AB GÜNDEMİ Dr. Bahadır KALEAĞASI
TÜSİAD Uluslararası Koordinatörü
Avrupa’da Türk Olmak, Ya da...
 
İki kere iki dört. Bu kadar kesin bir gerçek var. Dört ülke. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı kamuoyunda en çok kuşku duyan dört ülke var: Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya. Ortak özellikleri: göç ülkesi olmak; göçmen sorunu yaşamak; göçmen istilası korkusu yaşamak.

Bir Danimarka gazetesinde İslam dininin manevi değerlerine hakaret olarak tepki toplayan bazı karikatürler AB toplumlarındaki “Müslüman”, “şiddet”, “sosyal uyumsuzluk” ve “Türk” imajlarının nasıl birbirine karıştığının bir göstergesi oldu. Fakat aynı zamanda AB kamuoyunun AB’li Türkler’in farklı yönlerini ve çok boyutlu gerçeğini görmesi için de bir çok kapı araladı.

Göç konusu karışık

Bu dört ülke dışında, Danimarka, Yunanistan, Kıbrıs, İngiltere, Polonya gibi diğer AB ülkelerinde de Türkiye konusunda kamuoyunun oynadığı farklı roller dikkat çekiyor. Bu dört ülkede ise, toplumların Türkiye konusuna yaklaşımını belirleyen iç siyaset, ekonomik ortam, Avrupa ve küreselleşme konularında kendilerine has bir çok etken var. Bu ülkelerde Türkler’in konumu, sorunları, sosyal yaşama katılım dereceleri ve iç siyasal ağırlıkları da farklı. Belki kaderleri de farklı olacak. Yüzeysel bir genelleme yapacak olursak, Fransız her Müslümanı eski Kuzey Afrikalı sömürgeleriyle özdeşleştirir; Hollandalı bireysel yaşam felsefinin süzgecinden geçirir; Almanya için bir özkimlik ve iç güvenlik boyutu önplana çıkar; Avusturya tarihsel huzursuzluklarıyla bocalar ... Türkiye’nin AB kamuoyundaki olumsuz algılanma sorunu göç konusunun çok ötesinde, çok boyutlu analizlerle açıklanabilir ancak.

Fakat sonuçta, bu dört Türk göçü ülkesi, aynı zamanda dört Türkiye konusunda duyarlı kamuoyuna sahip ülke. Bu bir gerçek. Kabullenildiği ölçüde, bu sorunu aşmak için somut stratejiler ve girişimler olası. Türkiye’nin AB kamuoyundaki imajının düzelmesinde, Türk göçü kaynaklı olumsuz toplumsal algılamanın değişmesi gerek.

Değişim olası mı?

Daha iyi bir Türkiye imajı için değişim şart. Öncelikle Türkiye değişmeli: daha iyi bir demokrasi, ekonomi ve toplum olmalı. Avrupa Birliği de değişmeli: kendi ekonomik ve sosyal sorunlarını daha iyi çözmeli, geleceğe daha güvenle bakabildiği dönemlere geri dönmeli. Türkiye konusunu başta medya ve siyaset dünyası olmak üzere akılcı ve ileri görüşlü bir analiz çerçevesine oturtabilmeli. Ancak bu yönde gelişecek bir değişim sürecinde, AB ile Türkiye arasında bilinçsizce oluşan göç bağı, bir iletişim köprüsüne dönüşebilir.

Peki ama nasıl? Yaşadıkları toplumla daha uyumlu bir hale gelecekler mi? AB vatandaşları, Türkiye bahsi geçince en yakınlarında yaşayan Türkler’de olumlu bir örnek görecekler mi? Türk göçmenler konusu bir olumsuzluk kavramı olmaktan çıkıp, yapıcı bir etkiye kavuşabilecek mi?

Avrupa Parlamentosu’nun Türk kökenli üyelerinden Hollandalı siyasetçi Emine BOZKURT’un özetlediği gibi: AB ülkeleri vatandaşları tatil gibi yılın kendileri için en önemli zamanını Türkiye’de geçirdiklerinde memnun oluyorlar, Türkler’i seviyorlar. Fakat aynı Türkler’in yılın geri kalan zamanında komşuları olmalarından rahatsızlık duyuyorlar. Bu ikilemi aşmak gerek. Tabii, bu durum ne tüm AB vatandaşları için geçerli bir tepki, ne de bu tepkilere maruz kalan veya neden olanlar tüm Türk kökenli AB ülkesi mukimleri. Fakat ortada Türkiye-AB ilişiklerinde kamuoyu etkenini olumsuz yönde pekiştirecek güçte bir olumsuz enerji kaynağı var.

AB’li Türkler

Konuyu irdelemeye çalışırken belki de en doğrusu önce kavramlara açıklık getirmek. ‘Batı Avrupalı Türkler’, ‘Türk kökenli AB vatandaşları’ ve ‘AB’li Türkler’ gibi kavramlar geliştirmek doğru olur. Almanya’da uzun yıllar göçmen bile değil, ‘konuk işçi’ olarak görülmek istenen Türkler, bugün fiilen bir azınlık olma özelliklerinin çoğuna sahip hale geldiler. En azından, bakış açısına göre birer ‘Almanyalı Türk’ veya ‘Türkiye kökenli Alman’ olarak tanımlanmaları daha gerçekçi olmakta.

Türkiye’den ilk göç dalgaları 1960’lı ve 70’li yıllarda oldu. Sonra aile birleşmesi yoluyla çoğalma yaşandı. Yeni bir ülkeye ilk defa yerleşenler göçmen olabilir. Fakat sonraki kuşaklar artık olsa olsa göçmen kökenlidir. Doğduğu, eğitimini aldığı, çalıştığı, yaşamını kurduğu, sorunları veya başarılarını belirleyen etkenlerin oluştuğu, vergi mükellefi, vatandaş, seçmen olduğu bir ülkede yaşayanlar, artık o ülke toplumuna aitler. Fakat bu münhasır bir aidiyet değil. Türkiye ile bağların kendini her kişide değişik derecelerde iç ve dış dünyaları belirler hale geldiği bir çok kültürlü aidiyet.

Bilgi çağının etkisi

AB’li Türkler’in sosyal uyum koşulları kuşaklar boyu değişti. Seksenli yıllara kadar, özellikle gençler için Türkiye uzakta, görüntüsü bulanık bir ülkeydi. Televizyon haberlerine askeri darbe, işkence, yokluk gibi karabasanlar yansıyan, pek gurur duyulamasa da derin bağlılıktan asla vazgeçememenin bunalımını yaşatan bir ülke. Aile içinde kısıtlı bir çerçevede öğrenilen dili giderek unutulan ülke. Yaz tatillerinde ikinci el bir arabaya ailece tıkışılıp, üçbin küsur kilometre yolu, güzergahtaki ülkeleri gezme gereksinimi duymadan üç günde geçmeye çalışarak, doğrudan Anadolu’da bir köy veya kasabada akraba ve hemşerilerle vakit geçirmeye, ‘Alamancı’ rolünü oynamaya gidilen bir ülke. Sonra doksanlı yıllarla birlikte önemli değişimler başladı. AB’li genç Türkler yeni bir Türkiye keşfetmeye, ve ‘Alman ve Türk’, “Hollandalı ve Türk’ gibi yeni sentezlere uzanmaya başladılar. Önce Türk gazetelerinin Avrupa baskıları, sonra çanak antenlerle gri Avrupa gecelerinde evlere giren renkli bir Türkiye’nin görüntüleri, müzik, eğlence, kent yaşamı, cinsel rahatlık, tatil yöreleri, diziler... Yugoslavya iç savaşları ve ucuzlayan biletler nedeniyle artan havayolu taşımacılığı sayesinde keşfedilen daha kalkınmış, turistik Türkiye... Sonra internet. Karşılıklı iletişim, hareketlilik ve yatırımlarla genişleyen iş alanları, sosyal ve kültürel etkinlikler, siyasete katılım, ... AB’li Türkler çok katmanlı bir kimlikle, hem Türk hem AB vatandaşı olmak gerçeği ile çok daha rahat özdeşleşir hale geldiler. Türkiye’nin AB üyeliği hedefi somutlaştıkça, bu durumun bir kimlik sorunu değil, bir kültürel zenginlik olduğu gerçeği günlük yaşamlara daha somut bir şekilde yansımaya başladı.

Sorunlar bitmedi

Fakat eşzamanlı olarak bir çok olumsuz gelişme de güçlü bir evrim içindeydi. Köyden Avrupa kentine göçün doğrudan olmasından kaynaklanan kimlik bocalamaları ve ulusal kültürün kırsal zayıflığı, aşırı dinci muhafazakarlığın ve içine dönüklüğün artışına neden oldu. Türkiye’de demokrasiden kopuk yıllardaki hakim siyasal zihniyetin “komünist olacaklarına dindar olsunlar” yaklaşımı da tarihsel bir yanılgı olsa gerek. Batı Avrupa’daki Türkler’in din eğitimi için şeriatçı ideolojiye dayalı ülkelerden destek sağlanmasını Rabıta skandalı olarak Uğur MUMCU ortaya çıkardığında çok şaşırıldı. Belki de en önemlisi, başta Alman, Fransız ve Türk hükümetleri olmak üzere batı Avrupalı Türkler’e yönelik tutarlı sosyal başarı politikalarının acizliği gibi bir çok etken olumsuz gidişatı belirledi.

Kuşaklar arası sosyal uyumun köyden gelin getirme uygulamalarıyla sık sık sıfırlanması ise, kendi başına ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. Hala göçmen kökenli bir çok anne-babanın gözünde, yaşam felsefesi kahve köşesinde mafya dizisi izlemekle sınırlı oğulcukları için Avrupa’da yetişmiş Türk kızları iyi bir eş ve anne adayı değiller. Ayrıca hala çocuklarının yabancıyla evlenmemesi gibi dürtülere sahip birçok aile var. ‘Yabancı’ deyince Alman değil. Türk değil. Hatta kendi yöresinden değil. Bazen kendi köyünden olmayanlar giriyor bu sınıfa. Aynı çerçevede töre cinayetlerinden, genç kızları intihara sürüklemeye uzanan ilkellikler taşıyor Anadolu’nun ücrasından AB kentlerine. Prof. Şerif MARDİN’in Anadolu’daki ‘küçük yerel toplum’ aidiyetinin baskınlığı üzerine olan tezini doğrulayan örnekler Batı Avrupalı Türkler laboratuarında çok sayıda var.

S