim ne derse desin son tahlilde Türkiye, Kıbrıs meselesini çözecekse AB ile müzakerelere başlamak için çözecek. Kıbrıs’ta çözüm dinamiği tamamen AB perspektifiyle gündeme geldi ve eğer hem ada hem Türkiye AB adayı olmasalardı bugün çözümden söz edecek birileri pek bulunmazdı. Sürecin başlaması ile Kıbrıs’ta bulunacak kalıcı çözümün arasındaki birebir ilişki bu iki konuyla ilgili her ülke ve kurum tarafından açıkça veya üstü kapalı olarak kabul edilmiş gibi gözüküyor. AB Komisyonu Kasım 2003 İlerleme Raporu’nda bu ilişkiyi menfî olarak (çözümsüzlük üyeliğe zarar verir), AB Konseyi ise müspet olarak (çözüm üyeliği kolaylaştırabilir) kayıda geçirmişlerdi. 3 Kasım 2002 seçimleri akabinde hükümet daha ilk Avrupa temaslarında bu ilişkiyi dile getirdi. Bu nedenlerden dolayı konferansın biçimi, yeri ve arabulucu veya arabulucuların milliyeti ve siyasî ağırlığı en az hedefler kadar önemli. Göstergeler bu Camp David’in ancak AB tarafıyla olabileceği, ABD’nin gayretkeşliğinin ve Başbakan danışmanları içinde ABD’ye olan bariz yatkınlığın ise fahiş hatalara sebebiyet vereceği yönünde. Tüm pembe beyanlara rağmen Ankara şimdilik kendi kendine gelin güvey oluyor. Yapılan çalışmalardan, talep edilecek olan değişiklerden belki bir nebze ABD’nin haberi var ama esas muhatapların, yani Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan ve AB’nin haberi yok. Kaldı ki çalışmalar yeni başlamış durumda ve Başbakan “Annan Planı’ndan daha basit bir metin üzerinde konuşalım” derken bu son derece karmaşık metnin baştan aşağıya gözden geçirilmesinin 1 Mayıs’a dek mümkün olmadığını bir bakıma itiraf ediyor. Her yetkili Türkiye’nin artık tek ağızdan konuştuğunu ve bir ağızdan “evet” dediğini söylüyor.

Ama neye evet denildiği belli değil. Annan Planı sadece referans alınacak diyenler var, Annan Planı’nı telaffuz dahi etmeyenler var, Annan Planı üzerinde değişiklik yapılsın diyenler var, eğer değişikliklerde anlaşma olmazsa Yunan/Rum tarafı da aynı önkoşulu kabul ettiği takdirde boşlukları Genel Sekreter doldursun diyenler var, anlaşma olmadan referandum olmaz diyenler var, olsun diyenler var. Birbirleriyle özünde çelişen bu beyan ve görüşler meselenin çözümü konusunda Türkiye’den verilmeye çalışılan birlik ve beraberlik görüntüsüne rağmen ortada somut bir durumun olmadığına işaret ediyor. Sanki Başbakan’ın Beyaz Saray ziyareti vesilesiyle ABD’nin duymak istediği mesajlar verilmek isteniyor. Nitekim DENKTAŞ çizgisinde bulunan sivil ve askerî bürokrasi içindeki statükocu güçlerin Ankara’da yapılan iki üç toplantı sonucunda dünden bugüne tavırlarını değiştirdiklerini düşünmek Türkiye’yi hiç tanımamak demektir. Kıbrıs’ta çözüm ve AB ile müzakere ilişkisini o cenah da kuruyor, ama tersten kuruyor: Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini istemeyenler bugün artık Kıbrıs’ta çözümsüzlük ve statükoyu devam ettirme azmiyle son kozlarını oynuyorlar. Hükümet tüm iyiniyetine rağmen devletin tepesindeki zıt kutupları tek başına kendi çözüm iradesi etrafında birleştiremez. Bu aşamada artık bir dış ivmeye ihtiyaç var. Ancak bu ivmenin, hükümetin başetmek zorunda olduğu statükocu güçleri, toplumu arkasına alarak etkisizleştirecek ağırlıkta ve içerikte olması gerekiyor. Konferanstan sonra statükocu güçlerin “Kıbrıs’ı verdiniz, karşılığında hiçbir şey elde edemediniz” sloganıyla ortaya çıkmalarını toplum nezdinde engelleyecek ağırlıkta bir perspektif çıkması gerekiyor. ABD bu ağırlık olabilir, o perspektifi verebilir mi?

ABD desteği yarar değil zarar verir. ABD, Irak saldırısı sonucunda dünya çapında prestij kaybına uğradı. Prestijini kazanmak için bir süredir dünyanın değişik bölgelerinde kronikleşmiş siyasî ve askerî anlaşmazlıkların çözümü amacıyla son derece aktif ve ısrarcı bir rol üstlenmiş durumda (Sudan, Pakistan-Hindistan, Liberya). ABD’nin son aylardaki Kıbrıs gayretkeşliğini bu veriler ışığında değerlendirmek mümkün. Ancak ABD’nin verdiği destek ve teşvikleri değerlendirirken esas hedef olan AB üyelik müzakerelerinin başlamasını gözden kaçırmamak gerekiyor. Zira ABD’nin TSK’ya verilecek askerî güvencenin dışında Kıbrıs’ın çözümü karşılığında Türkiye’ye vereceği hiçbir şey yoktur. Eğer bazı yetkililerin dile getirdiği gibi ABD aracılığıyla Kıbrıs’ta bulunacak çözüm sonrasında ABD’den AB’ye Türkiye ile müzakereleri başlatması için baskı yapması yönünde bir plan varsa bunun hüsranla sonuçlanacağını bilmek gerekiyor. ABD Türkiye konusunda AB’ye 1996’den beri baskı yapıyor. Aralık 1997’de Lüksemburg’da sonuç vermeyen baskılar, Aralık 1999’da Helsinki’de sonuç vermiş addedilse de adaylık kararının önce Avrupa’dan kaynaklandığını unutmamak gerekiyor.

Aralık 2002’de Kopenhag’da ise telkinler geri tepdiydi. Irak savaşını Avrupa’nın tüm muhalefetine rağmen gerçekleştirmiş, üstelik Kasım ayındaki seçimden yenik çıkabilecek ABD yönetiminin AB’ye, hele Türkiye’nin AB’ye üyeliği gibi nazik ve tartışmalı bir konuda hiçbir surette baskı yapma marjı yoktur.

Dolayısıyla akl-ı selim AB’nin kanatları altında toplanacak ve bütün ilgili tarafları bir araya getirecek Camp David tipi bir konferansı işaret ediyor. Çözüm ile AB ilişkisini daima arka fonda tutacak olan bu yaklaşım Türkiye açısından içeride çözüm ve değişim istemeyenlere karşı, dışarıda da AB üyeliği hedefinde muazzam bir teşvik niteliğinde cereyan edecektir. Üstelik bu yolla Kıbrıs’ta bulunacak çözüm, AB damgasını taşıyacağından siyasî uyum ve uygulamadaki diğer tıkanmalara da ivme kazandırabilir. Konferans her fırsatta Avrupa’nın Kıbrıs meselesinin hallinde daha aktif rol almasını talep eden Yunanistan açısından da çok anlamlı olur. AB açısından ise, Kıbrıs’ta çözümün önünü açacak bir girişimin başını çekmesi, Birlik’in dünya meselelerinin çözümünde savunduğu ve 2003 sonunda İran’ın nükleer sanayiini uluslararası denetime açmasını sağlayan barışçı ve uzlaşmacı tarzın kuvvetli bir örneğini daha oluşturur. Eğer bu yolla Türkiye’nin üyelik yolu da açılırsa –ki hedef odur- AB 2005 yılına bu yılbaşındaki ezikliğini unutturacak bir başarıyla girmiş olacak.

AB’nin Camp David’ini Hollanda üstlenmeli Bugün bulunduğumuz noktada ve bütün parametreleri göz önüne aldığımız zaman yapılması düşünülen konferansın tarafsız bir merci tarafından değil bilakis siyasî ağırlığı ve yaptırım gücü olan bir merci tarafından yönetilmesi gerekiyor. Bu anlamda Yunanistan’ın hem BM’nin arabuluculuğunun devam etmesini hem AB’nin çözüm sürecinde daha aktif davranmasını istemesi çelişkidir. BM konu üzerindeki tecrübesiyle şüphesiz masada yerini almalıdır, bilgi ve birikimi kullanılmalıdır. Ancak ağırlık noktası bugüne kadar meselenin çözümünü hep BM’ye ihale etmeyi yeğlemiş olan AB’de olmalıdır. Bu çerçevede 1 Temmuz itibariyle AB dönem başkanı olacak Hollanda bu konferans için en uygun ülke konumunda. Hollanda’nın bir önceki Başbakanı, sosyal demokrat Wim Kok da başkanlık edecek en uygun isim. Türkiye’nin, yıl sonunda verilecek kararda Hollanda’nın arabuluculuğuna her halükarda ihtiyacı olacak. Maastricht ve Amsterdam Antlaşmalarını kendi dönem başkanlıkları esnasında kotarmayı başarmış, AB’nin kurucu üyesi Hollanda pazarlıkta son derece deneyimli bir ülke. İnanmış Avrupacı olmalarına rağmen Felemenkler ABD’ye de her daim yakın oldular. Ülkenin bir diğer avantajı Dışişleri Bakanı, deneyimli politikacı Ben BOT’un Türkiye’nin üyeliğinin önemini kavramış olması.

Türkiye’nin, Aralık ayında verilecek kararı lehine çıkarttırmak için, hükümeti ve sivil toplumuyla önümüzdeki on ay boyunca yapması gereken birçok iş arasında en fazla ses getirecek olan kuşkusuz Kıbrıs’ın çözümü olacak. Bu fırsatı çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor.

*Bu yazı Şubat başındaki New York görüşmelerinden önce yazılmıştır.


SOLUTION IN CYPRUS, NEGOTIATIONS WITH THE EU


For some time, the launch of an agreement for Cyprus, similar to Camp David, that ended the war in Yugoslavia in 1995, is on the agenda. Both the lock and the key of a conference like Camp David, that will undo the Cyprus knot, is Turkey’s starting membership negotiations with the EU on the 3rd of January 2005. Therefore, the place and the format of the conference, the nationality and the political weight of the mediators are as important as the targets.For the time being, Ankara is acting without informing the relevant parties about the ongoing developments. Every official says that Turkey is unanimously “okaying” the Annan Plan. But it is not clear what is okayed. Some say that the Annan Plan will only be a point of reference while some do not even pronounce it. The pro-status quo forces within the civil and military bureaucracy, who side with Denktaş, cannot be expected to change their positions after a few meetings held in Ankara. Those, who do not want Turkey to integrate with the EU, are playing their final cards today, with the determination to sustain non-settlement and status quo in Cyprus. Despite its good will, the government cannot rally the dissident poles of the state around a will to find a resolution, on its own. At this stage, an external impetus is needed. Can this be America? US-Backing Will Bring More Harm Than Good If, after a settlement in Cyprus, the USA will put pressure on the EU for commencing negotiations with Turkey, we must know from past experience that it will end in frustration. Therefore, it is reasonable to conceive of a Camp David which will convene under the EU-auspices. This approach, which will always bear the link between the settlement and the EU in mind will also be an excellent impetus for Turkey’s membership prospect. Considering all the parameters, the conference should be directed by an authority with political power. In this respect, Holland, which will take over EU Presidency on the 1st of July seems to be the most appropriate country. Holland is very experienced in bargaining; plus, her Foreign Minister, Bot hase already fathomed the importance of Turkey’s EU membership. Cyprus settlement will be the most effective step taken in order for Turkey to receive a favourable decision in December. We should not forgo this opportunity.

* This article was written before the meetings in New York at the beginning of February




# # # # # # # #