ATİLLA DORSAY

Artık Dünya Üzerinde Türk Sineması Diye Bir Sinema Var
 
Türkiye’de bir sinema geleneği var, çok uzun yıllardır ülkemizde film çekiliyor, 1910’lu yıllarda başlamış. Batılı anlamda sermaye oluşmamış, sanayileşmemiş ve kurallarını koymamış olsa da Türk sineması belli bir yere geldi. Yavaş yavaş sanayileşiyor, alt yapısı da oluşuyor, son 3-5 yıldır bir patlama içinde. Bir ülkede listelerin ilk 3-4 sırasını o ülkenin filmleri işgal ediyorsa ki son haftalarda böyle; bu çok ciddiye alınması gereken bir başarı.
 
Türkiye’de sinema yazarlığı ve eleştirmeni denince akla ilk gelen önemli isimlerden birisiniz, film eleştirmenliğine nasıl başladınız? “Film eleştirmeninin” tarifini yapar mısınız?

Ben özel bir çabayla başlamadım, doğuştan öyle oldu. 12 yaşlarındayken gördüğüm filmleri defterlere yazmaya başladım. Lise çağında yatılı olurken akşamları kara tahtaya haftanın filmleri diye yazıp yıldızlar verirdim. Demek ki olay adeta kaçınılmazdı. Askerliğimi bitirdikten sonra bir yandan mimar olarak çalışmaya başladım, aynı günlerde de Cumhuriyet Gazetesi’ne başvurup, ben sinema eleştirileri yazmak istiyorum dedim. Birkaç yazımı da yanımda götürdüm. O yıllarda sinema eleştirmenleri yoktu.1966 yılı Aralık ayında işe başladım. O zaman Cumhuriyet’in başında olan Ecvet GÜRESİN ve Yazı İşleri Müdürü Erol DALLI’yı da büyük bir minnet duygusuyla anıyorum. Eleştirmenliğintanımına da gelince; bütün sanatlarda olduğu gibi bir alana sıradan insanlardan daha çok gönül vermiş kişilerin, yapıtlar hakkında fikir, yargı, yorum üretmeleri ve böylece o sanat yapıtıyla onun alıcısı kitle arasında bir tür köprü rolü görmeleri. İki tarafta: “ kardeşim, senin üstüne ne vazife. Sanatçı: ben üretiyorum sen konuşma; seyirci: ben izliyorum sen karışma diyebilir, ama demiyorlar çünkü iki tarafında bu tarz bir çabaya ihtiyacı var. Sanatçı, yaptığı işin güvendiği biri tarafından bir süzgeçten geçirilip yargılanmasını bekliyor, istiyor; seyirci kitlesi de bu kadar sanat etkinliği arasında yönlendirilmek istiyor. Neyi okuyayım neyi dinleyeyim, neye gideyim, neyi göreyim. Her ne kadar iki tarafta da zaman zaman feryatlar figanlar yükseliyorsa da, aslında 2 tarafın da çok şikayetçi olmadıkları bir çaba.

Bazı eleştirmenler bazı filmleri beğeniyor, bazıları ise beğenmiyor. Dolayısı ile okur büyük bir çelişki yaşıyor. Okur böyle durumlarda ne yapmalıdır?

Çok basit, beğendiği eleştirmenin izinden gidecek. Ben 40 yıldır yazı yazıyorum, 2006 benim 40. yazı yazma yılım oluyor. Diğer arkadaşlarımın da çok önemli bir bölümü yıllardır yazıyorlar.Tabi yeni başlayanlar da olabilir ana çoğunluk yıllardır piyasada. Bizim zevklerimizi, bizim ölçütlerimizi, bizim bakışımızı biliyorlar. Ben geçen gün çok saygın bir mail aldım: “ Sizi okurum ama yorumlarınıza genelde katılmam, hatta farklı filmlere giderim, ama Kurtlar Vadisiüzerine yazdıklarınız benim düşündüklerimle çok örtüşüyor” diyen bir seyirci. Hoşuma gitti, adam açıkça benimle uyuşmadığını söylüyor ama şu filmde hemfikir olduğunu belirtiyor ve bunu da yazmak zahmetine giriyor. Bu gayet önemli.

Dünya sineması ile Türk sineması arasındaki farklar nelerdir? Türk sinemasının dünya sinemasındaki yeri nerededir?

Bu iyimserlik ve kötümserliğin tanımı olan yarım bardak su hikayesi gibi, bardak yarı yarıya boş mu, yarı yarıya dolu mu? Türk sinemasının çok büyük, çok yüce bir sinema olduğunu, dünya piyasasına hep şaheserler armağan ettiğini söyleyecek değilim. Ama “bizim sinemamız da çok kötü, bu berbat şeyler çekilir mi?” deyip aşağılık kompleksiyle hep batılı sinema örneklerini, özellikle Hollywood’u övecek halimiz de yok. Gerçek ikisinin ortasında bir yerde. Türkiye’de bir sinema geleneği var, çok uzun yıllardır ülkemizde film çekiliyor, 1910’lu yıllarda başlamış. Batılı anlamda sermaye oluşmamış, sanayileşmemiş ve kurallarını koymamış olsa da Türk sineması belli bir yere geldi. Yavaş yavaş sanayileşiyor, alt yapısı da oluşuyor, son 3-5 yıldır bir patlama içinde. Bir ülkede listelerin ilk 3-4 sırasını o ülkenin filmleri işgal ediyorsa ki son haftalarda böyle; bu çok ciddiye alınması gereken bir başarı. Bu filmler bize özgü filmler, popüler kitle sineması örnekleri, dışarıda bazıları ciddiye alınmıyor ama bazıları ödüller alıp, festivallere katılmasalar bile dış ülkelerde gösteriliyorlar. Sadece Türk seyirciler değil oranın seyircileri de gidiyor, üstelik o listelerde olmayan bazı filmler de Cannes’da, Venedik’te,Berlin’de ödüller alıyor. Bizim birçok filmimiz son yıllarda ödüller aldı. İşte o filmler de Türkiye’de iş yapmıyor deniyor bu sefer... Bir kere Türkiye’de iş yapmıyor ama 20-30-40 bin seyirci gidiyor, o filmler dışarıya satılıyor, dolayısıyla onların yapımcıları, yönetmenleri oradan gelen bir desteğe sahip oluyorlar. Onların da şikayet etmesi için pek bir neden yok. Dolayısıyla aslında durum pek kötü değil ve artık dünya üzerinde Türk sineması diye bir sinema var. Bazı örnekleriyle de batıya ya da doğuya erişiyor bu sanat.

Kurtlar Vadisi Irak hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir internet sitesi sahibi oluyorum ve gazetede çıkan yazılarım kesilse bile o sitede kesilmemiş haliyle çıkacak. Bu, üzerinde çok uzun yazdığım bir film oldu. Çok ustaca yapılmış, aksiyon sahneleri gayet iyi. Hollywood’un çok kötü taklidi deniyor, biçim açısından değil, anlatım özellikleri, aksiyon sahneleri, kalabalık sahneler açısından inandırıcı bir film, ama içeriği açısından kişisel ideolojimle çok zıt. Türkiye’de aşırı bir milliyetçilik yükselişi yaşanıyor. Türk milliyetçiliği Türkiye’nin içinde bulunduğu çeşitli koşullardan da destek alarak büyük bir ivme ile yükseliyor. Milliyetçilik tek başına alındığında kötü bir şey değil. Dünyadaki bütün savaşların, bütün faşist uygulamaların, hatta ırkçılığın ve başka şeylerin arkasında hep milliyetçilik yatmış. Milliyetçilik silahıyla kışkırtılan kitleler insanlığın tarihi içinde çok dramatik şeyler yapmışlar. Dolayısıyla ben aşırı milliyetçiliğin, yalnızca Türk milliyetçiliği için söylemiyorum, dünyada özlediğimiz barışı getirmede ciddi bir engel olduğunu düşünüyorum. Bu film de, çok kabaca söylemek gerekirse, gemiyi azıya almış olan Amerikan milliyetçiliğine karşı Türk milliyetçiliğini yüceltiyor. Ama şöyle yaklaşılsa: “bütün aşırı milliyetçilikleri törpüleyelim, milliyetçilik bir kavram olarak dursun ama yalnız biz üstün ırkız, bir Türk dünyaya bedeldir, biz her şeyi hallederiz tarzı aşırılığa ulaşmadan daha akılcı sınırlar içinde dolaşması, dünyamızın bir barış ve huzur gezegeni olmasına yardımcı olacaktır. Yoksa herkes kendi milliyetçiliğini bu kadar üst düzeyden görüp savunmaya kalkarsa sonunda o milliyetçilikler çatışma getirir.

Genelde sinemaya tiyatrodan çok daha fazla ilgi duyuyoruz ? Bunun nedenleri nelerdir?

Bu dönem dönem olan bir şey. 19. yüzyılda roman ve tiyatro çok modaydı. Ama 20. yüzyılda insanlar yeni bir oyuncak keşfetti: sinema. Bu, geniş anlatım özelliklerine ve imkanlarına sahip bir sanat. Her ne kadar tiyatro da bazı teknik imkanlar geliştirdiyse de diğer sanatların teknolojiden çok fazla yararlandığı söylenemez. Sinema teknolojinin çocuğu, dolayısıyla her şeyi anlatmak mümkün. Bir romanın, bir senfoninin, bir tiyatro sahnesinin içine sığmayacak olan şeyleri filmde çok görkemli olarak sunmak imkanı var. Bu yüzden de yüzyılımızın sanatı.

Sinema bir sanat mıdır, yoksa bir sanayi veya endüstri midir?

Hepsidir. Çok geniş bir kitleye seslendiğinizde, onun da getirisi, kazancı büyük oluyor. Bütün bunlar sinemanın hem sanayi hem de yatırım alanı olması olgusunu getiriyor. Ama sinema tabi ki her şeyden önce bir sanat. Biz eleştirmenler ve sinemaseverler tabi ki buna inanıyoruz. Geçmişte, sinema tarihinde çok büyük ölçüde, çığır açan yapıtlara rastlıyoruz.

Günümüzde artık böyle yapıtları göremiyoruz! Neden ? Bu soruya bağlı olarak da sinemanın geleceğini değerlendirir misiniz?

Şimdi diğer sanatlar tükenme yolunda. Bana sorarsanız roman öldü. Bugün klasik romanların bırakın gücüne erişmeyi, onlara yaklaşan roman bile yok. Şiir öldü demeyeceğim ama şiirde özgün bir şey yapma imkanı kalmadı. Resim ve heykel çok değerli iki sanat, post-modernizm denen bir akımın pençesinde kitleyle neredeyse ilişkisi kalmamış şeylere dönüştü. Tiyatro sanatının öldüğünü söyleyenler var, ben buna inanmıyorum ama gençliğimizde gördüğümüz ölçüde sarsıcı, vurucu, insanı alıp götüren oyunlar çok az. Sinema bunların içersinde kendini en iyi sa