ALİ MİDİLLİLİ
GYİAD (Genç Yönetici ve İşadamları Derneği)
Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Member of GYİAD’s High Board of Consultation
(Young Investors and Businessmen Association)


TERÖR, EKONOMİ VE YÖNETİM


Ne zaman kötü bir olay yaşasak, veya hayal kırıklığına uğrasak, veya beklentilerimiz yerine gelmese, veya şok olsak; mutlaka ve mutlaka önce sorumluluğu “dış mihraklara kesip”, sonra içimizdeki “hainleri” aramaya başlarız. Bu bir “cadı avı” gibidir! Hükümetin resmi ağzının dışında görüş bildirenlere derhal birçok sıfatlar takılır. Bunlara, “pankart açanlar”, “birlik ve beraberliği bozanlar”, “halkı anlamayan ve onunla ilgilenmeyenler”, “gizli muhalefet yapanlar” , “benim yerimde gözü olanlar”, “bizi kıskananlar” gibi pekçok yakıştırma yapılır. Böyle yersiz benzetmelerin amacı ise sadece “resmi görüşlerin” doğru gösterme çabasının bir ön mücadelesidir.

Bu mücadeleyi verenler, aslında, o yönetimle bire bir çıkarı olan, veya çıkar sağlamayı bekleyen kesimlerin “vatan, millet, sakarya” edebiyatıdır. Çünkü onlar bu yöntemle, pek çok kez istediklerini elde etmiş ve Türkiye’de serbest düşüncenin ve hesap sorma hakkının önünü kesmişlerdir. Bu insanların işi budur. Bunu yaparak hayatlarını kazanırlar. Tek yaşam kaynakları ve varlık sebepleri de budur. İktidar kimdeyse, onun peşinden giderler.

Bana bu tarz insanlar, bir dönem Amerika’nın komünizm tehdidi altında olduğu ‘mc carthy’ dönemini hatırlatırlar. O dönemde Amerika’da olduğu gibi (komünist olan vatan düşmanları ve komünist olmayan vatanseverler), Türkiye de bugün maalesef ikiye bölünmek üzeredir. Çoğunluğu elinde bulunduran iktidarın “yandaşları olanlar” ve “olmayanlar”! Eğer siz “olmayanlardan” biriyseniz, ve amacınız partinin “yandaşları” ile çıkar elde etmek değilse, işiniz çok zordur.

Herhangi bir konuda, herhangi bir eleştiriyi dile getirdiğiniz takdirde, derhal “pankart açmak” ile itham edilip “birlik, beraberlik ve huzur”u bozmakla suçlanırsınız. Pankart açmak (veya eleştiri getirmek) gibi demokratik bir hak olan düşünce ve ifade özgürlüğü, “hainlik” gibi gösterilmeye çalışılır, birlik, beraberlik ve huzurun tanımlanması ise, sadece “resmi görüş” çerçevesinde yapılır.

İstanbul’da yaşadığımız terör eylemlerinde medya gibi, meclis içinde ve dışında olan muhalefet gibi, farklı yaklaşımlara sahip kurum ve kişiler derhal suçlanmıştır. Seçilmiş veya atanmış sorumluluk taşıyan kişiler ise, hedef saptırılarak aklanılmaya çalışılmıştır. Hükümet üyelerinden tutun, devlet görevlilerine kadar, sorumluluğu ve hesap verme yükümlülüğü bulunanlar kifayetsizliklerini medyanın üstüne atmaya kadar ileri gitmişlerdir. Terör sürecinin, sadece bir başlangıç noktası olabilecek, Afganistan’ daki dış mihrakaların üstüne tüm sorumluluğu atıp, bu sürecin diğer halkalarındaki sorumsuzlukların dan “sıyrılmaya” çalışanları kimse inandırıcı bulmamaktadır. Terörü önlemenin ilk adımı, son eylem yapılmadan evvelki süreçde buna müdahale edebilmektir. Bunu yapabilmek içinse, istihbarat toplama ve değerlendirme (insan, para ve mal haraketlerinin takibi gibi) işlevinin çok güçlü olması gerekmektedir. Eğer bu böyle değilse, yüzlerce insanı kaybettikten sonra Bingöl’de baskınlar yaparak, “failleri öldürdük veya göz altına aldık” demek kamuoyunu tatmin etmiyor. Birincil görevlerinde ihmal sahibi olanlar, ikincil görevlerini yaptıkları için “başarılı” oldukları var sayılamaz. “Başarı”, bir sürecin bütününü kapsar.

Bunlara ulusal kamuoyu “inansa” bile uluslararası kamuoyu “inanmaz”. Neden? Bizden daha akıllı oldukları için mi? Hayır! Bizden daha bilgili ve analitik oldukları için inanmaz! UEFA gibi bir spor kurumu, Avrupa takımlarının maçlarını Türkiye dışına aldığı an “vatan, millet, sakarya” edebiyatını bırakıp, bunun sebeplerini araştırmaya başlamamız gerekir. Avrupa Birliği’ nin teröre “prim” vereceğini (‘dolaylı olarak teşvik edeceğini’ düşünmek veya ‘üyelik sürecimize olumlu etkisi olacağını’ düşünmek) kadar popülist görüşlere kimsenin inanmayacağına göre, biz burada neyi yanlış yapıyoruz diye düşünmeye başlamamızın zamanıdır.

Devletimizin, bireylerine karşı olan, asli görevi onların can ve mal güvenliklerini sağlamaktır. Son terör olayları bunun her zaman böyle olamayabileceğinin bir göstergesi olmuştur. Bu korkunç olaylardan sonra, yapılmayanlar, alınmayan kararlar, ve kimselerin sorumluluk almaması beni çok rahatsız etmektedir. Terör, “ayakların altına alınacak” bir nesne değildir! “İnşallah” diyerek veya dua ederek önlenecek bir temenni de değildir! Terörle mücadele, bilimsel yaklaşımlarla, bilgi toplayarak, analizler ve değerlendirmeler yaparak, bunlardan çıkan sonuçlar doğrultusunda önlemler almaktır. İtalya ve İngiltere Başbakanları, vatandaşlarına Türkiye’ye gitmeme konusunda telkinlerde bulunuyorlarsa, amaçları teröre “hizmet etmek” değil, belirgin bir güvenlik zaafı olan bir ülkeye gitmek isteyen vatandaşlarını uyarmak içindir. Ne yazıkdır ki, bizler kurumlarımız ve yöneticilerimiz ile “yetersiz kalmış” bulunmaktayız. Bu tabiki, bizim için bir “son” olarak değerlendirilmemelidir. Biz her ne kadar, terörde tecrübemiz var desek bile, İstanbul eylemlerinin, PKK eylemleri ile çok farklı olduğunu anlamamız gerekmektedir. Terörün hedefi, güneydoğu, asker, korucular ve köylerden; istanbul, Beyoğlu, Şişli, Levent, ve herkese yönelmiştir. Bunu, bazı kesimlerde, hala algılayamamış olmamız bile ‘yeni bir terör dalgası karşısında ne kadar hazırlıksız olduğumuzun’ bir göstergesidir. Bunu bertaraf etmek için, güvenlik birimlerinde ve istihbarat bilgisi akış sürecinde yeniden yapılanmalara gidilmelidir. Mevcut yapılar ve süreçler tekrar gözden geçirelerek, en güncel ve en verimli ‘güvenlik modeli’ oluşturulmalıdır.

Avrupa Birliği ülkelerinin yollamış olduğu destek mesajlarını “timsahların göz yaşları” şeklinde değerlendirmek yanlış bir tutumdur. “Duygusallıktan dolayı tutarsızlıklar ve bilgisizlikten dolayı belirsizlikler” ile şekillenen dış politikamıza rağmen, AB bizim karşımızda durmamaktadır. Nufusumuzun %75’inin istediği bu ulus devlet birlikteliğini, “popülist” siyaset yapma eğiliminde bulunan bir hükümet sözcüsünün, böyle bir tabir kullanması, kendi hükümetinin programı ile büyük bir tezat teşkil ederken; devletin inandırıcılığı, güvenirliliği, ve tutarlılığına “darbe” vurmaktadır.

Ev ödevlerini doğru yapanların ve derslerini iyi çalışanların, böyle bir yaklaşım içinde olmaları gerekmeyecektir. Hazırlıksız olup, ‘deneme yanılma’ yöntemi ile icraat yapmaya çalışanların ise pek çok “İrlandalı” ve “Danimarkalıya” ihtiyacı olacaktır. Aslında, terörü kökünden yok etmenin tek bir “yolu” bulunmaktadır. O da istikrarlı ve şeffaf olacak bir kamu ekonomisi yönetimidir. Kamu harcamalarında disiplin ve aciliyet, bütçe kalemlerinde şeffaflık ve bireyin temel ihtiyaçlarının önceliği, yabancı sermaye girişini arttırmak için yolsuzlukların önlenmesi, hukukun üstünlüğünün vurgulanması, ve adaletin adil bir şekilde tecelli etmesi gerekmektedir. DİE’nin Türkiye’de ki gelir dağılımı üzerine yapmış olduğu bir araştırma bunların önemini açıkça tesbit etmektedir. Son 2 sene içinde ekonomimiz büyürken, işssizlik 2 katına çıkmıştır; en yoksul 3.2 milyon aile ile varlıklı aileler arasındaki beslenme harcamaları farkı 9 misline çıkmıştır; kentlerde her 100 gençden 27’si işsizdir; çalışan her 100 kişiden 52’sinin sosyal güvencesi bulunmamaktadır; ve kişi başına düşen milli gelir 2000 dolar seviyesine gerilemiştir. Tesbit çok çarpıcıdır, çözümü de seçilenlerin elindedir!


TERROR, ECONOMY AND ADMINISTRATION


Whenever we undergo an unpleasant event, whenever we are frustrated or shocked, the first thing we do is to blame the “external forces” and then begin to look for “traitors” among us. This is just like a “witch hunt”. Those, whose declarations are against the formal position of the government are stigmatized as being “against our unity and solidarity”. This is the cheap nationalist jargon of those whose interests lie in the government. Unfortunately, Turkey is on the verge of dividing into two. Those who side with the ruling party and those who do not.

If you are one of the latter, you are in big trouble. Whenever you want to raise a criticism, you are blamed for disrupting “unity, solidarity and peace”. A democratic right as freedom of thought and expression is disguised as “treachery”, because the definition of “unity, solidarity and peace” is only at the disposal of the “formal doctrine”. In the recent terrorist attacks against Istanbul, institutions and people with discrepant opinions, just like the media and the opposition in and outside the parliament, were immediately blamed. Government officials went as far as saddling their insufficiency to the media. The initial step to staunch terrorism is to be able to intervene “prior” to the final action. After losing hundreds of people, it does not satisfy the public to hear “ we have killed – or detained - the perpetrators”. The national population might believe in this but the international public will not, not because they are more intelligent but more knowledgeable and analytical than us.

The primary task of the state towards its citizens is to ensure the safety of their lives and possessions. The recent terrorist attacks have shown that this may not always be the case. Terror is not something that can be “crumbled under one’s feet”; the fight against terrorism entails gathering information, rendering analyses and evaluations in a scientific approach and taking precautions accordingly. Although we claim to be experienced in this fight, the attacks in Istanbul are far more different than those of the PKK. In order to obviate this new wave of terror, we should form the most up-to-date security model. Above all, the unique “way” of eradicating terrorism lies in a stable and transparent public administration.



# # # # # # # #