AV. HAKAN HANLI
Ankara ve Brüksel Baroları Üyesi
Uluslararası ve Avrupa Ticaret Hukuku Uzmanı
Attorney at the Ankara & Brussels
Bars International & European Business Law


YENİ DÜNYA DÜZENİ
TO BE "EUROPEAN" OR NOT TO BE
AVRUPA ŞEYTAN ÜÇGENİ: SEVR-LOZAN-KOPENHAG"


Sevr Sendromu ve LOZAN Uzlaşması:

Avrupa Birliği’ne üye olma, yani "Avrupalı olma" hususu, ülkemizin ve halkımızın geleceğini ve ufkunu tamamıyla kuşatmıştır. Peki Türk halkı için, nedir bu Avrupa Birliği? “Cennetin yolu mu? Yoksa daha ziyade cehennemin mi?

Tarihi kronolojik bir indeks değil de, yaşanmış ve ders alınması gereken olaylar süreci olarak değerlendirip, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, bakın karşımıza neler neler çıkıyor. Şöyle ki; Avrupalılar’ın baskıları ile Avrupalı olma gafletinin, 1912-1913 yıllarında Balkanlar'ın kaybedilmesi ve I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Savaşın sona ermesiyle; 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşmasıyla, Türkiye'ye bazı hususların da kabul ettirildiğini görüyoruz. Bunlardan bazılarını, müsade ederseniz burada birlikte hatırlayalım. Şöyle ki; Osmanlı İmparatorluğu hazinesi, yeraltı ve yerüstü tüm kaynakları, ticaret ve gümrükleri, yani tüm "servet ve varidatını”;

• İngiltere, Fransa, İtalya ve Osmanlı’dan oluşan bir komisyon, yani “Düyun-u Umumiye” yönetecek,

• Azınlıklar her derecede eğitime yönelik okullar açabilecekler,

• Doğuda bir “Ermenistan” devleti, sonrasında Güney-Doğu’da ise bir “Kürt” devleti kurulması.

• Asker terhis edilecek, Anadolu “Mondros Mütarekesi” şartları gereği Avrupalılar arasında pay edilecek.

Uzun lafın kısası, İngiltere Kraliçesi Victoria’ya Reşit Paşa’nın dediği gibi : “Siz (Avrupalılar) dışarıdan, Biz (içimizdeki Danimarkalılar) içeriden nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nu bitirdik”.

Bugün de Türk Halkı, o günlerdeki gibi ”ateşle-açlıkla imtihan ve terbiye" edilmektedir. Böyle bir günde, vatanseverler milli mücadeleye önderlik edip ülkeyi işgal edenleri kovmaları üzerine, Sevr yırtıp atılıyor ve yerine Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde tüm Avrupa Devletlerine kabul ettirilip; Avrupa’nın Hasta Adamı’ndan “Bağımsız Genç Türkiye Cumhuriyeti” kuruluyordu.

LOZAN’dan KOPENHAG’a: “Entrikalarla Constantinople”

Lozan Antlaşması’na imza atan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord CURZON İsmet Paşa’ya; "Sevr'i çöpe attığımızı zannetmeyiniz, hepsi cebimizde, zamanı gelince hepsini önünüze teker teker çıkaracağız" diyordu.

Acaba kastettiği o gün, bugün müdür? Lozan'da yırtıp, tarihin kronolojik dizinine bıraktığımız Sevr şartları, AB Kopenhag Kriterleri olarak tekrar önümüze mi getiriliyor? Üstüne üstlük, Ulusal Kurtuluş mücadelemiz, dost olmaya gayret ettiğimiz "Kıbrıslı Türkler’in Soykırım" zanlısı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY), Meclisi’nde 5 Aralık 2003 tarihli kararıyla; sözde “Yunanistan Soykırımı” olarak ilan ediliyor!... Ne ilginç bizde ise, hala çıt yok!...Galiba "tıp” oynamayı seviyoruz.

Şimdi bir daha sormak istiyoruz; “AB üyesi olmaktaki ısrar ve her ne pahasına olursa olsun teslimiyetçiliği", Türkiye'yi tekrar Sevr'e, yani hastalığa götürmez mi? Sevr’de hastalıklı, ama üyesi de olduğumuz Avrupa Devletler Topluluğu’na rağmen, dün herşeye rağmen (!) kabul etmediğimiz “Avrupalılık” için, bugün bazılarınca istenilen herşeyi vermeğe ve hatta haysiyetimizi ayaklar altına alma pahasına yapılmağa gayret edilsede, sizce bu hayalin gerçekleşme ihtimali hala mı (!) var?

O zaman, Belçika Kralı II. Leopold’ün 1860 tarihli “Voyage à Constantinople” günlüğünde ifade ettiği gözlem ve hatıralarına bir göz atalım; Ordu güzel, ama parasız... Halk fanatik... Bürokrasi kör, köhnemiş, aptal, cansız... Tanrım böyle bir ülkeyi, bu tür insanların elinde görmek ne acı! Sanki genç ve güzel bir kadını, vebalıların ellerine terk etmişler...

“Doktor görünümüne girmiş egemen güçler, uyuşturucu vere vere Hasta Adam’ı ölüme götürecekler. Zavallı Türkiye, ayakta kalıyor. Çünkü o kadar zayıf ki, hareket edip (!) yıkılacak hali bile kalmamış”. “Kıbrıs ve Girit’i satın almak, Türkiye’deki maden ocaklarını işletmek, Boğaz’dan mülk edinmek, bunlar mümkün...Osmanlı sıkışık durumda... Bizden borç almalılar ve karşılığında istediklerimizi vermeliler...” (Anadolu, sayı:16, Subat 2004).

Yani ezcümle; Kıbrıs’ı ve Ege'yi Yunanlılar’a versek,...sözde “Ermeni Soykırımı”nı kabul etsek,...her şehirde bir kilise kursak,...Leyla ZANA'yı Kadından Sorumlu Devlet Bakanı yapsak,...Abdullah ÖCALAN’ı milletvekili yapsak,... Kürtçe'yi resmi dil ilan etsek,...Şehit kanlarıyla sulanmış bayrağımızdan hilali söküp, 11 yıldız ilave etsek,... Ülkeyi eyaletlere bölsek,...Ordu’yu lağvetsek,...Avrupalılığımız kabul mu edilecek? Avrupa Birliği’ne üye mi olacağız ?

Diyelim ki, bu koşullarda olundu, peki bunu içimize sindirebilecek miyiz? Hiç düşündünüz mü, ya bir gün Constantinoplu’da isterlerse!... Şaka- maka biyana, hemen her gün Radio Contact Plus’de “İstanbul-Constantinople” diye bir şarkı çalıyor, İngilizce’sinden “Constantinoplu geriye ver” dediklerini çıkartabiliyoruz. Kim, niçin yazmış acaba!. Yok yok abartıyorum galiba, havadan nem kapmanın bu kadar da alemi yok!..



Tanzimat Dönemi: “İkili Ticaret Antlaşmaları ve Gümrük Birliği”

Tanzimat devrinde, Osmanlı İmparatorluğu 1861’de Fransa, İngiltere ve İtalya ile, 1862’de Rusya, Birleşik Amerika, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka, İspanya, Prusya ve Avusturya ile imzalanan ikili Ticaret antlaşmalarını gözden geçirdiğimiz ve Türkiye Cumhuriyeti Dönemin Başbakanının bütün milleti nasılda yanıltarak, büyük bir coşkuyla 1995’te Avrupa Ülkeleri ile oluşturduğu “Gümrük Birliği” ile karşılaştırdığımız vakit; Örneğin, 29 Nisan 1861’de Fransa ile imzalanılan ikili ticaret antlaşmasına göre; 1. madde: “İç ticarette tam bir serbestlik. Fransızlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafında her türlü ziraat ürünlerini ve mamul eşyayı, Osmanlı tebaasından en ziyade mazharı müsade olan tüccarların vermekte oldukları resimleri vermek şartıyla, alıp satabileceklerdir. Yalnız barut, top ve mühimmat maddelerinin satışı memnudur”.

2. madde: “Dış ticarette tam bir serbestlik. Yukarıdaki maddede sözü geçen ticaret maddeleri İmparatorluğun dışına serbestçe çıkarılabilecektir...”

Kapitülasyonlar, yabancılara, Osmanlı İmparatorluğu’nda yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu. Fakat, ticaret hakkı sınırlandırılmıştı. Yabancılar, Osmanlı İmparatorluğu’nda iç ticaret hususunda tam bir serbetliğe sahip bulunmuyorlardı. Kapitülasyonların her yenilenmesinde, İmparatorluktan satın alarak yabancı memleketlere götürecekleri ticaret eşyası tadat edilmişti. Böylece, yabancı devletlere Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürmek için kapitülasyonlara ek imtiyazları verilmiş oldu. Artık, yabancı tüccarlar Osmanlı memleketlerine yayılıp, Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar. Hem hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mamul hale getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha karlı ve imtiyazlı ticaret yapmalarına imkan yoktu. Bu durum karşısında; bilgisiz, teşkilatsız ve himayesiz Osmanlı tüccarlarının ve esnafının ezilmesi mukadderdi. Nitekim de öyle oldu. Ve Namık KEMAL’in dediği gibi; “esnafımız ve tüccarlarımız uşaklığa ve kolculuğa düştü” (Osmanlı Tarihi, Ord. Prof. E. Z.Karal, Cilt 7, sahife 53 vd.., 259, vd...)...

Gerçekten de, 1861-62 ve 1995 tarihli antlaşmalar neredeyse kelimesi kelimesine birbirinin aynı. Nasıl olmuşta, kendisi de bir “Ekonomi Profesörü” olan ve Türkiye’nin saygın üniversitelerinden birinde kendisine bu gibi konuları öğretme gayesiyle kürsü verilmiş olan, ayrıca imza sahibi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanımız, ne tarihten ne de Tanzimat Dönemi Osmanlı-Avrupa Ülkeleri arasındaki ikili ticaret antlaşmaları gibi mevcut olan antlaşmaların, bizim ekonomimizi ne kadar başdöndürücü hızla batırdığını görememiş ve tarihten ders alamamış olsun.

Daha da önemlisi, bizi elimizdeki bütün avantajları terk ederek, Avrupa Ülkeleri’nin bir “Ticari Mandası” haline getirmeğe yönelik maddeleri içeren, bu “kötüniyetler dizelgesi”ni, kendisinin hizmet etmeğe yemin etmiş olduğu milletinden, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek menfaatlerini gözardı ederek, artık kazara olduğuna inanamadığım bir ısrar ile halkından saklamış olsun. Şimdi, bu ve bunun gibi Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri’nin bazıları, birinci ağızdan olan; “çarpık, eksik, iç menfaatler yerine daha ziyade dış menfaatlere hizmet eden, adı belirlenmeyen, kökü belli olmayan bu tür zaafiyetler...”, Türkiye sözkonusu olduğunda, Avrupa’lıların ve içimizdeki Danimarka’lıların gözlerinin içinin parlamasına sebep olan ender marifetlerimizdendir.

KIBRIS ve ANNAN Planı: By-pass Operasyonu ve Müslüman Azınlık Statüsü

Londra Garantörlük Protokolü ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasal statüsü gereği; “üniter bir devlet olmayıp, kendine özgü (sui generis) koşullarda, içeride tahakkümü önleyici tedbirleri içeren ve iki kurucu ortağın eşitliğine dayanan garanti altına alınmış bir ortaklık konsepti mevcut olup, Kıbrıs’ın uluslararası bir ekonomik veya siyasi kuruma (AB’ne) müracaat edebilmesi için, Yunanistan ve Türkiye’ninde birlikte üye olmaları ve ayrıca içeride de her iki ortağın (GKRY ve KKTC) buna razı olmaları gerektiği” hukuken sarih olmakla birlikte, AB tek taraflı bir direktifle GKRY ile üyelik müzakerelerine başlamak suretiyle, uluslararası hukuku göz göre göre ihlal etmektedir. Annan Planı ile yapılmağa çalışılan ise; Londra ve 1960 Anayasası’nın bu planla by-pass edilmek suretiyle, KKTC’nin elindeki tüm egemenlik haklarının sulandırılarak ve daha da önemlisi AB’nin uluslarararası ihlali nedeniyle, "kıvrım kıvrım kıvrandığı" şu günlerde, AB’yi kurtarmağa ve haklı çıkarmağa yönelik önemli bir destektir. Acaba ne karşılığı?

Binaenaleyh; siyasi, ekonomik ve hukuki anlanlarda "ahdine  vefa" etmeyen Avrupa Cemiyeti karşısında, Türkiye’nin haklarının lağvedilmesi ve KKTC Halkı’nında zaman içerisinde “Müslüman Azınlık Statüsü”ne düşürülmesi, mazideki örnekleri incelendiğinde, tarihin tekerrürünü mü yaşacağız diye düşündürtmüyor da değil insanı?

Türkiye’nin Ulusal Menfaatleri: "Yönetici ve Elit-Aydınlarımız"

Asya, Avrupa ve Amerika için Türkiye’nin kanunu aynıdır: “Tam bağımsızlığını korumak!..”. Ama, herşeyi de, Türkiye cephesinden değerlendirmek!.. Bu, gerçekçi olan görüştür. Türk Milleti’nin kurduğu “yeni Cumhuriyet’in mukadderatına, muamelatına, istiklaline, ünvanı ne olursa olsun, hiç kimseyi müdahale ettirmemek” gerekiyor. Türkiye'nin başına gelen insanlar, güçlü devletler karşısında susmağa mahkummuşlar gibi, Türkiye’yi edilgen ve çekingen bir halde tutmamalıdırlar... Korkak ve mütereddit davranmamalılar... Çünkü, “korku üzerine egemenlik kurulamaz”. Türkiye’nin bazı yöneticileri, fikir adamları, elit-aydınları da adeta kendilerine hakaret eder gibi "biz adam değiliz ve olmayız, kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yok” gibi beliren ve kendilerini de komik duruma düşüren bir takım zihniyetleri (feci depresif kompleksleri) de bir kenara bırakmalıdırlar!.. Çünkü “hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla yükselebilsin!”. Tarih’te zaten böyle bir olayı kaydetmemiştir!... (6 Mart 1922, M.K.Atatürk, TBMM).

Elbetteki Türkiye ittifaklar kuracaktır. Ancak, bundan kasıt bir zayıf ile bir kuvvetlinin birleşmesi değildir. Zira birleşmenin böylesi zayıfın kuvvetliye esir olması anlamına gelir. Millet ve memleket menfaatleri icab ettirirse, milletlerden herbiriyle medeniyet gereği olan dostluk ve siyaset münasebetleri hassiyetle takdir edilmelidir. Hakkımıza ve haysiyetimize saygı gösterildikçe, mukabil saygıda da asla kusur etmemeliyiz.

Sonuç: Böl, Parçala ve Yönet

Yeni Küresel Düzen’de, küresel güçler Birleşmiş Milletler’e üye olan 134 civarındaki devlet sayısını yetersiz bulmaktalar. Küreselleşme adı altında; bu sayıyı, yani böl-parçala-yönet taktiği ile arttırarak kendi denetimlerinde, Yeni Dünya Düzeni kurmaya  başladılar mı ne? (Avrasya, Büyük Orta-Doğu Projesi, vs...)

Avrupa Birliği’ne, hangi ülke kendi kişiliğinden vazgeçip üye oldu?

Türkiye'de siyasi iktidarların, kendilerinden güçlü ecnebi muhataplarıyla antlaşma yaptıklarında, masa başında söylenenleri, nalıncı keseri gibi kendi çıkarlarına yontar biçimde kendi kamuoyuna "büyük başarı" gibi iletmektedir şeklinde genelleştirilebilecek bir tutumu vardır. Bu herhalde İmparatorluklarımızı nasıl yıktığımızı kamuoyu gözünde en şirin şekilde gösterme çabasıdır.

İstenir ki, böyle bir taktiğin sonucunda millet güruha dönüşerek ellerini omuzlarından yukarı kaldırıp; bir sağa bir sola sallanarak; ay ne iyi ettiniz de yıktınız... vay ne iyi ettiniz de yıktınız... elinize sağlık, hiç eksik olmayın, hep başımızda oturun... desin...

Bununla birlikte, zaman zaman da "Türk’ün ayranı kabarır..." veciz sözü gereği hareket edildiğini ve edileceğini de gözden uzak tutma gafletine düşmemek gerekir. Doğal olarak da, lobiciliğimiz yukarıdaki hükümet görüşüne ters düşmüyor. Yahu, şu lobi faaliyetleri bir kez de dış trübünlere gibi değil de, gerçekten yapılsa ne olur? Zaten amaç da bu değil mi? Toleranslı Avrupa buna ne der acaba? Cidden merak etmeğe başladık. İşte o zaman, Amerika’lıların veciz (!) sözünde Money talks & Shit walks! ile ifade edileni doğrularcasına, her isteklerine “Yes Sir” deyip, el-etek öpüp divanlarına mı çıkmalı? “Korkaklar her gün, Yiğitler bir gün ölürler”.


THE NEW WORLD ORDER, TO BE “EUROPEAN” OR NOT TO BE.
THE EUROPEAN DEVIL’S TRIANGLE:
“SEVRES-LOZANNE-COPENHAGEN”


Lord CURZON, the British Foreign Minister who signed the Lozanne Treaty had told İsmet Paşa that Sevres was not totally eliminated, was to be kept in their pockets and its contents would be brought out to light in the future. One cannot help but wonder if today is the time for those contents to be revealed and imposed on Turkey again. Turkey’s efforts for accession to the European Union (EU) unfortunately entails an approach on the part of the government that involves a rather submissive attitude. Even if we gave Cyprus and the Aegean to the Greeks, we accepted the so-called “Armenian genocide”, established a church in every city, etc., would we be able to get into the EU? Even if we did, would that be a well-absorbed membership on our part? The Annan Plan for the settlement of the Cyprus issue seems to be an effort that would save and justify the EU which has in fact violated international law by accepting the membership application of the Southern Cyprus Greek Administration. According to the 1960 London Protocol, this should have been possible only with the consent of both sections of the island and only as long as both Turkey and Greece were members of the Union. In the light of all these developments, it is high time our elite-intellectuals stopped despising our own country with the claim that we need outside help to straighten out our own selves...




# # # # # # # #