BÜLENT AKARCALI
Eski ANAP Bakanı, Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı

YAKLAŞAN KIRILGANLIK YARIN İÇ VE DIŞ SİYASİ KIRILGANLIKLA BİRLEŞİRSE YİNE 2001 KRİZİ GİBİ BİR KRİZ GÜNDEME GELEBİLİR


'Benim üzerinde durduğum konu; cari açığa endişe ile yaklaşılmamasıdır. 2001 krizi, 2000 yılındaki cari açıktan dolayı başımıza geldi.'

Sayın AKARCALI, geçtiğimiz aylarda TCK'na konulması arzulanan 'Zinanın suç sayılması "Türkiye ile AB arasında gerginliğe neden olmuştu. Bu konu AB için bu kadar önemli midir?

Avrupa için önemli değil; ancak bu konunun bu şekilde Türk kamuoyuna getirilip diretilmesi ve Avrupa'ya da bir diretme olarak kullanılması, Avrupa'da AKP hükümetine olan güveni sarstı. Türkiye''nin AB ile ilişkileri uzun bir zinciri oluşturuyor ve bu zincirin halkaları var. Halkalardan bir tanesi zayıf olunca halka kopuyor. AKP ve Başbakan bunun farkında değil. Onlar zannediyor ki bu gibi sorunlar ufak tefek sorundur, görüşmelerle halledilir. Oysa ki durum öyle değil. Bu nereden kaynaklanıyor? Birincisi, Başbakan toplum mantalitesini bilmiyor, yani çocukluğundan itibaren yetiştiği ortamdan Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na kadar aslında Batı mantalitesine tamamen ters. Başbakanlığından itibaren dış dünyaya açılıp gerçeği farketmeye başladı, gelişme gösterdi. Partiyi kurup Başbakanlığa geçtikten sonra gerçekleri de görünce kendisinde çok önemli bir değişiklik yaptı. Yine de Avrupa ile olan ilişkilerin hiç birinde yabancı dil bilmediği için birinci elden bilgi edinemedi. AB ile olan ilişkilerde bilgileri önce tercüman aracılığıyla, ikincisi de yorumlar aracılığıyla elde etti.

Batı ile ilişkileri yürüten ekibin de bu konudaki iyi niyetine rağmen, deneyimi çok azdı. Dolayısıyla bu ilişkileri hiçbir zaman üst düzey siyasi ilişkiler olamadı. Başbakan kadrosuna Batı'yı hakikaten siyaseten tanımış, o konuda bilgi sahibi insanların hiçbirini sokmadı. Eski siyasetçilerden de bu konuda herhangi bir yardım talebinde bulunmadı. Bunun sonunda Batı'nın hangi noktada kırılgan olacağını farketmedi. Gelinen nokta bu noktadır. Zincir bu noktadan kopuyor ama Ankara bunu göremiyor. Batının AKP ile ilk günden itibaren ciddi bir karşılıklı güven sorunu vardı. Bu Refah Partisi, Nizam Partisi, v.b. gibi geçmişten dolayı gelen ve daha sonra 11 Eylül ile devam etmiş, Cezayir'den Afganistan'a kadar, Müslüman geçinenlerin terör olayları sonucu Batı, AKP'ye şüphe içinde yaklaşmıştır. Ama zaman içerisinden iktidarın gerçekleştirmiş olduğu çok ciddi demokratikleşme hak ve özgürlükler konusundaki tavırlarıyla endişesini gidermiş, gerek ERDOĞAN ile gerek GÜL ile, kurulmuş ikili ilişkiler sayesinde endişe yerini güvene bırakmıştır.

Şimdi bu güven sarsıldı. Acaba Tayyip ERDOĞAN bunu anladı mı anlamadı mı? Mesele orada... Konu yanlış anlaşılma değil, güven sarsılması. Yanlış anlama Tayyip ERDOĞAN'ın kendisinden ve AKP iktidarından kaynaklandı ve Batı şöyle düşünür oldu: Böylesine gereksiz bir konuda böyle bir direnme gösteriliyorsa, yarın önemli bir konuda neler olabilir? Bu bir güven meselesi olması sebebiyle aşmak için çok hızlı davranmak ve anında çözmek lazım. Aksi takdirde bu güven sorunu her geçen gün ciddi bir çatlağa yol açar. Bu güven sorununun ne kadar zor tedavi edildiğini yaşadık ve gördük.

Peki bu güven sorunu için kısa ve uzun vadede ne yapılmalıdır?

Kısa vadede CHP'nin yaklaşımı son derece doğruydu. TCK meclisten biran önce geçmeliydi ve geçti. Uzun vadede de Batı ile olan ilişkilerde, her şeyin başında ortaya net olarak konması gerekmektedir. Yani kolay işleri aşalım, ihtilaflı, zor meseleleri sona bırakalım anlayışı Batı ile olan ilişkilerde ters tepiyor. Tam tersine en ihtilaflı meseleleri önce samimi bir şekilde ortaya koyarak çözmek, daha sonra kolaylara gitmek doğru olur. 1984 yılında Avrupa Konseyi'ne gittiğimizde bizi ceza evlerindeki işkence ile itham ediyorlardı.

Bizde Türkiye'yi savunmak amacıyla öyle olmadığını söyledikçe itibarımızın olmadığını gördük. 1985'te başkanlığını benim yaptığım Cezaevi İnceleme Komisyonu kuruldu. Avrupa Konseyi'nde üye olan 50 kişilik bir ekiple birlikte cezaevlerini gezmeye başlayıp oradaki sorunları saptadık. Bu da bizim Avrupa Komisyonu'nda itibar kazanmamızı sağladı. Bugün bu şeffaf dünyada meseleleri gizleyerek sonuç elde etmek mümkün değildir.

Türkiye 17 Aralık'ta müzakere tarihi alacak mı? Azınlık Vakıfları, Din Özgürlüğü, Sistematik İşkence ve bu gibi konular nasıl çözülecek?

TCK konusunda iktidarın inadı ortadan kalktı ve meclisten geçti. 6 Ekim'de çıkan rapor müspettir. Bunun sonucunda başlayacak olan müzakereler nelerdir? Bu müzakerelerde ele alınacak belki 100.000 sayfalık AB müktesebatı var. Yani bu müzakereler yalnız özgürlükler, azınlık hakları vs. değil, Türk insanının hayatının her anındaki konuların AB ile uyumlu hale gelmesini ilgilendiriyor.

Bu kurallar sanayici, resmi ve özel sektör yöneticisi, v.b. gibi herşey ve herkes için geçerli olacaktır. Kullandığınız mürekkebin nasıl olacağı bile AB uyum çerçevesi içine girecektir. Mesela mürekkepte AB ülkelerinde yasaklanmış zehirli madde varsa kullanmanız yasaklanacaktır. Ruhban Okulu meselesinden, AB normlarına uygun gıda üretimine kadar herşey uyumlu olacaktır. Bugün 40 seneden beri Avrupa'ya gitmiş olan Türkler'in kuruduğu 1000 civarı cami var, camilerin etrafında mescit, kuran kursu, vs. kurma hakları var. Gittikleri her yerde cami yapmak için arsaları satın alma hakları olmasına rağmen, Avrupalılar'ın bizim ülkemizde böyle bir hakları olmayacak? Böyle bir şey olamaz!

Birde şöyle bir durum var: Örneğini spordan vereceğim. UEFA ve FIFA ile aynı kuralları paylaşmayı kabul ettiğimiz için Avrupa'da futbol oynayabiliyoruz. Biz kalkıp da: 'Biz Türkiye olarak ceza sahası içinde ofsaytı kabul etmiyoruz' desek. UEFA, FIFA bizi kabul eder mi? Hayır. O zaman hakkımız var mı UEFA, FIFA bize kendi şartlarını dikte ettirdi diye isyan etmeye? Başka bir sürü konuda biz Avrupa normları içinde yaşadığımız için onları görmüyoruz, Avrupa normları içinde yaşamadığımız konular önümüze gelince Avrupa bize bunları dikte ettirdi diye baş kaldırıyoruz. AB'yi oluşturan 28 ülkenin hepsi aynı kuralları kabul ediyor.

Her ülkede sorunlar olmuştur. Mesela Fransa gibi merkezi idaresi ağır bir ülkenin Brüksel'in normlarına uyması kolay olmadı ama karşılıklı paylaşmayla çözüldü. Avrupa'da sorunlar kısa sürede çözülemeyecekse sorunlu ülkeye belli bir süre tanınıyor. Diyelim ki Türkiye 2010 yılında üye olabiliyor, fakat o zamana kadar bazı konuları yetiştirememişse, o konularla ilgili olarak Türkiye'ye ek olarak 5 senelik bir geçiş süresi tanınıyor. Bu sistem İspanya, Portekiz gibi çeşitli ülkelere de uygulandı.

Kuzey Irak'ta kaçırılan ve öldürülen Türk şoförlerin dramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Nasıl önlem almalıyız ve Irak politikamızı değerlendirir misiniz?

Kuzey Irak'ta Türkiye kontrpiyede kaldı. Yani topu sağda bekleyen kalecinin sağa atlayıp, topun sola gelmesi gibi... Türkiye sivil ve askeri bütün planlarını mecliste ABD ile birlikte Irak'a müdahil olacak şekilde geçmesine bağlamıştı. Olay öyle geçmeyince Türkiye büyük bir bocalama içine girdi ve o bocalamadan çıkamadı. Bocalamada temel bir hata yaptı: Irak politikası için ABD ile anlaşmaya çalışmak yerine komşumuz olan Irak ile anlaşmalıydı.

Türkiye kendisi için ileriye yönelik sorun kabul ettiği Kuzey Irak, yani Kürt bölgesini daha ziyade hedef aldı. Orada bulunan Talabani, Barzani'yi kontrol etme politikasını güttü, Bağdat ile hiç ilgilenmeyip ABD'nin kucağına bıraktı. Sonuçta Bağdat'taki direniş güçlenirken Türkiye hala yardım eden değil ABD ile birlikte orayı düzeltmeye kalkan ve Irak'taki Kürt olmayan Iraklılar'ın rakip gördüğü Kürtler ile iyi geçinmeye çalışır bir ülke konumuna geldi. Türk şoförlerinin kurban olduğu karşı politikalara maruz kaldı ve bu politikaları değiştirmek içinde ne diplomatik ne siyasi açıdan hiçbir davranışa girmedi.

Irak ile son derece sınırlı politik ilişkiler mevcut, siyasi ilişkiler açısından ise hiçbir şey yok. Türkiye Irak hükümeti ile ciddi bir şekilde muhatap olmuyor. Hem siyasi ilişkileri değiştirmiyoruz hem de Irak'ı para kazanacağımız bir yer olarak görüyoruz. Neler yapılabilir? Mesela TRT'de Irak halkına yönelik yayınlar yapılabilir. Arapça broşür bastırılıp Irak'da dağıtılabilir... Biz bunun gibi siyasi ve diplomatik yaklaşımlarda bulunup, iyi niyetimizi gösterip, Irak halkına yardımda bulunduktan sonra terör yapanlara karşı dişe diş mücadeleye girilebilir.

Kaçırılan şoförler İsrailli olsalardı, İsrail bu duruma nasıl tepki gösterecekse, bizde aynı şekilde tepki göstermeliydik, ama yapılmadı. Irak'taki Türkmenler bizim kardeşimiz, tabi ki onlara sahip çıkacağız ama Irak halkının büyük çoğunluğu sıkıntıdayken, sırf Türkmenler'e yardım malzemesi gönderirsem, bu Türkmenler'i orada daha zor duruma sokar. Türkiye bütün Irak halkını kucaklayacak politikayı beceremedi. Arap dünyasına en yakın olan AKP bu konuda sınıfta kaldı, iş üreten işadamlarını da yalnız bıraktı. Ankara'da bu konuda karar alıp uygulayacak olanlar hiç olmazsa eski savaş filmlerindeki hikayeleri örnek alsalar yeter. 2. Dünya Savaşı'nda Amerika'dan İngiltere'ye giden yardım gemilerini Alman denizaltıları aynen bizim şoförlerin avlandığı gibi avlıyordu. Bunun üstüne Amerikalılar gemileri teker teker değil de toplu halede ve etraflarına askeri gemileri koyarak ve uçakların güvencesi altında gönderdiler.

Kayıp, 100 gemiden 10 gemiye, oradan da 1 gemiye indi. Biz, Irak hükümeti ile iyi ilişkiler kurup, onları ikna edebilmiş olsak gidecek olan kamyonları belli bir güvenlik çemberi içinde gönderebiliriz. Irak'ta şoförlerimiz tehlikedeyken, Dışişleri Bakanımız Amerika'da Türk Festivali'ne katılıyor. İsrail ile ilişkiler bozuluyor diye İsrail'e AKP heyet gönderiyor, Irak'a gönderilen heyetin arkasından hiçbir ses çıkmıyor. Irak'a yönelik olarak Türkiye'nin verebileceği hizmet ve imkanların %1'i bile kullanılmıyor. Dolayısıyla da bu sorunlar yaşanıyor.

Türkiye'nin ekonomik göstergeleri ne durumdadır?

Türkiye'nin ekonomik göstergeleri IMF ile olan ilişkiler çerçevesinde gider. Ben bunu bir noktada müspet kabul ediyorum. IMF uzmanlarında hiç olmazsa uzun yılların getirdiği bir istikrar var. Ama bu da demek değildir ki ben IMF'e muhtaç olmayı kabul eden birisiyim. Bana göre Türkiye, IMF'siz de idare edebilir. Benim üzerinde durduğum konu; cari açığa endişe ile yaklaşılmamasıdır. 2001 krizi, 2000 yılındaki cari açıktan dolayı başımıza geldi. 2000 yılında Türkiye yarım milyona yakın adet otomobil ithal etmişti. Bir sürü bilirkişi: 'Türkiye yarım milyon otomobil ithal edecek güçte değil' diyordu.

Bu cari açığın getirdiği kırımlar 2001'de ortada bir döviz sıkıntısı olmamasına rağmen, yabancı firmaların bankalardan paralarını çekmeye başlaması ve ECEVİT'in cumhurbaşkanı ile olan ihtilafının kamuoyuna açıklanmasıyla patlak verdi. Şişmiş bir lastiği bir çivinin patlatması gibi kriz doğdu. Yaklaşan kırılganlık yarın iç ve dış siyasi kırılganlıkla birleşirse yine 2001 krizi gibi bir kriz gündeme gelebilir. Cari açık, iç ve dış siyasi krizle birleşince ortaya büyük bir kriz çıkartıyor.

Bunun görülmemesi son derece endişe verici. Hükümetin ithalatı yalnız vergi koyup vergi alan bir olay gibi görmesi yanlış. Benzer durumlar eski yıllarda Avrupa ülkelerinde de görüldü. Fransa, Japonyadan gelen ithal ürünleri sadece Alplerdeki bir kapıdan sokabilme hakkı tanıyarak idari kısıtlamalara gitmişti. Ben tabi bu sertlikte bir harekete yapılsın demiyorum ama en azından Japonya'dan örnek verirsek, 20 yıldır Türkiye'ye 10 satıp 1 alan, Türkiye'yi en çok sömüren ülkedir. Gazetelerde de okuyoruz, bazen başka bir yere 100 liraya yapılan köprü bize 500 liraya mal oluyor.

Türkiye'nin ekonomik sıkıntılarını aşması esnasında, sizde şu şekilde yardımcı olun, bize şöyle kolaylık sağlayın diye yaklaşımlar 90'ların başında bırakıldı ve Türkiye, yabancı devletlerin mallarını istediği koşullarla ihraç edebildiği bir serbest pazar haline dönüştü. Bu yüzden de ekonomideki bu ciddi durum devam ediyor. TCK'daki zina olayı diye ortaya çıkan kriz bir yerde AKP iktidarının yaz aylarında milletvekillerinin seçim bölgelerine gidip seçmenlerle görüştükten sonra, Türkiye'deki ekonomik gelişmelerin hiçbir şekilde aşağıya yansımadığını görüp, büyükşehirlerin çevresindeki ilçeler, Anadolu'daki illerde işsizlikten ve fakirlikten kaynaklanan sıkıntıyı farketmelerinden kaynaklanan panikten doğdu. Bu kesimin çoğu da AKP'ye oy veren seçmedi.

Seçmen dedi ki: 'Siz tamamen AB için, büyükşehirlerde yaşayan 10-15 milyonun istediğini yapıyorsunuz ama demokratikleşme, hak ve özgürlükler bizim karnımızı doyurmuyor, iş bulmuyor, ilkokula yazdıracağım çocuğumun önlüğünü almıyor.' Ayrıca AKP, ekonomi politikaları ve uygulamalarında da birkaç tavır hariç, kendisine oy vermiş olan düşük gelirli kesimi tatmin edecek hiçbir şey yapmadı, yapılanlarda buharlaştı gitti. AKP, ekonomik sıkıntılar içinde yaşayan kesimin tepkisini görünce, oyalamak için TCK ve zina meselesini bir anda ön plana çıkardı. Aslında bu AKP'nin politikası değildi çünkü ne merkez kararında ne de partinin yetkili organlarında tartışılmamıştı, doğrudan doğruya adalet komisyonunda AKP'li milletvekillerinin gayretiyle ortaya çıktı ve daha sonra da parti bu fikre sarıldı.






# # # # # # # #