TEMEL İSKİT
Emekli Büyükelçi
Ambassador Emeritus


JEOSTRATEJİK KONUMLA İŞKENCE SATIN ALMAK


Irak konusundaki 'tutumumuzdan' pek memnun olan bir görüş şekli var...

Buna göre, ABD jeostratejik önemimizi neredeyse hiçe saydı ama bu defa AB'nin gözünde değer kazandık. Irak'a ilişkin, yabancı asker geçişine izin verme ve yabancı topraklarda asker bulunma tezkeresinin 1 Mart'ta kabul edilmemesi bir 'milad', Türkiye'nin yeniden doğuşudur. Bu adımla AB Türkiye'nin demokratikleşme yolunda ne kadar mesafe aldığının birden bilincine vardı, daha da önemlisi ABD'yi siyasi bakımdan dengeleyebilecek bir güce ulaşması için Türkiye'ye ihtiyacı olduğunu anlayıverdi. O zaman, doğal olarak, AB'ye üyeliğimiz de kolaylaşıyor. Bu değerlendirmenin, 1 Mart'ın Hükümetin tam da iradesini yansıtmadığını gösteren yalpalamalarını, örneğin üçüncü tezkere ile hava sahamızın koalisyon uçaklarına açılmasını, Başbakanın ABD gazetelerinde yayınlanan 'biz ettik siz etmeyin' yazılarını unuttuğu gibi AB çevrelerinden ilk başta gelen alkışların sonradan kesilmesini hatta Kuzey Irak konusunda olduğu gibi uyarılara dönüşmesini yok saydığını görmek zor değil.AB'nin Irak politikamıza verdiği önemin Kıbrıs'ın çözümüne verdiği önem yanında solda sıfır kaldığını da göz ardı eden bu değerlendirme, AB Komisyonu'nun Ge-nişlemeden Sorumlu Üyesi VERHEUGEN'in üyeliğimizle ilgili olarak yakınlarda telaffuz ettiği ve AB'nin stratejik önemimizin farkına vardığının bir delili olarak sık sık atıfta bulunulan 'iyimser' takvimin zaten 2002 Kopenhag Zirvesi'ndeki kararların bir tekrarından ibaret olduğunu da bir kenara koymaktadır.

Ama asıl önemlisi bu değerlendirmelerin 'jeostratejik önem tüccarlığımızı' bu defa AB bağlamında tekrar ön plana çıkartmakta olmasıdır.

Türkiye'nin özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki Soğuk Harp koşullarında jeostratejik önemini sadece Marshall Planı ve OECD bünyesindeki Türkiye'ye Yardım Konsorsiyomu gibi çerçevelerde 'nakde' çevirmekle kalmayıp harp sonrası oluşan bütün Batı kuruluşlarında üyeliğin anahtarı olarak da kullandığı bilinmektedir.

Yine bilinir ki, Türkiye 1950'lerden bu günlere kadar Batı'nın katılımcı demokrasi, insan haklarına saygı gibi değerlerini tam olarak paylaşmamasına ve özellikle 1980'lere kadar ekonomik yapı ve politikaları yönünden de tamamen farklı bir konumda olmasına rağmen, NATO yanında, Avrupa Konseyi ile İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) üyeliğini sürdürmüş, diğer bütün Batı ve Avrupa kuruluşlarına katılmış ve BM faaliyetlerinde daima Batı grubunda yer almıştır.Türkiye'nin bu üyeliklerinin tarihi aynı zamanda sözkonusu politik ve ekonomik yapı farklılıkların doğurduğu sıkıntıların da tarihidir denilebilir.Örneğin 1980'de tüm ekonomik politikalarımızı gözden geçirerek ekonomik liberalizasyonu başlatmamızdan önce, aslında ileri derecede sanayileşmiş ülkelerin ortak ekonomi politikalarını oluşturduğu ve 'zenginler kulübü' diye adlandırılan OECD'deki üyeliğimiz, ortak politikalara katkıda bulunmak şöyle dursun, salt diğer üyelerden yardım isteme aracına dönüşmüştü.

Bu uyuşmazlıklar nedeniyle ülkemiz çoğu zaman yapısına ve politikalarına ters gelmesine rağmen Batı görüşlerini eksiksiz uygulamış bazen de Batı'nın 'mızıkçı yol arkadaşı' durumuna düşmüştür.

Ülkemiz Soğuk Savaşın ardından jeostratejik önemini bu defa başka ölçülerde kullanmayı sürdürmüş, zaman içinde giderek Batı değerleri ve yapılarına belirli bir uyum sağlamış olsak dahi bu 'kozumuzu' oynama alışkanlığımız geçmemiştir.

Batı'nın da 'jeostratejik değeri kullanma bağımlılığımızı' körüklediğini söylemek mümkündür. O kadar ki, Türkiye'deki askeri darbeler dahi neredeyse belirli bir hoşgörüyle karşılanmıştır. Avrupa Konseyi'nin örneğin 12 Mart'a tepkisi Yunanistan'ın 1967 albaylar darbesine gösterdiğine oranla pek hafif sayılır. Hele NATO bizdeki rejim askıya alınmalarını hep görmezlikten gelmiştir.

Sözkonusu 'jeostrateji bağımlılığımız'ın önemli etkilerinin başında ise, dış dinamiklerle iç dinamiklerin ayrıştırılması, dışta yararlandığımız imtiyazı içte demokratikleşme ve insan haklarına saygı arayışlarını 'güvenlik' gerekçeleri ile bastırma ve sınırlama eğilimi olmuştur. Soğuk Harp şartlarında en keskin şekli ile görülen bu eğilim Sovyetler'in dağılmasından sonra bu defa Güneydoğu sorununun etkisiyle sürmüştür.

Türkiye'nin AB macerasının başında da 'jeostratejik faktörün' bir rol oynadığı açıktır. 1959'da ilk temasımızı kurduğumuzda ve sonra 1963'de Ortaklık anlaşmamızın imzalanmasında o zamanki AET Altıları'nın bize olumlu yaklaşmasında ülkemizin Soğuk Harp'teki ağırlığı muhakkak ki terazinin artılar kefesine konmuştu.

Ancak, daha sonra Ortaklık ilişkilerimizin nasıl iniş çıkışlar geçirdiği, hatta askıya alındığı dönemler yaşandığı hatırlardadır. Bunun temel nedeninin Avrupa entegrasyon hareketi ile ülkemizin siyasi ve ekonomik yapısı ve politikaları arasındaki temel farklılıklar ve uyumsuzluk olduğu açıktı. Jeostrateji, askeri güç gibi bu ilişkimizin temel unsurlarına yabancı faktörler ise bu uyumsuzluğu unutturmaya çoğunlukla yetmiyordu.

Türkiye'nin diğer Batı kuruluşlarının aksine AB ile ilişkilerinde jeostratejik değerinin çoğu zaman hesaba katılmadığını görmesinin doğurduğu hayal kırıklığı bu ilişkiler sürecinde bazen gösterdiği aşırı tepkilerin de bir nedenidir. Son olarak ABD'nin baskısının Kopenhag'da ters tepmesi stratejik değer kartının adaylık açısından ne gibi değer taşıdığını göstermiştir. Öte yandan, Avrupa'nın en güçlü silahlı kuvvetlerine sahip olması Türkiye'ye AGSP'de sadece AB üyelerine ait olan, kararlara katılma hakkını sağlayamamıştır.

Türkiye AB'nin diğer Batı kuruluşlarından temel farkını görememiş, çoğunlukla kısıtlı amaçlarla oluşturulan hükümetler arası kuruluşlarla hükümetler üstü bir amaç da taşıyan bir bütünleşme hareketini karıştıragelmiştir.

AB'ye adaylık konusunda çoğu zaman 'kulübe üyelik' benzetmesi yapılır ve örneğin 'briç kulübünde pişpirik oynayamazsınız' denir. Bu doğru ama eksiktir. AB'ye üyelik bir tek kulüp kuralının değil, toplumun hemen hemen tüm yaşam ve faaliyetlerini kapsayan bir bütünleşmenin gerektirdiği yüzlerce kuralın öğrenilmesi demektir. Üstelik bu kurallar manzumesini öğrenmek de yetmez uygulamaya geçirmek, özümsemek de gerekir. Özellikle Helsinki'den sonra Türkiye'nin adaylığı ciddileşip -eğer AB 'takiyye yapmıyorsa- Kopenhag Zirvesi'nden sonra da 'pekişince', ülkemizin jeostratejik önemini üyelik koşullarıyla takas etmesinin en ufak bir ihtimali kalmamıştır.

Üyelik müzakerelerinin başlaması için Türkiye'nin mevzuatta ve uygulamada yerine getirilmesi gerekli Kopenhag siyasi kriterlerinin, yani 'demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı' koşulunun ikame maddesi, ersatzı, eşdeğeri bulunmamaktadır.

Türkiye'nin jeostratejik konumunun üye olduktan sonra AB'ye hiç bir başka yeni katılan ülkenin veremeyeceği bir boyut kazandıracağı, AB'nin ekonomik gücü yanında siyasi-askeri gücünün oluşmasına önemli ölçüde katkıda bulunacağı gerçeği bu şartların etrafından dolaşılmasına imkan vermemektedir.

Ülkemizin artık bu kriterlerin yerine getirilmesi iradesini sarsmaktan başka bir şeye yaramayan 'jeostratejik değer' gerekçe-bahanelerinden kurtulması, jeostratejk konumla işkence satın alamayacağını anlamasının zamanı gelmiştir.

Romalı meşhur hatip ve devlet adamı CATON, söylevlerini, ilgisi olsun olmasın daima şu sözlerle bitirirmiş:'Delenda Carthago! (Kartaca mahvedilmelidir)'

Ben de bu yazıyı Türkiye'nin geleceği için yaşamsal olduğuna inandığım bir konuyla ilgili şu sözlerle bitiriyorum: 'Kıbrıs sorunu çözülmelidir!'



BUYING TORTURE WITH GEOSTRATEGIC POSITION


Since the World War II, Turkey has almost always made use of its geostrategic position on the world map as a tool and leverage to enter international organizations. NATO and OECD are two examples to these organizations. Since 1960, Turkey has been trying to use the same weapon vis-ˆ-vis the European Union (EU) as well. However, one problem Turkey has with the EU is the fact that she fails to see the difference between intergovernmental organizations or ad hoc formations versus organizations such as the EU that are rather supragovernmental and have goals beyond the intergovernmental level. It is high time we focused our energy on complying with the Copenhagen political criteria and secured the prerequisites of democracy, the rule of law, and respect for human rights and minorities. In other words, we need to get rid of excuses related to our geostrategic importance and understand that we cannot buy torture with our geostrategic position. Lastly, I would like to do what the famous Roman orator and statesman CATON used to do and end with something irrelevant but at least equally important: "the Cyprus issue must be resolved!"



# # # # # # # #