Av. Cem Murat SOFUOĞLU
Avrupa Birliği Hukuku Komisyonu Eş Başkanı
İNGİLTERE’NİN AVRUPA İLE OLAN SERENCAMI
 
Birleşik Krallık ya da İngiltere (bundan böyle İngiltere diyeceğiz) 23 Haziran 2016 tarihinde üyesi olduğu Avrupa Birliğinden çıkmak veya kalmak konusunda bir referandum yapacaktır. İngiltere’nin, Avrupa Birliği’nin (Bundan böyle AB diyeceğiz) hep periferinde kaldığı ve üvey evladı gibi hareket ettiği bilinen bir gerçektir.
Hatta İngiltere’nin, Türkiye’nin AB’ne üye olmasını destekleyen ülkelerin en başında gelmesinin temel nedeninin, Türkiye’nin üyeliğiyle AB’ndeki Fransa’nın ve Almanya’nın etkisini yitireceği ve her iki ülkenin Avrupa Parlamentosu’ndaki gücünün zayıflayacağı kabul gören iddialardandır. 2005 yılında Türkiye ile AB arasındaki Katılım Müzakerelerinin başlaması için yapılan toplantıda, görüşmelerin çıkmaza girmesi ve başkanlığını Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yaptığı Türk heyetinin görüşmeleri kesip, Türkiye’ye geri dönme kararı alması sırasında bulduğu “saati durdurma formülü” ve Türk heyetiyle AB arasında arabuluculuk yaparak, krizi çözen ve tam üyelik müzakerelerinin başlamasına yol açan kişinin İngiliz Dışişleri bakanı Jack STRAW olması bu sava doğruluk kazandırmaktadır.
Bu kısa girizgahtan sonra, İngiltere’nin böyle bir referanduma gitmesini anlamak için kısaca yakın tarihine bir göz atmak gerektiği kanısındayız.
19. yüzyıl boyunca İngiltere, Avrupa’da hatırı sayılır bir ülke konumundaydı.
Avrupa ile arasındaki Manş Denizi dolayısıyla kıtada meydana gelen siyasal ve sosyal karışıklıklara karşı korunaklı bir durumdaydı. Ayrıca ekonomik olarak tek başına yetecek kadar güçlüydü. Tüm bunların yanı sıra, ulusal çıkarları savunmakta duygusal gözlerle bakmayan yetenekli devlet adamları bulunmaktaydı. 1821’ de Dışişleri bakanlığı görevine gelen George CANNING “sözde ve işte tarafsızlık politikası” uyguladı ve “delice bir aşk tutkusu içinde Avrupa’yı tek başımıza islah edebileceğimizi sanmayalım… Avrupa sistemiyle yakından ilişkiliysek de, bu demek değildir ki, etrafımızı saran devletleri ilgilendiren her olaya, kabına sığamayan bir hareketlilik içinde ve başkalarının işine burnumuzu sokarak karışacağız” dedi.
Başka bir deyişle, İngiltere yalnızca ulusal çıkarlarının yol göstericiliğiyle bağlı ve her olayın değerine göre kendi tutumunu belirleme hakkını saklı tutmuştur.
Bu politikada müttefikler ya ikinci konumdadırlar veya gereksizdirler.

Kraliçe VIKTORIA’nın Dışişleri Bakanı Lord PALMERSTON 1856 da, Kırım Savaşı sonrasında İngiltere’nin ulusal çıkarlarını şöyle tanımlamıştı: “İnsanlar bana politikamızın ne olduğunu sorduğunda verilecek tek cevap şudur: Bir olay ortaya çıktığında, ülkemizin çıkarlarını tek yönlendirici prensip olarak kabul ederek, olayların gerektirdiği en iyi şeyi yapmaya niyetliyiz. Bizim ne ebedi müttefiklerimiz, ne de devamlı düşmanlarımız vardır. Bizim ebedi çıkarlarımız vardır ve görevimiz de bu çıkarlarımızı izlemektir.” Yaklaşık yarım yüzyıl sonra İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward GREY şöyle diyordu: “İngiliz Dışişleri Bakanları, gelecek için inceden inceye hesaplamalar yapmadan, kendilerine bu ülkenin yakın çıkarı olarak ne görünüyorsa onun tarafından yönlendirilirler. ”İngiliz ulusal çıkarlarını görür görmez tanıyacaklarına inanan İngiliz devlet adamları, önceden bu çıkarlar hakkında inceden inceye akıl yürütme gereksinimi duymadılar. Bunun yerine olayların ortaya çıkmasını tercih ettiler. Bu yaklaşım Avrupa devletleri için mümkün olamazdı, çünkü bu devletler meydana gelen olayların kendisi konumundaydılar. Hareket serbestliği üzerinde ısrarla duran İngiliz devlet adamları, ortak güvenlik konusundaki bütün yaklaşımları reddettiler. Sonradan “şahane yalnızlık” (splendid isolation)”, Ülkemizde bu söz her nedense yakın zamanlarda “değerli yalnızlık” olarak çevrilmiştir.) olarak tanınan görüş, İngiltere’nin ittifaklardan karlı çıkmaktan çok, zarar göreceği inancını yansıtmaktadır. Bu politika tutarlı bir politikaydı çünkü İngiltere Avrupa‘da toprak kazanmak için mücadele etmiyordu. İngiltere’nin amacı deniz aşırı yerlerde toprak edinmekti. İngiltere’nin Avrupa’daki tek çıkarı, denge olduğu için Avrupa kavgalarının hangisine müdahale edeceğini kendisi seçebilirdi. Temel amacı Avrupa’da güç dengesini kurmak isteyen İngiltere ne müdahaleciydi, ne de müdahaleye karşıydı. İngiltere’nin dış politikası tamamen pragmatikti ve bu dış politikanın temeli zayıfı kuvvetliye karşı desteklemek olan güç dengesini korumaktı. Örneğin 1914 de Almanya’nın Belçika’yı işgaline karşı İngiltere’nin savaş ilan etmesi bu politikanın zorunlu sonucuydu ve o dönemki Alman devlet adamlarının bu politikayı anlamamış olmaları işin başka şaşırtıcı bir yanıdır. Kısaca İngiltere’nin kıta politikası, toprak kazanma veya ideolojiler değil, İngiliz ulusal çıkarlarını koruma amaçlı ve pragmatik bir denge politikası çerçevesinde oluşmuştur.
Özetlemeye çalıştığımız bu politika 2. Dünya savaşının ertesine kadar devam etmiştir. Savaştan galip çıkmasına rağmen İngiltere artık “üzerinde güneş batmayan” bir imparatorluk değil, aksine artık güneşin battığı ve zayıflamış bir ülke konumundaydı. İngiltere böyle bir konumdayken o günkü adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nin kurulmasıyla karşı karşıya geldi.
2. Dünya Savaşından sonra Fransız Jean MONNET ve yine Fransa Dışişleri Bakanı Robert SCHUMAN’ın hazırladığı bir plan çerçevesinde, Avrupa’da bir daha savaşın çıkmasını önlemeye amaçlayan ve Fransa ve Almanya’nın başını çektiği, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg gibi ülkelerin ekonomik bir birlik kurulmasına yönelik girişim, 26 Mart 1957 günü adı geçen altı ülkenin Roma’da, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET,Türkçe adıyla Ortak Pazar)’nun kurulmasını hedefleyen anlaşmanın imzalamasıyla sonuçlanmıştır. AET’ye katılım için kendisine yapılan daveti reddeden İngiltere, yukarıda özetlediğimiz dış politikası kapsamında buna tepkisini, henüz kuluçka halinde olan Avrupa’dan gelen bu tehdidi önlemek için 7 ülkeden oluşan ve Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (European Free Trade Association – EFTA) adıyla anılan bir birlik kurarak göstermiştir. Bu birliğin kurucuları başta İngiltere olmak üzere Norveç, İsveç, Danimarka, Avusturya, İsviçre, Portekiz idi. (İzlanda bu gruba 1970 yılında, Finlandiya da 1971 de katıldı). Antlaşma 4 Ocak 1960 tarihinde Stockholm’de imzalanmıştı. Dönemin İngiliz Ticaret Bakanı Sir David ECCLES, AET’nin kuruluşu için şöyle demişti: ”Tarihimiz boyunca Avrupa kıtasından gelen tehditlere karşı silahla mücadele ettik. Şimdi ise 6 Avrupa ülkesi amacı ne askeri, ne de düşmanca olan bir antlaşma imzalamış olmalarına rağmen, bu antlaşmanın amacı yüzyıllar boyunca korumaya çalıştığımız ülkemizin güvenliği için uygun olmayan bir durum yaratmaktadır.” İngiltere’yi Avrupa kıtasına karşı soğuk davranmaya iten İmparatorluk geçmişinin ağırlığı ve bu İmparatorluk geçmişinin dış politikasıydı. AET’na karşı tavır alan İngiltere, 1938 yılında HİTLER’in yarattığı Çekoslovakya krizi sırasında İngiliz Başbakanı CHAMBERLAIN’ın Çekoslovakya’dan söz ederken kullandığı ” İngilizlerin az tanıdığı küçük ve uzak bir ülke” deyimi, 150 yıl dünyanın her tarafında sömürge savaşları yapan İngiltere’nin, hemen yanı başındaki Avrupa’da gelişen olayları nasıl değerlendirdiğinin ya da değerlendiremediğinin bir açıklamasıdır.
Avrupa’ya olan bu miyopluğuna karşın İngiltere’nin bir avantajı da, kaliteli devlet adamlarının bulunmasıdır. Nitekim 1956’da başarısız Süveyş operasyonundan sonra Başbakan olan MACMILLAN artık ülkesinin büyük bir devlet olmadığı ve EFTA’nın da istenilen sonucu vermediği acı gerçeğini görmüştür. MACMILLAN 31 Temmuz 1961 tarihinde, İngiltere’nin AET’ye üye olması için müzakerelere hazır olduğunu bildirmiştir. İngiliz işçi partisi lideri GAITSKELL ise bu girişimin “ 1000 yıllık İngiliz tarihine karşı olduğunu” söylemişti. MACMILLAN 10 Ekim 1961 tarihinde bakanlarından HEATH’i, AET ile görüşmek üzere Paris’e gönderdi. HEATH “İngiltere olarak Roma Antlaşması’nın tüm maddelerini kabul etmeye ve AET’nin bütün kurumlarına katılmaya hazırız” dedi. Bu girişim İngiltere’yi, ABD’nin “Truva atı” olarak gören General de GAULLE’ün 14 Ocak 1963 yılında yaptığı bir konuşmada belirttiği itirazı ile karşılaştı. 1967 yılında bu defa İngiliz Dışişleri Bakanı WILSON yeniden bir başvuru talebinde bulundu, fakat bu da yine General de GAULLE tarafından reddedildi.
Tüm bunlara rağmen İngiliz Dışişleri Bakanı George BROWN, 4 Temmuz 1967 günü Lahey’de yaptığı konuşmada: “Batı Avrupa’lı ortaklarımızla gerçek bir politik birlik oluşturmayı istiyoruz” dedi.
General De GAULLE’ün ölümüyle Fransa’da yerine geçen POMPIDOU’nun İngiltere’ye kapıyı aralamasıyla, 1973 yılında İngiltere AET’ye tam üye olmuştur. İngiltere’nin tam üye oluşundan bu yana çok uzun yıllar geçmesine rağmen, İngiltere İmparatorluk geçmişinden ve Avrupa’ya olan soğukluğundan kurtulamamışa benzemektedir. D. William JERROLD’un deyişiyle “İngiltere ile Fransa arasında bildiğim en iyi şey denizdir.” sözü bu soğukluğu izah eden veciz bir ifadedir.
İngilizlere göre CHARLEMAGNE, CHARLES V, LOUIS XIV, NAPOLEON, Alman İmparatoru II.KAYZER WILHELM ve HİTLER de Avrupa Birliği’ne benzer bir yapı oluşturmayı hayal etmişlerdir. (Tabii İngilizler 1946 yılında CHURCHILL’in Zürih Üniversitesi’nde yaptığı ve bir Avrupa Birleşik Devletleri kurulması gerektiğini belirten ünlü konuşmasını unutmuşa benzemektedirler.)
İngiltere Brüksel’de alınan kararlarla İngiliz yargı sisteminin değişeceği ve jüri yargılamasının artık yapılamayacağı; Avrupa Birliği mahkemelerinin ve yargıçlarının İngiliz yargıçlarından üstün olduğu; bu gidişle Avrupa Birliğinin İngiltere’deki kriket, rugby ve futbol oyunlarını kaldıracağı; Almanya’yı iki defa yenmiş olmalarına rağmen, bu gerçeğin AB tarafından tarih kitaplarından çıkartılmak istendiği; AB’nde çalışan görevlilerin yaşam boyu yasal dokunulmazlıkları olduğu ve ne suç işlerlerse işlesinler bu kişilerin dava edilemeyeceği; bir Avrupa Birliği ülkesindeki bir savcının İngiliz Kraliçesinin o ülkedeki yasaları çiğnediği iddiasıyla, Kraliçenin bile tevkif edilerek yargılanmak üzere o ülkeye gönderileceği; AB’deki bürokratların özellikle komisyon üyelerinin seçilmeden bu göreve atanarak geldikleri için hiçbir hesap verme zorunlulukları olmadıkları, yaptıkları hata ve beceriksizliklerden sorumlu tutulamayacakları; İngiltere’nin serbest dolaşım ilkesi dolayısıyla bir göçmen ülkesi haline geldiği (İngiltere’ye çalışmaya gelen Romen, Bulgar, Polonyalı işçilerden rahatsızlar. Buna bir de Suriyeli göçmenler eklenince günahı Avrupa Birliğine yüklemektedirler); İngiltere’nin Avrupa Birliği bütçesi ve fonlarına ödenen paraların boşa gittiği 23 Haziran 2016 günü yapılacak oylamada, AB’den ayrılmayı (bunlara kısaca Bretagne ve Exit kelimelerinden türetilmiş olan “Brexit” deniyor) savunanların iddiaları arasında yer alıyor.
1 Aralık 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması’nın 49A maddesi AB’ne üye bir ülkenin kendi isteğiyle üyelikten ayrılabilmesini düzenlemektedir.
İngiltere o günkü AET’ne üye olurken 1975 yılında yapılan ve İngiliz halkının %67’sinin evet dediği bir referandumu yine gündeme getirmektedir. Sizler bu yazıyı okurken 23 Haziran referandumunun sonucu belli olmuş olacak. Eski İmparatorluk günlerini ve dış politikasını hayal eden “Brexit”lerin kazanıp kazanmayacaklarını göreceğiz.
Ancak bir barış ve kalkınma projesi olan AB sayesinde 1945’den beri Avrupa’da büyük bir savaşın olmadığı ve her şeye rağmen Avrupa’nın bir refah ve zenginlik bölgesi olduğu da bir gerçektir. (Sığınmacı ve göçmenlerin neden batıya gitmek istedikleri bu gerçeğin bir göstergesidir).
Aslında İngiltere çok tehlikeli bir politik kumar oynamaktadır. İngiliz Başbakanı CAMERON bu tehlikenin farkında olan bir devlet adamı olarak, referandum sonucunun AB içinde kalması şeklinde çıkması için gayret göstermektedir. İşte çoğu zaman olduğu gibi, aşırı milliyetçilik insanın kendi ülkesine zarar vermesiyle sonuçlanmakta. Yakın tarih bu gerçeğin acı örnekleriyle dolu.