STRATEJİ Dr. Erol MÜTERCİMLER
STAM Stratejik Araştırmalar Merkezi Genel Koordinatörü br> TGAV Türk Gelecek Araştırma Vakfı Genel Koordinatörü
Devletin Yüksek Stratejisi Değişti mi?
 
"Strateji" sözcüğünün kökenini yazarlar, etimolojik açıdan ele alındığında, "generallik sanatı" anlamına gelen ‘strategos’ sözcüğüne bağlamaktadır. Günümüzde farklı alanlarda ve oldukça değişik şekillerde strateji sözcüğü kullanılmaktadır. Yalınanlatmak gerekirse: "olanaklarla koşulları örtüştürme sanatı" olarak ifade edilebilir. Eğer bu ifadenin içeriğindeki gibi amaç araç dengesi söz konusuysa, hedef en önemli etken haline gelmektedir. Burada kullanılan anlamıyla hedef amacı işaret etmektedir.

Öte yandan strateji pek çok kavramla birlikte kullanılmaktadır; stratejik öneme haiz tesisler..., Türkiye’nin stratejik önemi..., stratejik istihbarat.... Strateji terimi, genel anlamda, siyasi parti, işletme, devlet türü kurum ya da kuruluşun belirli bir amaca ulaşmak için izlediği yol anlamında da kullanılmaktadır.
Devletler düzeyinde strateji uygulaması ise "yüksek strateji" ya da "büyük strateji" adıyla betimlenmektedir. Bir devletin benimsediği politikaya uygun olarak saptamış olduğu hedeflere ulaşmada her tür olanak ve araçları bilimsel kullanma sanatı olarak da anlaşılmaktadır.
Devletler "yüksek stratejiyi", yapılarına bağlı olarak çeşitli kurumlar kanalıyla belirlerler. Türkiye’de bugüne kadar uygulanan şekliyle, MGK’da alınan kararların yüksek devlet stratejisi olarak uygulandığını gördük. Ya da bize böyle algılatıldı.

"Yüksek strateji", stratejinin de kapsamına uygun olarak uzun yıllara yayılacak şekilde uygulanır. Aslında devlet geleneği oturmuş, kurumları yerleşmiş ve ideolojik dayatmalardan kurtulunmuşsa senaryolar 50 yıllık olarak yazılmalıdır. Türkiye için bunun geçerli olup olmadığı herkes tarafından sorgulanmalıdır.
Her devletin kuruluş felsefesi ve ideolojisi olduğu gibi "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de" bu iki temel unsuru 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan anlaşması sonrasında uluslararası alanda kabul ettirilmiş, 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyet Rejimiyle de muhkemleştirilmiştir.
Teorik olarak açıklamak gerekirse cumhuriyetin siyasi rejim olarak tanımı tektir ve "monarşik olmayan tüm siyasal rejimlere" cumhuriyet adı verilir. Bu tanımdan yola çıkıldığında cumhuriyetin demokrasi olması gerekmediği hemen görülmektedir. Örneğin İran İslam Cumhuriyeti gibi... Ancak İngiltere örneğinde hayat bulduğu şekliyle de bazı monarşiler ‘demokrasi’ sistemini kurabilmektedir. Türkiye’de ise demokrasinin varlığı laik cumhuriyetin yaşatılmasına bağlıdır. Yani bizim cumhuriyetimiz demokrasiyle taçlandırılmak zorundadır. Türkiye Cumhuriyetini tanımladığımızda öteki uygulamalardan farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Nedir bu fark?

Bir Osmanlı İmparatorluğu ferdi olan Gazi Mustafa Kemal bu sistemin içine doğup orada yetiştikten sonra, kurduğu cumhuriyete şu çerçeveyi çizmiştir: "Egemenlik kutsal padişahtan alınıp bireye verilmiş, kuldan vatandaş, ümmetten millet yaratılmış ve bu da laik düşünce sistemi üzerine oturtulmuştur".Anayasaya konulan değiştirilemez ibaresiyle yerleştirilen hükümlerle de bugüne kadar getirilmiştir. Ancak demokrasi henüz sağlamlaştırılamamıştır çünkü, demokrasi cumhuriyet gibi bir gecede kurulabilecek bir siyasi rejim değil, yaşanılarak öğrenilen bir kültürdür, sistemdir. Farklılığın kabulü ve içe sindirilmesi meselesidir. Çağdaş hukuk düzenlemeleri ve uygulamalarıdır. Cumhuriyetiyle yani siyasi rejimiyle hiç bir sorunu olmayan Türkiye’nin, deyim yerindeyse demokrasisi ile başı beladadır.

Bu Cumhuriyet kurulurken Gazi Mustafa Kemal, üç temel stratejik tercih belirlemiştir. Bunlar: 1. Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak, 2. Yurtta barış dünyada barış, 3. Ne mutlu Türküm diyene! Her üç stratejik karar da bu cumhuriyet yaşadığı sürece yaşayacaktır. En azından "yüksek stratejinin" tanımından yola çıkıldığında böyle olması gereklidir. Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla durum böyle midir?
Sanıyorum artık her şey değişiyor. Ya da değiştiriliyor. "Ne mutlu Türküm diyene" ifadesi, 21.yüzyılın yükselen değeri olan (kimisine göre 21.yüzyılın ideolojisidir) çokkültürlülüğün matematik olarak formüle edilmiş şeklidir. Gerçekten de böyledir. Multiculturalism yani çokkültürlülük "farklılığın yönetimi" olarak ifade edilmektedir. Bu denli yalındır. Bunu Türkiye özelinde açıklarsak, Türk bir üst kimliktir, yani vatandaşlığın ifadesidir ve bunun altında tüm alt kimlikler kendilerini anlatabilirler. Ama bunun da koşulları bulunmaktadır. Nedir bunlar?
1.Türkçe birinci dildir (parlamentoda, eğitim kurumlarında, yargıda, orduda kesinlikle ödünsüz konuşulacaktır).
2. Korunması gereken anayasa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’dır.
3. Tüm mal varlığı bu ülke için harcanacaktır.
4. Türkiye adı verilen ülkenin sınırları anavatan olarak kabul edilecek, bşka bir talepte bulunulmayacaktır.
Bu dört madde çokkültürlülüğün bir yüksek devlet stratejisi olarak kabul edilen Avustralya örneğinden birebir alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, demokrasi kültüründen gelmeyiş nedeniyle, cumhuriyetin korunması ve yaşatılması Türk Silahlı Kuvvetlerine emanet edilmiştir. Ordu bu ulus devleti korurken, ulusal ekonomiden beslenerek yaşayacak şekilde de bir konsept oturtulmuştur.

Bugün gelinen noktada bunun işlevsiz kalacağı görülmektedir. AKP iktidarında özelleştirme ve ABD’nin GOP projesinin uygulanışına bağlılık, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefe ve ideolojisinde de açıkça ifade edilmese de bir değişimin kaçınılmaz olduğunu ortaya koymaktadır.
Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN’ın basına yansıdığı şekliyle Cumhuriyetin başında kurulan ve simgeleşen kurumları ortadan kaldırdıklarını içeren konuşmaları, artık temel değişikliğin geri dönülmez olduğunu çok açık şekilde yansıtmaktadır. Yani Cumhuriyetin izlerini taşıyan tüm simgeler ortadan kaldırılmaktadır. Bunun yaratacağı sonuçları bizden sonraki kuşaklar görecek. Ancak bizim gördüğümüz ise, ulusal ekonominin tasfiye edildiğidir. Türk Ordusunu besleyen ana damar tıkanmaktadır.
1955 yılından sonra bir "milli dava olarak ilan edilen Kıbrıs", artık bu niteliğini kaybetmiştir. Bu Kıbrıs politikasındaki değişiklik çok ama çok önemli bir göstergedir. Bunun burada kalmayacağı, Türk dış ve iç politikasında hemen her alana yansıyacağı ya da yansıtılacağı 10 Ağustos’ta başbakan tarafından ifade edildiği şekliyle "bunun adı Kürt sorunudur" açıklaması, devletin ezberini bozduğu anlamı taşımaktadır.

Bu açıklamaya kadar PKK terör örgütünün, etnik milliyetçilik suçlamasıyla ve ayrılıkçılık hareketinin silahlı mücadelesiyle suçlanması ve askeri müdahalelerle mücadelede artık yeni bir aşamaya gelinmiştir. "Yüksek Devlet Stratejisi" değiştirileceğinin sinyalleri verilerek, etnik kimliğin Başbakan tarafından telaffuz edilmesiyle, PKK’nın yıllardır ifade ettiği ama bir türlü kabullenilmeyen ifade bugün artık rahatça dillendirilmektedir. Başbakan’ın bu söylemiyle, konunun ya da sorunun teröristle mücadeleden daha çok terörle mücadelenin önemli olduğu ve böyle söylenerek PKK’nın elinden önemli bir koz alındığı da değerlendirilebilir. Ancak bunun çok gerçekçi olduğunu şu andan söylemek güçtür. Olaya taraf olanlardan birisi devlet ötekisi bir terör örgütüdür ve çok sayıda şehit ve yaralı verilmiştir. Yani iç politika bundan sonra acı üstüne kurulacaktır.
Öte yandan, Irak’ta ve özellikle de Kuzey Irak’ta ortaya çıkan gelişmeler adını nasıl koyarsak koyalım (Kürt sorunu ya da PKK terörü gibi...) bunun uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Kısacası bu mesele Türkiye’nin iç politika problemi olmaktan çıkartılmaktadır. Bunu görmek gerekiyor, görmek de yetmez içe sindirmek gerekiyor.
"Yüksek Stratejinin" karar vericileri olan (bu sorun için) Hükümet, MGK, Genelkurmay ve Dışişleri Bakanlığı, 82 yıllık Cumhuriyetin kazanımları ve kararlarıyla bugüne kadar gelinebildiğini ama çağdaş dünyada ortaya çıkan gelişmelerin sonucu olarak özellikle de hipergüç ABD’nin senaryoları dışına çıkılamadığını da bizimle açıkça paylaşmalıdır! style=displcasino