Deniz BAŞIBÜYÜK
TÜGİAD Kanada Temsilcisi
İNSAN KENDİNDEN GİDEBİLİRMİ ?
 
Sevgili Okurum, göç konusunda bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum sizlerle. Son birkaç yıldır göç denildiğinde akla savaş, Suriye, çaresizlik, insanlığın nasıl sınıfta kalışı gelse de, ben göçün daha tuzu kuru olan bir üst modelinden, yıllardır sinsi sinsi, Türkiye’nin de dahil birçok ülkenin içini yavaş yavaş kemiren beyin göçüyle ilgili yazmak istiyorum.
Şu anda Türkiye’nin eğitimli nüfusunda her üç kişiden birinin konuştuğu oldukça güncel bir konu : “tası tarağı toplayıp gitmek konusu”. Güncel hislerimi yazmadan önce, güncelliğini, bir kelimesi ile bile kaybetmeyen, bu konudaki 2003 yılına ait hislerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yıl 2003
Bundan bir süre önce sevgili dostum Nilay; Türkiye’den uzakta, farklı ülkelerde yaşayan ve ülkesine özlem duyan ama bir türlü de Türkiye’ye geri dönmeyen, dönemeyen Türklerle ilgili bir haber projesinden bahsetti.
Bir süre kelimeleri bir araya getiremedim, getirmek istemedim. Tüm okların Batı’yı gösterdiği bu dünya düzeninde; ben Doğu’suz bir Batı’ya inanamıyorum çünkü.
Çünkü küreselleşmenin –ulaşılabilirse- mükemmel bir sonuç olduğuna inanmakla birlikte, insanoğlunun şimdilerde kullandığı yöntemlerle gerçekleşmesi imkansız ve farklı kültürleri yaşatamayacak; dünyayı süratle, farklılıkların değil sadece standartların varolduğu bir köye dönüştürecek yanlış bir hedef olduğunu düşünüyorum.
Ve bunları öyle hafifçe değil; en derinden, tüm kalbimle düşünüyordum.
Buna rağmen neden Kuzey Amerika kıtasındayım?
Tüm kültürleri, farklılıkları eriten bu büyük kazandayım?
Ülkenizin yemeğini, ilişkilerini, dilini, ailenizi, sevdiklerinizi bu kadar özlerken bütün bunları bulamadığınız bu kıtada ne bağlar ki sizi? Özelde benim cevabımın pek bir önemi yok, benim sebeplerim herkesinkinden biraz farklı çünkü. Fakat genelde insanlar neden ait olduğu toprağı bırakır da, maddi ve manevi olarak her anlamda uzak olan topraklarda yeni bir hayat kurmak ister. Birçok kişi için bu sorunun cevabı düzen ve geleceğe risksiz bakma telaşı. Belli bir yaştan sonra hayatın daha ciddi bir yüzüyle karşılaşınca domatesle, manzarayla yada başka tadlarla bu ciddiyeti geçiremeyeceğini düşünenler göç edenler.

Yatırım için arsa aldığında, içinden aniden yol geçirilip arsa büyüklüğünün yarıya düşmeyeceğini, sağlık sigortası yaptırmak istediğinde karşısına çıkan kuruluşlara güvenebileceğini, istikrarlı bir çalışma hayatıyla 3 yılda yada 5 yılda asgari ve azami nerelere gelebileceğini bilmek isteyenler bu yola girenler; çocuklarını güvenle yetiştirmek isteyenler bu kararı alanlar.
Gönül sebepleriyle vatanına bağlı olup da mantık sebebiyle gurbeti seçenlerden oluşan bir kalabalık var bu göç topluluğunda. Bense, Türkiye’nin en genç girişimcilerindenim, kariyer alanım olan İnsan Kaynakları Danışmanlığında Türkiye’nin ilklerindenim. İşimi, üretkenlik, verimlilik ve itibar anlamında mutlak başarı kabul edilebilecek, gerçekleri içeren bir tarihçeyle yürüttüm. Kanada’ya gelmeden önce, şirketimin dünya koşullarında olduğu gibi yıllık kalkınma planları yoktu. 5 yıl sonrası başarılı şirketler için bile bir muammaydı. Kağıt üzerinde yapılan gelecek planları, akademik pratikten öte anlam taşıyamıyordu birçok koşulda. Türk şirketlerini dünya genelinde konumlandırabilmek zorlu bir işti. Özetle Türkiye pazarı şahsına münhasırdı. 12 yıllık bir –yükselen grafiği- sessize alıp, rafa koydurabilecek bir ülkeye gönül bağım vardı. Ama iş insanı olarak vergilerini, sigorta ödeneklerini her ay günü gününe ödeyen şirketlerin 1 gün geciktiğinde %30-40 faiz verdiği bir ülkede 3-5 yıldır sigorta primlerini ödemeyen şirketlerin periyodik olarak “af” edildiği bir ülkeye gönül bağım vardı. Trafik cezası kesildiğinde onu günü gününe ödemeyenlerin yeteri kadar süreyle ceza makbuzlarını biriktirdiklerinde ilk üç aydan sonra faiz eklenmediği için enflasyon sebebiyle ilk 6 ay/1 yıllık süre sonunda ceza tutarlarının eriyip yokolduğu bir ülkeye gönül bağım vardı. Kendi ülkemin para birimiyle açılmış bir hesabım varsa 2 ay içinde yarı yarıya değer kaybedebildiği bir ülkeye gönül bağım vardı. Yeni kurulmuş şirketimin ilk iki yılındaki tüm birikimlerimi ve güvencemi, bir finans kuruluşu battığında kaybettiğim ve hiç bir kurumun bunu telafi edemediği bir ülkeye gönül bağım vardı. Gönül bağım yüzünden, bu ülkede iş kurdum, istihdam sağladım, yurt dışında seminer verdim Türkiye’yi temsil ettim, yazdım paylaştım, yetmedi... (STK) Sivil Toplum Kuruluşlarında uzun yıllar görev aldım. Hala da STK’larda yer almaktayım.
Şikayetin varsa değiştirmeye önce kendinden başla, gerektiğinde otoriteyi zorla, bencil olma, büyük resmin iyiliğine hizmet et düsturuyla çalıştım her zaman.
Türkiye’ye hala gönül bağım var. Dünyanın birçok ülkesini yaşamış, görmüş birisi olarak hala Türkiye’nin -dünyanın en değerli ve önemli bölgesi- olduğunu düşünüyorum.
Eğitimli olan cahili eleştirmemeli, eğitmeli; faziletli olan faziletsiz hakkında konuşmamalı ve faziletsizliği çürütmeli diye düşünüyorum. Uzakta yada içinde Türkiye için üzülmek ya da eleştirmek yerine Türkiye için ufak/büyük ama olumlu, herkes birşeyler yapmalı diye düşünüyorum. Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu düzen, eğitimli insanı, çalışkan insanı, adalete inanan insanı çok fazla korumayacak ve rahat ettirmeyecek bir düzen belki ama düzen değiştirmek için çalışmak ve inanç birebirdir. (28.04.2003)

Yıl 2016
Benim hayatımda birçok şey değişti fakat 2003 yılında yazdıklarım fazlaca değişmemiş. Sadece üzerine eklenenler olmuş. Neler mi eklendi?
Benim küçük hayatımda değişenler şöyle: Bir kız evlat annesi oldum. Birkaç kitap yazdım. Hala vatan özlemiyle yanıp tutuşuyorum. Vs.,
Büyük resimde ise değişenlerin, varolan resme eklenenlerin muhasebesi daha acıklı. Toplum ahlakımızda büyük çatlaklar oluştu. Çocuk tecavüzüyle ilgili yasa tasarıları, ahlaksız tanımının hafifleştirilmesiyle yıkılan değerler ve bunun sonucunda ortaya çıkan adi insanın sokakta hükümdar edasıyla gezebilecek cesareti bulması, 2003 yılından daha net gözlenen kutuplaşmalar ve daha birçok şey eklendi üzerine.
Fakat ben yine de tası tarağı toplayıp gitmek kavramına başka pencerelerden de bakmamız gerektiğini düşünüyorum. İnsan kendinden gidebilirmi ?
Bu soruya cevap arayışını en güzel yürüten platformlar hep felsefe ve edebiyat olmuştur bugüne kadar. En etkili şekilde bu platformlar anlatabilir bize, bireyin vatanı ile kimlik kazandığını. Üstelik böyle olduğunu düşünmek için, milliyetçilik gibi katı bir pencereden bakmamıza bile gerek yok.
Çok uzağa değil, bitkiler dünyasına bakalım. Sadece su ve toprakla beslenen bitkiler bile, çoğunlukla vatanından uzakta yaşayamazken; sadece toprak ve su değil, dil, sosyallik, aile, yemek ve daha birçok kanaldan beslenen insan için “gitmek” eyleminin bu kadar kolay olduğunu kim söyleyebilirki?
Ülkesini reddedenlerin bile, mezar toprağının vatanında olmasını istemesi sadece romantizme indirgenebilirmi? Göçmenlik ve kimlik arasındaki ilişkiyi Henry Roth’un “Call it Sleep” (2004) isimli klasik romanınından da okumak isteyebilirsiniz. “Uykuda Farzet” isimli romanın ismi çok güzel anlatıyor. Sorunlara arkamızı dönüp gidip başka yerde uyumak yerine, kendinden gitmeden, ait olduğun yerde, uyanık kalmakmı? Bu soru üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.
Tüm yazdıklarımızın yazabileceklerimizin özeti üç kelimelik bir soruda toplanıyor çünkü; “ İnsan Kendinden Gidebilirmi ? ”