Dr. CAN BAYDAROL

Sarkozy’ye açık mektup
 
Türkiye - AB ilişkilerinde bir dönem yaşadığımız kakofoniyi bile arar hale geldik. Her kafadan çıkan uyumsuz sesler bütünü içinde hiç olmazsa ara sıra da olsa doğruya yakın sözler duymak ve gelecek için umutlanmak mümkün oluyordu.

Ardından gelen suskunluk ve durgunluk döneminin hiç kimseye yaramadığı açık. Doğal olarak SARKOZY faktörünün devreye girmesiyle birlikte giderek AB’ye duyulan güvensizliğin kamuoyumuzda haklı olarak yaygın hale gelmesi, ne yazık ki süreci daha da içinden çıkılmaz noktalara sürükleme potansiyelinde…

Bu durgunluk döneminde bazı temel gerçekleri ve özellikle de Bay SARKOZY’nin Türkiye’ye giydirmeye çalıştığı, başta fikrin isim babalarının dahi içeriği konusunda net bir şey söyleyemedikleri “imtiyazlı ortaklık” konusundaki itirazlarımızı dile getirmenin önemli olduğu inancındayım. Bu arada Türkiye’deki bazı aklı evvellerimizin adeta Alman Hıristiyan Demokrat Parti’den ya da Fransa’da SARKOZY’nin onaylayacağı seçim listesinden seçimlere girecekmişçesine, bu fikre yatmaya çalışmalarını ve onlardan önce biz tartışalım hevesine girmelerini bu satırların yazarının anlayamadığının da altını çizmek gerekir. Ya bu fikri benimseyerek kendilerini ilginç bir biçimde ortaya atanların bazı naiflikleri ile dalga geçmek lazım, ya da bu satırların yazarı kendisi ile dalga geçilmeye fazlası ile layık bir naiflik çizgisindedir. Bu yorumu bugünün koşulları içinde yapabilecek bir babayiğitte maalesef benim bilgi dağarcığım içinde bulunmamaktadır.
Gelelim Bay SARKOZY’ye söylemek istediklerimize
1. Yüksek malumları olduğu üzere Türkiye’nin bugün AB adını alan Avrupa bütünleşmesi ya da yapılaşması (construction europeenne) ile macerasının hukuki başlangıç noktası, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması’dır. Avrupa yapılaşmasının o gün için motoru olan AET ile, Türkiye arasında imzalanan anlaşma, taraflar arasında bir ortaklık ilişkisi tesis etmiştir. Yani Sayın SARKOZY, ortaklık meselesi Türkiye için yeni bir mesele, üzerine atlayabileceğimiz türden bir imtiyaz falan değildir. Zira imzaladığımız ortaklık, iki açıdan önerilebilecek her türlü imtiyazı kapsamaktaydı.

2. Öncelikle bu ortaklığın ana hedefi, evet kabul etmek gerekir, biraz muallak olmakla birlikte, tam üyeliktir. Yarım yamalak bir üyelik hedefi yoktur. Bu hedef gerek Anlaşma’nın dibaçesinde (yani gerekçeli giriş bölümünde), gerekse 28. maddesinde açıkça öngörülmüştür. Ve Sayın SARKOZY, bu Anlaşma yürürlüğe girebilmek için yaklaşık 14.5 ay beklemek zorunda kalmıştır. Sebep, zat-ı şahanelerinin temsil ettiği Fransa Devleti’nin Ulusal Parlamentosu’da dahil olmak üzere o günün bütün AET ülkeleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin meclislerinin yapılan anlaşmayı onaylamalarıdır. Diğer ifadesi ile, Ankara Anlaşması, siyasi sonucu olan (finalite politique) tam üyeliğin bir gün gerçekleşmesi amaçlı şekilde onaylanmış ve yürürlüğe girmiştir. Anlaşmadan siyasi sonucunu çıkarttığınız andan itibaren, anlaşma, bu satırların yazarının kafasının hukuk meselelerine kafası erebildiği kadarı ile “kadük” kalır. Sayın SARKOZY, siz doğal olarak De GAULE politikalarını Fransa sınırları içinde ortadan kaldırma arzusunda olabilirsiniz, ama yaklaşık 44 yıl önce ülkenizin altına imzasını attığı bir anlaşmayı başlangıç anından itibaren batıl hale getirecek manevralara girme hakkına falan sahip değilsiniz. Fransız demokratik seçiminin sizi başa getirmesi, ülkenizin uluslar arası yükümlülüklerini ortadan kaldıramaz.

3. Yine Sayın SARKOZY, ülkenizin kabul ettiği ve 44 yıldır ilişkilerimizi düzenleyen anlaşmanın bir başka boyutuna dikkatlerinizi çekmekte yarar görmekteyim. Ankara Anlaşması neden bir ortaklık gerçekleştirmiştir de, bir tam üyelik ilişkisini başlangıç anından itibaren tesis etme yoluna gitmemiştir? sorusuna getirilen yanıt ekonomik içeriklidir. O günlerin Türkiye ekonomisinin, bir AET tam üyeliğini kaldıramayacağı gerçeğine istinaden, anlaşma Türk ekonomisini güçlendirme ikincil gayesi güdülerek kaleme alınmıştır. Yıllarca bu konuyu üniversitelerde öğrencilerime aktarırken, Ankara Anlaşması’nın “asimetrisini” dile getirerek ifade ettim. Bu teknik terime biraz daha açıklık getirmek gerekirse, asimetriyle kast edilen, haklarla yükümlülükler arasında denge olmaması halidir şeklinde tanım yapılabilir. Türkiye bazı hakları önce elde ederken, karşıt yükümlülüklerini yerine getirmesi zamana yayılmıştır. Yani sizin imtiyaz dediğiniz şey, Ankara Anlaşmasında dibine kadar gözetilmiştir. (Eğer imtiyazdan anladığınız buysa!..) Hoş, ülkemizde bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak hoşa giden bir şeydir. Dolayısı ile bazı ideolojik gerekçelerle AET ile ilişkilerimize karşı çıkan bazı aydınlarımız, bu durumu da tersten okumuşlar, “Onlar ortak biz pazar” sloganını Türkiye’nin hafızasına kaydetmişlerdir. Oysa o günler için biz ortak, siz pazardınız… Kendi adıma bu hatadan ötürü özürlerimi sunar, Türkiye’nin kalkınmasında ciddi bir rol oynayan bütün AB sürecine o günler için teşekkürlerimi sunarım.

4. Ankara Anlaşması’nın bugünü ile ilgili yorumlarıma geri dönmeden önce küçük bir ara paragrafa yer vermenin vaktinin geldiği düşüncesindeyim. Biz Türkiye’nin tam üyeliği ile ilgili tartışmayı yaparken, Türkiye’nin, AB’nin ve dünyanın geleceğinin tartışmasını yapmaktayız. Bu noktada da sizinle aynı şekilde düşünmediğimiz gerçek. Bunu saptayalım. Biz tam üye olmak istiyoruz derken, birbirimizi kandırmayalım, AB’nin karar alma masasında oturmak, Avrupa hukukunun ayrılmaz parçası haline dönüşmek ve nihayet AB bütçesine doğrudan katılmak istiyoruz. Sayın SARKOZY, sizin anlayacağınız, Avrupa egemenlik sahasını paylaşmak adına, Avrupa hukukuna giren alanlarda egemen yetkimizi Avrupa egemenlik sahasına devretmekte bir sakınca görmemekteyiz. Ama sizin ifadelerinizden anladığımız kadarı ile, Avrupa hukukunun egemenliği altına girerken, bizim o egemenliği paylaşmamıza sizin rızanızın olmadığı anlaşılıyor ki; emin olun Türkiye’de bazı safdilliler dışında aklı başında hiçbir AB uzmanı kendi ülkesinin egemenliğini bu şekilde ayaklar altına almayı hedefleyen bir projeye gönüllü katkı veremez. Zira bunun en basit ifadesi “vatan hainliği” olur…
O zamanda Türk Ceza Kanunu’ndan 301. maddenin kaldırılması da kimseyi kurtaramaz…
5. Yine Bay SARKOZY küçük bir ara paragrafı da bu bağlamda verelim. Bizim Avrupa bütünleşmesi sürecine katılmaktaki arzumuz emin olun bazı ülkesel ihtiraslarımız adına değil, 21. yüzyılın küreselleşen sorunlarına küresel ölçekte yanıt aramakla ilgilidir. Yoksa sizin ülkenizi işgal etmeye gelecek Polonyalı musluk tamircilerinden sonra Paris sokaklarında döner ekmek satacak Türk girişimcileri meselesi değildir. Konuları bu noktaya çektiğiniz sürece ne yazık ki ülkemizde yeni Avrupa faşizminin giderek yükselen yıldızı görüntüsünü vermektesiniz. Özellikle DNA konusunda yaptığınız retorikler hep başında ciddi devlet adamları görmeye alıştığımız Fransa’ya yakışmıyor. Emin olunuz aklı başında hiçbir Türk vatandaşı, sizin temsil ettiğiniz değerlerin hakim olduğu bir ülkeye gelip yerleşmeyi bir yana bırakın, turistik amaçla bile ziyaret gerçekleştirmez.

6. Neyse, politikayı bırakıp Ankara Anlaşması’na geri dönelim. Ankara Anlaşması’nın Türkiye’nin lehine olan asimetrisi, 1 Ocak 1996 günü itibarı ile sonuçlanmıştır. Bu tarihte yürürlüğe giren 1/95 sayılı Türkiye - AT Ortaklık Konseyi kararı aracılığı ile Türkiye - AT gümrük birliğinin son dönemine geçilmiş, diğer ifadesi ile Türkiye Ankara Anlaşması ve bu anlaşmanın 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’ünden kaynaklanan karşıt yükümlülüklerini yerine getirmiştir. Ama hemen bu noktada itiraf etmek gerekir ki sayın SARKOZY, kötü popülizm bir tek size ait değildir. O sıralardaki Başbakanımız Sayın Ç‹LLER “Gümrük Birliği hakkımızdır, hakkımızı alacağız!” retoriği ile, Türkiye’nin yükümlülükleri ile haklarını birbirine karıştırmak sureti ile tarihimizdeki layık olduğu yeri almıştır. Hoş, diğer siyasetçilerimizin de bilgi birikimleri ve idrakleri itibarı ile kendisinden çok farklı bir görüntü çizdikle