SAKLI TATLAR Zeyno SİLE
Hotrain, Otel ve Restaurant Eğitimcisi
Efsanevi Beyaz Toz...
 
Yaz mevsiminin gelişini kutlamak amacı ile, o yıl ilk defa Ege’nin veya Akdeniz’in sularına kendinizi atma arzunuzu ve uzunca bir müddet hiç çıkmamak üzere ettiğiniz yemini anımsayın.... sonra o engin sulara daldığınız ilk anı, gözlerinizi yakan, genzinizi işgal eden ancak gene de sizi güneş ile buluşturmak için yer çekimine karşı koyan O tatlı işkenceyi aklınıza getirin, “O” hala suyun içinde gizlenmekte....

....uzun süre hayal edilmiş olan bu su macerası geçici olarak terk edilir, vücut sanki bir mutasyona uğramışçasına buruşur, bu buruşukluk güneş ile temas edince adeta botoxlanır, vücuttaki tüyler,güvenliği tehdit altındaki hayvanlar gibi diken haline gelmiş bir vaziyette, Eskimoların hayvan postundan yaptıkları kürklerine kavuşma edası ile havluya sarınır. İşte O an.... beşinci ve en önemli duyunun misyonunu gerçekleştirmek üzere olduğu andır.... sarınılan havluyu titreyerek ısırma ve de içine nüfus etmiş olan TUZU tatma anı.....

Nitekim, sözlük manası ile; “tat vermek için yemeklere konulan, deniz suyu tadında, kimyadaki adı sodyum klorür olan, kütle halinde, kaya tuzu olarak veya içinde erimiş bulunduğu sulardan çıkarılan” bu maddeyi bendenizin böylesine müthiş bir tutku ile anlatabilmesinin sebebi aslında 1910’lu yıllarda sevgili Sigmund FREUD’un yakın arkadaşı olan Ernest JONES’un ortaya koyduğu bir teori ile son derece alakalı imiş. JONES’un, “insan ve tuz tutkusu” ile ilgili yaptığı araştırmaya göre, insan doğasında rasyonel olmamakla birlikte tamamen bilinç altında meydana gelen bir tuz saplantısı varmış. Teoriyi destekleyen örnek olarak da; Habeşistan geleneklerine göre; gelen bir misafire kaya tuzu ikram edildiğinde, misafirin bu kaya parçasını yaladığı belgelenmiş. Buna ek olarak, 2002 yılı son bulgularına göre Türk boyuna ait, bendenizin de bu hikayeyi okuduktan hemen sonra aşermiş bir vaziyette mutfakta bulduğu ilk tuzluğu avucuna dökerek, son derece şevkle yalamaya başlaması da kayıtlarda bulunmuştur. Ernest amca ayrıca der ki; tuz ile bereketlilik kavramı son derece alakadardır. Öyle ki, denizde yaşayan balıklar yeryüzü canlılarına oranla çok daha fazla doğurgandır. Ve hatta yüzyıllardır tuz taşıyan gemilerin fare istilasına maruz kalmasının sebebi farelerin tek başlarına üreyebilmeleri fikrinin aksine, tuz faktörünün bu konuda fareler üzerinde bir nevi afrodizyak etkisi yapmasından başka bir şey değildir.

ALTIN MI, TUZ MU ???

Elbette ki tuzun etkisi farelerin dünyayı istila etmesi ile sonuçlanmadı. Tuz yapımı milattan önce 3000’li yıllarda Çin’in Sichuan bölgesinde başlamış ve gene aynı yıllarda Mısır’ın tuzlu çölleri altında bulunan 2000 yıllık insan cesetleri, tuzun bakterilerden koruyup uzun süre muhafaza etme özelliği sayesinde tıpkı mumyalanmış bir biçimde görüntülerini korur bulunmuş ve böylece insanlık tarihinde yepyeni bir sayfa açılmış. Artık yalnız cesetler değil, beslenme maddeleri de uzun süreler saklanabilecek ve bu sayede tuz üreten insancıklar müthiş bir ticari güce sahip olacak, ekonomileri kalkınacak ve geride kalanlar da bir an önce bu rekabete girmek için kolları sıvayacaklardı. Nitekim Çin’de ve Mısır’da deniz ve çöllerden elde edilerek başlayan bu hareket daha sonraları Keltler ve Romalı’ların yer altı maden faaliyetleri sayesinde hayli ilerletilmiş ve bu durum onları birçok yönden lider konumuna getirmiştir. Yani tuzun haberi yokken tuz yüzünden imparatorluklar kurulmuş ve yıkılmıştır. Öyle ki; savaş sürelerinin uzaması bile tamamı ile tuz sayesindedir. Çünkü, uzun süre savaşmak için beslenmek gerektiği gibi, muhafaza edilebilecek stok yemek de gerekmekte ve de tuz bu sorunu kökten çözmektedir. Hatta zaman zaman savaşlarda askerlere maaş olarak bile tuz verilmiştir. Buna bağlı olarak da şöyle bir kelime türetme oyunu başlamıştır: İngilizce’de maaş anlamına gelen “Salary” sözcüğü, Latince’de tuz anlamına gelen “Sal”den türemiştir. Ayrıca “Sal” gene Fransızca’da da yapacağını yapmış ve türeyerek “Solde” yani ödemek anlamına gelmiş. O da yetmemiş ve İngilizce’de asker anlamına gelen “soldier” ile bizim tuz bu asırlık türeme görevini tamamlamıştır.

Evet, di’li ve miş’li geçmiş zamandan çıkarılacak sonuç şudur: Bu beyaz renkli efsanevi tozun, sarı renkli tozdan biraz daha mühim olduğunu anlamak için tarih profesörü olmak gerekmez.....

BİZ SALEVORLAR / TUZOBURLAR....

Tuz hakkında asla tartışma konusu olamayacak bir gerçek vardır. Tuz olmadan yemek olmaz..... Bill GATES’in parası olmadan Bill GATES olamayacağı gibi, lakerda da tuz olmadan lakerda olamaz veya bacon diye bir şey de olamaz çünkü bacon elde edebilmek için domuzu önce tuzda bekletmek gerekir. Hatta sabah kahvaltılarında veya rakı mezesi olarak yediğimiz canım peynirlerimiz bile tuz olmadan varlığına kavuşamaz. Dolayısı ile beş yıldızlı bir lokantaya gidip de yemeğini “tuzsuz olsun” (sağlık sorunu yaşayanları dahil etmiyorum) şeklinde sipariş verenler ile mutfaktaki sanatkar aşçının pek de dostça bir ilişki sürdürebileceğini sanmıyorum.

Son yıllarda mutfaktaki bu sanatkarlar bizlerin tuzla yakınlığını daha da pekiştirmek için onu doğal hali ile tabaklarımıza sunmuşlardır. Yani bir zamanlar ki beyaz toz aşkı yerini, orijinal formundaki ve renklerindeki tuza bırakmıştır. Örneğin; kaz ciğerinin üzerindeki popülerliği ile “fleur de sel”, Fransa’nın Brittany bölgesinden elde edilen, kristal parçacıkları şeklindeki bir çeşit deniz tuzudur. Fleur de Sel her ne kadar pahalı tuz kategorisine girse de görüntüsü ve lezzeti ile damakları ve tabakları adeta büyüler. Bazen de çeşitli lezzetteki balıklar bu doğal tuz ile kaplanarak pişirilirler. Bu teknik ile tuz balığın gözeneklerini kapayan bir mühür görevi görür ve deriye nüfus etmeden balığın suyunu içinde barındırmasını,böylece daha dengeli ve lezzetli pişmesini sağlar.

BİRAZ TUZLUYUZ....

Bir varmış, bir yokmuş.....Fransız bir prenses varmış. Bir gün babasına “seni tuz gibi seviyorum” demiş. Buna çok kızan Kral, kızını kraliyetten kovmuş ve tuzu da her şekilde reddetmiş. Ancak bir süre sonra tuzun, kendi vücudu ve ülkesinin refahı için değerini anladığında, kızının sevgisinin boyutunu da kavramış...

Kralın farkına vardığı bu gereksinim vücudumuzda da kendisini yaklaşık 250 gram ayarında hissettirir ve vücudun fonksiyonlarını gerçekleştirmesi için buna ihtiyacı vardır. Çünkü tuz, besinleri hücrelere taşımaya yardımcı olur ve tansiyonu dengeler.Uzmanlara göre farklı yollar ile kaybettiğimiz tuzu günde 500 ile 2400 mg oranında geri almalıymışız. Ayrıca, daha önce bahsetmiş olduğum doğal tuzlar, dünyanın çeşitli gelişmiş bölgelerinde doğal tedavilerde kullanılarak bizlerin romatizma ve kemik ile ilgili birtakım hastalıklara karşı direncini arttırmaktadır. Madalyonun diğer yüzüne bakıyorum ve tuzun bazı durumlarda, özellikle geçkin yaşlarda hipertansiyona sebep olabileceğinin bilinci ile kaderci bir yaklaşım içine girerek diyorum ki: trafik kazası, yılan ısırığı, paraşütünaçılmama veya boğazına leblebi kaçarak boğulma gibi çeşitli sebeplerden dolayı her birimiz eninde sonunda buralardan göçeceğiz. Biraz daha az veya biraz daha fazla yaşayarak....eğer bazılarımız Loto’yu kazanıp da 111 yaşına kadar devam edecek isek garanti veriyorum ki bu şahıslar tuzsuzlar olmayacak.....

Sodyum ve Klorür, aşk ve nefret gibi, şarap ve zehir gibi, Yin ve Yang gibi, biraz tuz gibi, biraz biz gibi.....