STRATEJİ
Dr. EROL MÜTERCİMLER

STAM Stratejik Araştırmalar Merkezi Genel Koordinatörü TGAV Türk Gelecek Araştırma Vakfı Genel Koordinatörü



RUHBAN OKULU SORUNU


Son günlerde Heybeliada Ruhban Okulu'nun öğrenime ve eğitime başlaması hususu MGK'da gündem maddesi oluşu, patriğin kuklasının yakılışı, Papa'nın randevusunu iptal edişiyle birlikte en az zina kadar tartışılan bir konu haline geldi.

Bu okul yalnızca dini öğretim verecek bir kurum mudur yoksa Türkiye'nin ulusal güvenliği kapsamında değerlendirilen bir olay mıdır? Ya da Fener Rum Patriğinin güç ispat parametresi midir? Kimilerine göre de bu okulun yeniden öğrenime başlaması Türkiye'nin AB'ye girişinde en önemli değerlendirme unsurlarından birisidir. Bunu öne sürenlerin, bu argümanlarında haklı olup olmadıklarının da sorgulanması gerekir.

Öncelikle tarihe bir yolculukla 'ruhban okulunun' ilk açılışından başlayalım. Bu okula bakış yalnızca eğitim hakkının kullanılması meselesi olup olmadığını tarihsel gelişim süreci ortaya koyacaktır.

Ondokuzuncu yüzyılbaşı milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı İmparatorluğu'nda yayılmasının başlangıcıdır. Önce Sırp isyanları başladı ardından Yunan isyanları geldi. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın da isyanı bu döneme denk düşmektedir. İlk Yunan isyanı 1820 yılındaki başarısız Eflak-Buğdan isyanıdır.

Yıl 1821 (12 Şubat) henüz Yunanistan ortada yok. Mora'da bir isyan patlak veriyor. Bu bir köylü ayaklanmasıdır. Etniki Eterya, Yunan isyanlarını hazırlayan ve idare eden gizli cemiyettir. 1814 yılında Odesa'da, ikisi Rum, biri Bulgar olmak üzere, üç kişilik bir tüccar grubu tarafından kuruldu. Cemiyetin amacı, sözde eğitim ve öğretimi Osmanlılar'ın hıristiyan tebaası arasında yaymaktı. Enver Ziya Karal'a göre, gerçekte, İstanbul'daki Yunan patriğinin idaresinde olmak üzere, eski Bizans İmparatorluğu'nun kurmak ülküsünü benimsemişti. İsyanla ilgili yapılan araştırmada Patrik Gregoryos'un da isyanda parmağı olduğu anlaşılınca, dini kostümüyle asıldı. Cürümleri sabit görülen metropolitler de İmparatorluğun çeşitli yerlerinde asıldılar. Bu arada Rumlar'ı koruyan 2.Mahmut'un mühürdarı Halet Çelebi'nin de kellesi gitti. Mora isyanı aralıklarla üç yıl sürdü.

Bu isyanın bastırılamayışında yeniçerilerin artık çağdışı kaldıkları açıkça ortaya çıkmış olması nedeniyle 1826 yılında kanlı eylemlerle ortadan kaldırıldılar, yerine yeni ordu (Asakiri Mansure-i Muhammediye) kuruldu.

Bu isyanlarda Rusya ve İngiltere ile Fransa yoğun ölçüde destek olmuşlardır. Navarin'de donanmanın yakılışı da bu destek sonucunda 1827 yılıdır.

Avrupa'da dengeler değişmekteydi ve sadrazam Mustafa Reşit Paşa, İmparatorluğun parçalanmaması için İngiltere ve Fransa'ya yanaşmanın doğru olacağını düşünerek, devlet kurumlarında bu iki devletin hoşuna gidecek düzenlemelerin yapılması gerektiğine inanmıştı. Böylece Osmanlı'nın Doğu hukuk sistemiyle Batı'nın seküler-laik değerlerini örtüştüreceğini, birlikte yürütebileceğini değerlendirmişti. Bunun sonucunda 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ilân edildi.

Tanzimat-ı Hayriye'nin ışığında, beş yıl sonra 1 Ekim 1844 tarihinde Patrikhane'ye bağlı olarak Heybeliada Ruhban Okulu açıldı. Ortodoks inanç dünyasına din adamı yetiştiren bu okul 1950-1964 yılları arasında yabancı öğrenci de kabul ediyordu. Ancak bu ondört yıl içerisinde yabancı uyrukluların Türkiye aleyhinde çalışma ve eylemleri saptandığından ulusal güvenlik endişesiyle kabullerine son verildi. Anayasa mahkemesinin 'Özel Yüksek Okulların Devletleştirilmesi' şeklinde ortaya çıkan yasal uygulama hakkındaki 12 Ocak 1971 tarih ve 1971-3 sayılı kararından sonra kapatılmamış öğrenimine ara vermiştir.

Bugün tartışmaların odağında iki konu yer almaktadır. Bunlardan birisi patriğin Ekümeniklik iddiası; ötekisi ise Sen Sinod Meclisi'dir. Ruhban Okulu her iki konuyla da birebir bağlantılıdır.

Bu okulu Kilise değil Sen Sinod Meclisi yönetiyor. Bunun da altı üyesi TC vatandaşı olmayan kişiler arasından seçilecek olması ve bunlardan birisinin de Sen Sinod'un başına getirilmesi, 'stratejik bir sorun' oluşturacağı kaygısı yaratmaktadır.

Ekümenlik meselesi ise çok tartışmalı bir konudur. Ekümen'in sözlük anlamı 'evrensel' demektedir. Patrik için ise 'kainata hükmeden' ve Patriğin ekümenikliği ise 'cihan patrikliği' anlamı taşımaktadır. Ancak Moskova Ortodoks Kilisesinin buna itirazı bilinmektedir. Lozan'da sadece Patrik'in Türkiye vatandaşı olması yönünde bir hüküm var. Dolayısıyla metropolitlerin Türk vatandaşları olmasına gerek yok gibi görünse de, gelecekteki Patrik bu kişiler arasından seçilecek. Tabii ki tüm gürültü de burada kopuyor. Bazıları TC nüfus cüzdanı verirsiniz sorun çözülür diyorlar ancak hukukçuların büyük bölümü bunun doğru olamayacağını geçici vatandaşlık gibi bir hakkın anayasada olmadığını öne sürüyorlar.

Asıl mesele ABD'nin Moskova Patrikhanesi'nin Ortodokslar üzerindeki etkisini kırmak için İstanbul'u 'ekümenik' yaparak, 250 milyon ortodoksu kontrol altına alarak, bir Vatikan yaratma isteği. Türkiye kendi iç dengeleri ve dinamikleri nedeniyle, daha önce Mussoli'nin yaptığı gibi İtalya topraklarında bağımsız bir dini otorite devletinin kurulmasına sıcak bakamaz.

Fener Rum Patrikhanesi, hep oyun teorisi kapsamında stratejik öğe olmuştur. Beşinci yüzyıl ortalarında (451) patriğe 'ekümenik' ünvanı Bizans İmparatoru tarafından verilmiş ve Istanbul patriklerinin yetkileri dini işlerle sınırlanarak, patriklerin dünya işlerine karışmaları önlenmiştir. Zamanla zayıflayan merkezi otoritelerin zaafından yararlanan patriklerin büyük çoğunluğu bugünkü Papa gibi hem ruhani hem de dünyevi işlerle uğraşmışlardır. Örneklerden birisini yukarıda 1821 Mora isyanında vermiştim. İstanbul fatihi Sultan 2. Mehmet, Avrupa'da oluşan katolik birleşmesine karşı alternatif bir güç yaratmak, Osmanlı Devleti'nin dünya devletleri arasında söz sahibi olmasını sağlamak ve Ortodokslar'a hoşgörüsünü göstermek için fetihten sonra buraya dokunmamıştır. Buradaki temel sorun şudur; dünyada bir dinin en üst düzey temsilcisini bir başka din tayin etmemiştir. Oysa Sultan Mehmet Rum Ortodoks dünyasına patrik tayin etmiştir.

Dolayısıyla o günden bugüne bu durum Moskova Ortodoks ruhani liderliği tarafından kabul edilmemektedir. Rusya 1453'ten beri burası kilise değildir diyor, ekümeniklik iddiasını kabul etmiyor. Ayrıca 1862 Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin Nizamnamesine göre, Patrikhane'nin bütün Ortodokslar'ın dini merkezi olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır.

Sen Sinod Meclisi'nin altı yabancı üyesinin atanması ve stratejik sorun yaratacağı konusunu bir kenara bıraksak bile kimi çevreler ekümeniklik iddiasının aynı zamanda İslamın da önünü kesme stratejisi olduğunu öne sürmektedirler.

Ruhban Okulu'nun yüksek okul ya da lisans düzeyinde öğrenim vermesi ekümeniklik iddiasının dayanaklarından birisini oluşturacağı da belirtilmektedir. Ortodokslar dinin en üst düzey temsilcisinin aynı zamanda İmparator, kral olduğunu da öne sürmektedirler. Yani, Bartholomeos tıpkı papa gibi hem ruhani hem de seküler bir lider olma iddiasındadır. Çünkü aynı zamanda Konstantinopol tahtının varisiyim diyor.

Patrik Athenogoras (1972'de öldü) 1966 yılında patrikhane kilisesinde 'Aforozun kaldırılması' dolayısıyla yapılan bir ayinde yetkisi dahilinde olmadığı halde kendisini 'Konstantinopolis ve Ekümenik Patriği' ilan etmiştir. Aslında her patrik bu sıfatla imza atıyor.

2 Kasım 1991'de 270. patrik olarak göreve başlayan Bartholomeos I seçildiği günden itibaren ekümenik patrik olabilmek ve uluslararası platformlarda taraftar bulmak için her fırsatı değerlendirmiştir.

23 Ocak 2004 tarihli Hürriyet gazetesindeki habere göre; 'Yunanistan, Fener Rum Patrikhanesi'nin ekümenik sıfatının uluslar arası alanda tanınması için patrik I.Bartholomeos'u Küba'ya gönderdi. Havana'da 1959 devriminden bu yana ilk kez restore edilen bir Ortodoks kilisesinin açacak olan Bartholomeos'un bu ziyareti, Patrikhane'nin Atina desteğiyle evrenselleşme çabası olarak görülüyor.

Patrikhane ile ilgili müzakereler, Lozan Antlaşması'nın müzakere zabıtlarında kalmış, Antlaşma metninde patrikhane ile ilgili özel bir hüküm yer almamıştır. Buna göre; Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, siyasi ve idari görev ve imtiyazları bulunmayan, sadece İstanbul Rum azınlığına yönelik dini faaliyet gösteren, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına tabi dini bir kuruluştur. Kısaca; Patrikhane'nin 'ekümenik' sıfatı bulunmamaktadır.

Aslında AKP hükümeti iç ya da dış nedenler ve etkilerle buna evet demeye hazır. Bu nedenle de MGK karar versin dedi ve medyanın belirttiğine göre son toplantının gündem maddesiydi. Ancak yine basına sızdığı kadarıyla MGK'da bu geri çevrildi çünkü orası karar değil tavsiye organıdır.

Hükümet ne yapmaya çalıştı; kararı MGK'da onaylatarak 'bakın askerler de evet' dedi diyecekti olmadı; bu kez de 'bakın biz istedik ama MGK onay vermedi' diyecekler!

Son olarak da ruhban okulunun açılışını ulusal güvenlik sorunu olarak değerlendirenlerin analizlerini vermeye çalışacağım.

Soğuk savaşın bitişi, iki kutuplu dünyanın çöküşü üzerinden on yıldan fazla süre geçmiş olmasına karşın, dünya tam olarak bir dengeye kavuşamamış, Türkiye gibi coğrafi olarak kritik noktalarda bulunan ülkelerde de iç istikrar ve güven ortamı oluşamamıştır.

Öncelikle ülkelerin tehdit algılamalarında önemli değişiklikler meydana gelmiş, konvansiyonel ağırlıklı savunmaya dayalı yeni bir tehdit anlayışı ön plana çıkmıştır. Bugünün anlayışına göre güvenlik artık sadece ülke toprakları ile de sınırlı değildir. Bilindiği üzere güvenlik; ekonomik çıkarların ve refahın güvenliği, ülkenin istikrarının korunması, vatandaşların terörizme, uyuşturucu trafiğine, kaçakçılık ve şiddet olaylarına karşı güvenliği gibi geniş yelpazeli bir anlayışı kapsamaktadır.

TSK'nın bakış açısına göre; reform niteliğinde yapıldığı ifade edilen bazı girişimler, 81 yıl önce büyük fedakârlıklarla tesis ettiğimiz rejimin niteliklerini, ulusal birikim ve bütünlüğümüzü bozuyor ise, bu konu üzerinde defalarca düşünmek, rejim ile ilgili endişe ve kaygılarımızı daima ön planda tutmak mecburiyetindeyiz. Hiç kimse bizden bundan farklı bir davranış beklememelidir. Ancak ulusal değerlere sahip çıkmanın; içinde yaşadığımız globalleşme sürecine de engel olduğu düşünülmemelidir. Türkiye'nin; demokratik açılımı ve uluslararası ilişkiler adına, kendi ulusal güvenliğini ihmal etmesi kuşkusuz düşünülemez.

Etnik meselelerimizi uluslararası güç merkezlerinin talepleri doğrultusunda perakende kararlarla çözemeyeceğimizi anlamak mecburiyetindeyiz. Bu değerlendirme KKK eski komutanı orgeneral Aytaç YALMAN'a ait. Bu durumda MGK'dan nasıl bir karar çıkar?

Oyun teorisine göre insanlar, stratejik davranırlar. Stratejinin en yalın tanımı ise, koşullarla olanakların örtüştürülmesi sanatıdır. İster işadamı, ister siyasetçi, her birey ya da kurum, karşı tarafın olası davranışlarını gözönünde bulundurarak karar alır. Yani hiçbir karar karşı tarafın yapabileceklerinden bağımsız değildir.

Bu mantığa göre de, oyun teorisinin tanımı; 'Bireylerin ya da karar alma durumundaki kurumların, stratejik kararlar alırken, bu durum altında genel sonuçları anlamaya, tahmin etmeye çalışmaları' olarak yapılabilir.

Ruhban Okulu'nun açılması sorununa bir de oyun teorisi mantığı çerçevesinde bakılmalıdır.

Bu Konuda karar alacaklar için dört argüman sunarak yazıyı bitiriyorum:

1.Patrikhane TC yasalarına göre okul, vakıf ve dernek gibi kuruluşlar kurmak, yönetmek ve gayrimenkul sahibi olmak haklarından yararlanması mümkün değildir.

2.Çokkültürlülük ve azınlık hakları dışarıdan dayatmalarla verilirse çifte standart yaratmaktadır ve bu da ülke huzurunu ve iç barışı bozar. 'Azınlık hakları' demek 'azınlığın, çoğunluğun sahip olmadıkları haklara sahip olması' demek değildir. 'Çoğunlukla aynı haklara sahip olmasının garanti altına alınması' demektir.

3.İç hukukun, dış baskılarla etkisizleştirilme düşüncesi stratejik bir oyundur ancak karşı tarafa da mücadele meşruiyeti kazandırır.

4.11 Eylül sonrası ABD'de demokrasi mi yoksa güvenlik mi sorusunun yanıtı: 'güvenlik' olmaktadır.






# # # # # # # #