AB PANORAMA Dr. Cengiz AKTAR
Bahçeşehir Üniversitesi AB Merkezi Başkanı ve Vatan Yazarı
AKP’li değil AB’li Türkiye
 
Türban kararı ile kuzey Irak seferi, AKP’nin Kasım 2002’den bu yana hem iktidarın gücü hem muhalefetin mağduriyetinden nemalanmasının sonu anlamını taşıyor. AKP ülkedeki siyasî geleneğin en bildik reflekslerini taşıyan bir parti artık.

2003-2004 döneminin reformcu AKP’ siyle 22 Temmuz sonrasının bildiğini okuyan AKP’si arasındaki derin fark türban kararıyla iyice belirginleşti. AKP’nin seçim sonuçlarını yanlış okuması ve türbanın, yanlış ya da doğru, rejim tartışmasına çanak tutabilecek bir mesele olması yapılan stratejik hatayı hazırladı. Pek çok vatandaş ortada sivil anayasa tartışması varken MHP ile ‘işbitirme’nin tehlikeli anlamını sorguladı. Çifte bir kuşku yayıldı, ciddî bir güven kaybı oluştu. Ve sonunda tüm olup bitenle, esas konu olan eğitim özgürlüğünün herhangi bir ilgisi kalmadı. Karar sonrasında üniversite, YÖK ve siyaseti saran kargaşa ortada. Bu hercümerce, kuzey Irak harekâtı ve askeriyeyle süren fevkalâde ilişkileri eklediğimizde AKP’nin verdiği güvensizlik hissi derinleşiyor.

Başbakan’ın AB sefirlerine söylediği hoş sözlere rağmen AKP, AB işini küçümsedi ve küçümsemeye devam ediyor. Ülkenin ancak AB üyeliğiyle sürdürülebilir bir siyasî ve iktisadî istikrara vasıl olacağına inanmıyor. Bunu kendisinin yapabileceğini düşünüyor. ‘Merkez parti’, ‘Türkiye’nin partisi’ olmak iddiaları bu yüzden. Tıpkı Türkiye’yi dünyada, elâlem öyle düşünmese de ‘merkez ülke’ olarak tanımlamak gibi. Bu kerameti kendinden menkul sıfatların ne temeli, ne nefesi var. Olmadığını da gördük.

Nitekim AB süreci durdurulduğu andan itibaren AKP’nin ve Türkiye’nin nasıl tökezlemeye başladığını izliyoruz. AKP’nin kamuoyunun hatırı sayılır bir bölümünün gözünde meşruiyet ve güven kaybı, bununla koşut olarak da ülkenin kadim sorunlarının topyekûn yeniden gündemin tepesine yerleşmesi, sürecin durmasıyla eşanlamlı.

AKP 2002’de devraldığı Türkiye’nin değişim dinamiklerine gereken zemini hazırlayan ve ülkenin önünü açan adımlar atarken bu değişimin taşıyıcısı konumundaydı, değişimin kendisi değil. Neden insanlar bugün ısrarla sivil anayasa sürecinin önemini vurguluyor? Neden AB sürecinin tekrar canlandırılmasını, sürece hâkim olan tüm olumsuzluğa rağmen talep etmeye devam ediyorlar? Çünkü ancak bu yollarla güvence, denge ve kontroller kurumsallaşır, o kurumlar da istikrar kazanır. Yoksa padişahlık devrindeki gibi sultanın şahsi kefaleti ile değil. Bir siyasî partinin güvencesiyle de değil. AKP’nin anlamakta zorlandığı nokta bu. AB konularında uzman Kriter dergisinin Mart sayısında hükümeti AB reformlarını yeniden canlandırmaya davet edenlerin talebi de buydu. Taleb edilen sistemde hak ve özgürlükler sadece çoğunluk değil, çoğunluğa dahil olmayanlar için de var.

AKP’nin demokrasi anlayışının ise çoğunluğun istediğinin temsilcisi olmakla sınırlı olduğunu anlamıştık. Bugün AKP seçmeni hayatından AKP de bu durumdan memnun olabilir. Ancak bu Türkiye’ye yetmez. Kadim sorunlarını çözmez, sadece erteler, o da dışarıdan malî kaynak gelebildiği sürece.

AB yılı 2008?
Hükümetin diğer özgürlükleri gündeme taşımaması için gerekçe kalmadığı söyleniyor. Önce meşhur ve meşum 301’inci madde ve benzeri 20 küsur maddenin kalkması. Ama öyle tasarıdaki kozmetik ve yargı bağımsızlığı açısından sakıncalı değişiklik değil. Keza Vakıflar yasası, bu da meclisten geçtiği haliyle yetersiz. Gasp edilmiş ve üçüncü şahıslara geçmiş gayrimüslim mallarının geri verilmemesini teminat altına alıyor.

Bunlar, iki sembolleşmiş hak ve özgürlük konusu. Arka planda dev gibi sivil anayasa tasarısı var. Diğer yanda yargının işi olsa da hükümetin çelikten iradesini gerektiren Ergenekon soruşturması. Ve elbette saymakla bitmeyecek birey hak ve özgürlükleriyle ilgili reform. Ve tüm bunlara zemin oluşturacak AB süreci. Hâlâ bekliyoruz.