ARKA BAHÇE Bülent AKARCALI
Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı
Fransız Toplumunun AB Anayasasına
Hayır Demesinin Nedenleri
 
Fransa’da yapılan anketler AB Anayasasına hayır eğilimin %52 oranında olduğunu ve özellikle sağ kesimde var olan ``anayasaya evet Türkiye`nin üyeliğine evettir`` inancının bunda rol oynadığı görülüyor. Fransız halkının Türkiye’nin AB üyelik sürecine girişi karşısındaki bu olumsuz tavrını anlayabilmek için öncelikle Fransız toplumunu ve bu toplumun bazı özelliklerini incelemede yarar vardır.
Ulusal kültürüne sızmış olanbilinçaltı yaklaşımla, dünyada etkisi ve gücü gittikçeazalan Fransa ciddi bir büyüklük kompleksi sorunu yaşamaktadır.
Biz kendimiz için sürekli ‘’biz adam olmayız derken’’ Fransızlar da adeta ‘’bizden büyük yok. Bize sormadan bizden habersiz kimse bir iş yapamaz’’ anlayışındadırlar. Çoğunluk partisi UMP lieri SARKHOZY, kendisine gönderdiğim mektuba verdiği cevapta açıkca ‘’Türkiye gibi bir ülke bizim özel iznimiz olmadan AB’ye üye olamaz’’ demektedir. Bu anlayış ya da şartlanmada, AB organlarının AB’nin diğer üyelerinin, uluslararası hukukun, hatta kendi Devlet Başkanlarının verdiği sözün, imzaladığı belgenin fazla bir önemi yoktur.
Buna karşın Fransa dünya ekonomisinde, politikasında ağırlığı gittikçe azalalırken, J. CHIRAC dışında uluslararası devlet adamı ve politikacı çıkaramamıştır.
Birleşmiş Milletler, Nato, Avrupa Birliği gibi kuruluşlarda uzun yıllardır bir Fransız yönetici çıkmamıştır. Son on yıl için de ister sağ ister sol partilerden olsun, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı gibi makamlar dahil yolsuzluğa bulaşmamış üst düzey politikacı bulmak zorlaşmıştır. İtalya da Yargının siyaseti temizlemek için giriştiği temizlik operasyonlarının benzeri yıllardır Fransız kamu oyunun gündemini işgal etmektedir. Ekonomik, askeri, politik menfaatleri ve ulusal bağımsızlık ile idari geleneksel bakış açışından, Fransa orta ölçekli bir güçtür. Ama elbette global bir güçtür.
Fransa teknolojik alanda kendi sınırlarını zorlamıştır sanayi alanındaki gelişmeleri dikkat çekicidir. Teknik alandaki bu olumlu gelişmeler politik alanda aynengörülememiştir. Uluslararası politikada göstermek istediğiniz imaj ve güç kapasitesinden çok, reel anlamda sahip olduğunuz gücün yansımaları dikkate alınmaktadır. Fransakendisine hedef olarak çizdiğive gerçekleşmesi gücüyle çelişen politikalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının hayal kırıklığını yaşamıştır.
Bunların en önemlileri, sömürge geleneği etkisi ile büyük güçler gibi etki alanlarına sahip olmak isteyen Fransa’nın Hintçini ve Cezayir’de yaşadığı dramlardır. Bu dramlardan sonra Fransa için öncelikli hedef büyük ölçüde Afrika olmuştur. Temelinde dünya gücü olma ve herşeyi kontrol altına alma iç güdüsünün hakim olduğu Fransız politikalarının en büyük rakibi reel anlamda gücü elinde bulunduran Anglo-sakson dünyası olmuştur. Gücüyle orantısız olarak gerçeklesen bu rekabet bir müddet sonra Anglo-sakson dünyasına karsı duyulan kuşku, sertlik, başkaldırma ve daha da önemlisi kuşatılma duygularına dönüşmüştür. Bunda soğuk savaş dönemindeki skandal ve ihanetlerin de etkisi görülmektedir. Cezayir Savaşı nedeniyle 1962 yılı boyunca 700.000 Fransız’ın Cezayir’den kaçırılması nedeniyle halkta oluşan öfke ve aşağılanmışlık duygusuyla karışık derin bir korkunun yansımalarını Fransızların Müslüman dünyasına ve dolayısıyla son zamanlarda AB’ye üyelik sürecinde Türkiye’ye karşı aldığı tavırlarda görmek mümkündür.
Türkiye’ye karşı mevcut çekince ve korkudan kaynaklı bu olumsuz reflekslerin ülkenin tarihinde derin kökleri vardır. Fransa, askeri veya diplomasinin reel gücünün ötesinde tutkuları içeren ulusal bir politikanın esiridir. Bu dış politika Fransa’nın kültürel üniteleri üzerine inşa edilmiş, kendi ulusal kimliğinden oluşan çok kuvvetli bir çerçeveye sahiptir. FransaDünya gücü olma rolüne kendini kaptırmışve hatta bu bir hastalık haline gelmiştir. 1945’ten itibaren 1962’ye kadar, sömürge imparatorluğunu muhafaza etmek amacıyla bir seri ölümcül savaşa girişmiştir. 1962’den itibaren, Quebec ve Afrika’da Fransızca konuşanları korumak amacıyla oldukça yüksek miktarlarda yatırımlar yapmıştır. Sonradan boş olduğunu gördüğü Avrupa’yı Fransız Bayrağı altında toplama girişiminde bulunarak AB’nin temellerini atmıştır. 1966 yılında Amerikan tiranlığı olarak telakki ettiği NATO’yu terk etmiştir.
Bu dönemde, yani 60’lı yıllarda Charles De GAULLE yönetimi altındaki global bir üstünlük gerçekleştirmeyi amaçlayan bu girişimler inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Nopoléon geleneğiyle devam eden bu"Büyük Fransa’’ düşü bizi şu anda en çok ilgilendiren Türkiye karşıtı PolitikacıSARKOZY’nin Fransız iç politikasında istismar edercesine kullandığı siyasi bir slogan ve kavram haline gelmektedir. SARKOZY sistemin aksaklıklarını görmekte ve bunlara neşter vurmak istemektedir. Burada bir parantez açarak SARKOZY ile ilgili bir kaç noktaya değinmekte fayda görülmektedir.

NAPOLEON, DE GAULLE, CHIRAC ve NICOLAS SARKOZY
1955 yılında Paris’te doğan SARKOZY Macar göçmenidir. Aristokrat Katolik bir baba ile Yunan Yahudi asıllı bir annenin çocuğudur. Ancak Yahudilikle ilgisini kesmiş ve kendisini Katolik bir `laik` olarak tanımlamaktadır. Washington`a yaptığı ziyaretler hakkında, Fransız sosyalist milletvekilleri tarafından sorulan sorulara cevap verirken, önce bütün Musevi derneklerince davet edildiğini, sonra Fransa`da 2002 yılında artış gösteren Musevilere yönelik saldırılara karşı alınan önlemleri anlattığını ifade ederek organik olarak kopardığını ilan ettiği Yahudilik bağını fiili olarak sona erdirmediği göstermiş olmaktadır.
Nanterne üniversitesi hukuk fakültesi mezunu SARKOZY, Paris Siyaset Etütleri Enstitüsü’ de (Institut d’Etude Politique de Paris) siyaset bilimi alanında lisans üstü eğitim almıştır. 28 yaşında Paris’in banliyösü Neuilly’den Belediye Başkanı seçilen SARKOZY koyu CHIRAC taraftarı olarak Fransa’nın en genç belediye başkanı olmuştur. Daha sonra yolları ayrılan fakat uzun bir aradan sonra CHIRAC’ın izniyle yeniden UMP’de politikaya atılan SARKOZY, CHIRAC’ın söz verdiği fakat halkı hayal kırıklığına uğrattığı değerleri büyük bir tutkuyla kullanmaktadır: emek, liyakat, aile, dürüstlük, saygı, disiplin, yüreklilik.
Müslüman Fransız toplumunun entegrasyonu için yaptığı öneriler Napolyon’un Protestan ve Yahudiler karşısında aldığı tavırlarla örtüşmektedir. Yani Müslümanları Fransızlaştırmak ve Fransız Müslümanlığını oluşturmak istemektedir. Liberal yaklaşımı, otoriteye karşı olan tutkusu, güçlü bir cumhuriyet taraftarı oluşu ile Bonapartçı yaklaşımın daha yenilikçi, olgunlaşmış ve çok tutkulu yeni bir versiyonu olarak değerlendirilebilir.
Genellikle orta sınıf ve sağın her tabakasına yönelik söylemler üretmektedir. İçişleri bakanı olduğu donemde Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte, SARKOZY suç ve suçlular karsısındaki kati tutumunu sorgulayan gazeteciye verdiği cevap ilginçtir: "Biz unutulmuş Fransızların sesiyiz. Onlara suçlarla mücadele edeceğimizi söyledik. Onlar da bize güvendiler ve seçtiler. Şimdi biz onların güvenine layık olmak zorundayız." Geçekten de SARKOZY büyük bir dirayetle suç ve suçlular karsısında ödünsüz bir politika izlemiştir. Başlarda medya tarafından çok eleştirilmiş ve hatta "Fransa’nın en büyük polisi" (Le grand flic de la France) şeklinde mizahi yakıştırmaların hedefi olmuştur. Fakat politikalarının başarılı olması ile gün geçtikçe halkın SARKOZY’ye olan desteği artmış ve Fransa’da en popüler politikacı olarak yıldızı parlamıştır.
Bonapartçı gelenekten gelen CHIRAC ve SARKOZY arasında kabiliyet, kültür, laiklik, liberalizmin dozu gibi konularda farklılıklar olsa da aynı gelenekten beslenmektedirler. SARKOZY’nin takip ettiği Bonapartçılık daha çok revize edilmiş bir Bonapartçılıktır. Buna göre başarısız bulduğu Fransız ekonomisinin başarılı olan ekonomileri örnek alması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Başarılı olan modeller ise başta ABD olmak üzere daha liberal olan Anglo-sakson modellerdir. Göçmen bir ailenin çocuğu olan SARKOZY yine daha başarılı bulduğu ABD’nin entegrasyon politikalarının başarısına