SİYASİ VİZYON Ural AKÜZÜM
ARI Hareketi Başkanı
Katılımcı Demokrasinin Bir Unsuru Olarak Etik ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk
 
Türkiye bugün gerek AB’ye tam üyelik yolunda yapılan reformlar gerekse de son yıllarda başta gençlik olmak üzere sivil toplumun farklı kesimlerden gelen talepler doğrultusunda önemli değişimler geçirmesine ve pek çok alanda eskiye oranla büyük ilerleme kaydetmesine rağmen hala yapısal sorunlarının ağırlığını taşımaktadır. Tüm reformlar, tartışmalar; parlamentodan geçen tüm kanunlara rağmen günümüz Türkiye’sinde toplumun çok geniş bir kesimi, iş dünyasından, medyaya, siyasetten akademik alana kadar pek çok alanda etik değerlerde erozyonun devam ettiği; bozulan etik normların yerine yenilerinin tahsis edilmediği ve hemen her alanda meydana gelen yozlaşmanın eskiye göre görece bir düzelme olsa da olumsuz etkisini devam ettirdiği konusunda görüş birliği içindedir.

Etik değerlerde meydana gelen bu yozlaşmanın pek çok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerin başında hiç kuşkusuz Türkiye’deki mevcut siyasi yapı, anlayış ve zihniyet gelmektedir. Türk siyaseti tüm gelişmelere, AB’ye tam üyelik yolunda yapılan tüm reformlara ve atılan adımlara rağmen hala geçmişteki patronaj ilişkilerini korumaktadır; özellikle de partiler düzeyinde ve iç politikada kar dağıtma ve nepotizm başta siyaset yapma biçimidir. Türkiye’deki politik sistem hala klientalist rekabete dayanır: Partiler arası politik rekabet büyük oranda kar dağıtımı aracılığıyla oy almak şeklinde gerçekleşmektedir. Taşrada ve kırsal bölgelerde bu, çoğunlukla devlet kaynaklarının doğrudan tahsis edilmesi şekilde gerçekleşir. Büyük şehirlerde hemşehrilik ve nepotizm de geçerli olabilir; devlet ihalelerinin politik çıkar amacıyla kullanılması şeklinde de bu politika yapma biçimi kendini gösterebilir.

Bu sistem ne yazık ki diğer az gelişmiş veya gelişmekte olan demokrasilerde olduğu gibi Türkiye’deki politik sistemi de popülist politikalar üreten ve çıkar ilişkilerini kollayarak yolsuzluğa, haksızlığa, rüşvete ve her türlü etik kodun ihlal edilmesine zemin yaratan bir hale getirmiştir. Transperancy International Global Yolsuzluk Endeksi’ne göre Türkiye 2003 ve 2004 yıllarında Benin, Mısır, Fas, ve Mali ile beraber 3.1 endeks skoru ile 77.sırada yer almaktadır. Dünya üzerinde araştırmada yer alan 146 ülkenin sadece 40 tanesi 5 ve üzerinde skor aldığını düşünürsek yolsuzluk sorunun daha ekonomik açıdan fakir, az gelişmiş ve gelişmekte olan demokrasilerde etkili olduğunu söylemek gerçekçi olacaktır. 2003’e göre Türkiye’nin endeksteki puanında sadece 0.1’lik bir artış olmuştur. Bu az da olsa bir iyileşme olduğunu göstermektedir ama bir diğer araştırmaya göre Türkiye yolsuzluk sıralamasında 10 üzerinden aldığı 3.7 puanla Pakistan, Lübnan ve Nijerya gibi ülkelerle aynı ligde yer almıştır.

Türkiye’de yaşanan etik sorunu, ahlaki yozlaşma ve bunların sonucu olarak yolsuzlukların bugünkü boyutlarına ulaşmasında iktidarların ve bir bütün olarak politik sistemin olduğu kadar toplumun tüm kesimleri tarafından yapılan yanlışların da büyük bir payı vardır. Bu da etik yozlaşma ve yolsuzluklarla mücadeleyi çok daha zorlu bir hale getirmektedir. Etik değerleri belirleyen, bunlara uymayı zorunlu bir hale getiren ve hesap verme sorumluluğunu kurumsallaştıran yasa değişikliklerinin yanı sıra, bu bilincin oluşması için tüm vatandaşlara, toplumun en önemli ifade ve eylem platformlarından biri olması gereken sivil toplumun da böyle bir geleneğin yeterli ölçüde kuvvetli olmamasından dolayı etkisiz kalması bu durumun oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Etik değerlerde meydana gelen yozlaşma sonucunda ortaya çıkan siyasi kirlenmenin olumsuz sonuçlarının toplumda meydana getirdiği sarsıntılar, davranış ölçütlerinden başlayarak, siyasi alanda odaklanacak şekilde geliştirilecek etik standartların, toplum hayatında etkin bir şekilde yerleştirilmesinin gerekliliğini çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Toplum duyarlılığını, etik değerlerin benimsenmesi yönünde arttırmak, bu duyarlılığın öncüsü olan birey ve kurumların, başta da sivil toplumun ortak sorumluluğudur.

İşte bu noktada etik değerlerin yerleşmesi; yolsuzlukların azalması için katılımcı demokrasi ilkelerinin yaşama geçirilmesi gerekmektedir. Toplumu ilgilendiren diğer tüm konularda olduğu gibi etik değerler alanında da Türk toplumu yoğun biçimde mevcut durumdan şikayet etmekte ama gerekli inisiyatifi bir türlü alamamaktadır. Bu bağlamda yapılması gereken ilk ve en önemli şey hiç kuşkusuz özellikle sivil toplumun katılımcı demokrasinin ilkelerine uygun olarak vatandaşların toplumsal karar verme mekanizmalarına katılımını sağlayacak olan kanalları etik alanında da yaratması ve yine katılımcı demokrasinin temel ilkelerinden biri olan bireyler hem de kurumlar düzeyinde sosyal sorumluluk bilincini arttırmasıdır.

Türkiye özellikle de gençliğin ve toplumun diğer kesimleri 1980 sonrasında politikaya ve daha da önemlisi toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmaya soğuk baktı. Türkiye bireysel kurtuluş projelerinin yaşama geçirilmeye taşındığı; toplumun ve toplumun sorunlarının ikinci plana itildiği ve hatta hiç dikkate alınmadığı bir döneme girdi. En az iki-üç kuşak Türkiye’de bireysel kurtuluş hikayeleri oluşturmaya çalıştılar. Oysa 1990’lı yıllar hala etkileri devam eden pek çok toplumsal dönüşüme-travmaya şahitlik etti. Özellikle de ekonomik krizler ve toplumsal sorunlar artık bireysel kurtuluş planlarının işleyemeyeceğini ortaya koydu. İki büyük ekonomik kriz insanların işlerini kaybetmelerine ya da eskisi gibi iyi maaşlı işlere girememelerine neden oldu. Büyük yolsuzluklar politikaya, politikacıya ve bir bütün olarak sisteme ve topluma olan güvensizliği arttırdı. Bugün özellikle gençlik katında her alanda güvensizlik oranları %80’nin üzerindedir. ARI Hareketi olarak Herkes İçin İnsan Hakları Projesi kapsamında yaptığımız araştırma bulguları bu rakamı ortaya çıkarmıştır.

Sosyal sorumluk ve katılım arasındaki ilişkiye değinmeden önce sosyal sorumluluğun bugünün dünyasında neden çok önemli bir kavram haline geldiği ve sadece basit bir “hayır” ya da “STK” uğraşı olmaktan öte dünyanın ve insanlığın yakın, orta ve uzun vadedeki geleceğini etkileyecek bir politik, ekonomik, toplumsal bir fenomen olduğunun altında yatan nedenlerden kısaca bahsetmekte yarar görüyorum.

Günümüz dünyası insanlık tarihinin en büyük ekonomik-toplumsal dengesizliklerine tanıklık ediyor. Dün üstünde yaşayan 1.2 milyar insan günlük $1 altında bir gelir ile yaşamını sürdürmek zorunda. 1.6 milyar insanın temiz içme suyuna erişme olanağı yok. Öte yandan en zengin %25 ise toplam gelirin %86’sına sahip olmakta.

Bu büyük uçuruma ek olarak dünyanın yarısının 25 yaş altında, üçte birinin de 15-24 yaş arasında; bu genç nüfusunun büyük bir çoğunluğunun da az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşadığı dikkate alınırsa durumun vahameti daha da kolay anlaşılabilir. Genç nüfus daha fazla altyapı, daha fazla okul ve iş imkanı demek ve dünyadaki gelirin az önce yukarıda verdiğim gibi eşitsiz dağılımı bu genç nüfus için gerekli olan olanakların oluşturulmasını engellemektedir.

Gerek gelir uçurumu gerekse genç nüfusun yoğunluğu dünyanın içinde bulunduğu durumu tahammül edilemez bir hale getirmiştir. Bu noktada dünyanın, daha doğrusu insanlığın kendini sağlıklı bir biçimde yeniden üretebilmesi için eşitsizliğin ortadan kaldırılması zorunludur. Eğitim ve iş olanaklarından yoksun genç nüfus dünyanın barışı, güvenliği ve uluslararası topluluğun huzuru için hali hazırda yarattığı tehlikeyi kat be kat büyütecektir. Canından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan; en ufak bir gelecek umudu taşımayan gençlerin ne yapabileceklerinin örnekleri dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen terörist eylemlerle, artan suç oranlarıyla zaten ortadadır.

Sosyal sorumluluk işte bu bağlamda önemli bir çıkış yolu olarak gözükmektedir. Sosyal sorumluk sahibi bireylerin, kurumların olduğu bir dünyada insanların geleceklerinden daha fazla umutlu olmaları sağlanabilecek; bu da sonuçta dünyanın daha yaşanılabilir bir yer olmasını sağlayacaktır. En azında