Av. Cem Murat SOFUOĞLU
Avrupa Birliği Hukuku Komisyonu Eş Başkanı
AVRUPA’DA IRKÇILIK
 
Irkçılık (Racisme) vebaya benziyor. Veba Avrupa’ya Doğu’dan, Çin’den gelerek yayılmış. Irkçılığın da benzer bir süreci var. 16. yüzyılda yeni keşfedilen kıtalardan, Amerika’dan kıtaya getirilen yerlilerin derilerinin, kültürlerinin farklı olması ve ardından 17. yüzyılda ise, geri kalmış vahşilere “medeniyet götürmeye” çalışan Avrupalılar, kendilerinden farklı olan bu insanları hor görmeye ve aşağılamaya başladılar. 19. yüzyılda da bu medeniyet seferberliğinin düşünsel alt yapısı hazırlanmaya başladı. Heinrich von Treitschke, Darwin, Fichte, Gobineau, Eugen Duhring, Chamberlain, Proudhon vb., gibi düşünürler ırkçılığın teorisini kurmaya başlamışlardı bile.

Beyaz adam tarafından sömürgeleşmenin, dolayısıyla yeni keşfedilen yerlerdeki yağmanın sonucu olarak Avrupa’ya bol miktarda altın, gümüş ve paranın girmesi kapitalizmin hızlı bir şekilde yükselmesine neden olmuştu.

Yükselen kapitalizmin doğurduğu ırkçılığın, yaşlı kıtada ilk vurduğu topluluk ise derisi beyaz Yahudiler oldu. İşyeri veya toprak sahibi olmalarına izin verilmeyen, hatta İspanya ve Portekiz’den kovulan Yahudiler sadece para ticareti yapabildikleri yani para sattıkları (o zamanlar bankacılık daha gelişmemiş olduğundan Yahudiler bankaların bir çeşit günümüzdeki işlevini görüyorlardı) için hor görülüyorlar, sık sık kovulup, mallarına el konuluyor, hatta toplu olarak öldürülüyorlardı. Shakespeare’in ünlü “Venedik Taciri”ndeki Yahudi Shylock karakteri de para alıp satan biridir. Ayni eserde, o dönem yani 16. yüzyılda Yahudilerin Venedik’te bir gettoda yaşamak zorunda olduklarını, geceleyin gettonun kapılarının kilitlendiğinin ve dahası, Yahudilerin nasıl aşağılandıklarını görüyoruz. Rusya ise, antisemitizmin zirve yaptığı bir Avrupa devletiydi. Pogrom yani Yahudi katliamı Rusça bir sözcükten gelmektedir. Damdaki Kemancı filminde bu pogromu ve filmin sonunda Yahudilerin yaşadıkları köyden sürüldükleri görülür.

Almanya’nın Nüremberg şehrindeki Aziz Sebald kilisesinin ön yüzündeki kabartmalarda, Yahudilerin nasıl aşağılandıklarını bugün bile görebilirsiniz. Nüremberg’de 1298, 1349 ve 1499 yıllarında Yahudi pogromları yapıldığını, binlerce Yahudinin mallarına el konulduğunu, yağmalandığını, sürüldüklerini bilirsek, ondan yaklaşık dört yüz yıl sonra Nazilerin antisemitik ırk yasalarını neden bu şehirde çıkarttıklarını anlamak daha kolay olur.

İspanyol, İngiliz ve Danimarkalıların ucuz iş günü diye, Amerika kıtasına yönelik yaptıkları köle ticaretini ve buradaki ırkçılığı yazımızın konusu olmadığı için sadece hatırlatıp, bir tarafa bırakıyorum.

2. Dünya Savaşı ile ırkçılığın Avrupa’da zirve yaptığını gördük. Gobineau ve diğerlerinin öne sürdükleri biyolojik ırkçılığın yanı sıra bir de kültürel ırkçılık ön plana çıkmış ve derileri renkli Romanların (öldürülen Romanların sayısı hala bilinmiyor. Yaklaşık 1 milyona yakın olduğu tahmin edilmekte) ve derisi siyah insanların yanı sıra, 6 milyon Yahudi de aşağı ırk oldukları gerekçesiyle Naziler tarafından yok edildi. Yine milyonlarca Rus savaş esiri de sırf Asyalı oldukları nedeniyle ya kurşuna dizildi, ya da esir kamplarında açlıktan öldüler.

Burada hatırlatmamız gereken bir şey var. Naziler bu katliamları yaparken kendilerine birçok Avrupalı Macar, Slovak, Hırvat, Romen, Ukraynalı, Polonyalı, Fransız, İtalyan, Hollandalı yandaş ve işbirlikçi buldular. Bunların bazıları devlet olarak -Macaristan, Bulgaristan, Romanya, İspanya, İtalya, Fransa gibi– Hitler ile müttefik olup, sadece savaşta değil, soykırım ve katliamlarda da beraber hareket ettiler. Yani Avrupa’nın büyük çoğunluğunun bu rezil işte eli temiz değildir.

2. Dünya Savaşı’nın bitiminin hemen ardından çıkan Soğuk Savaş çağımızın vebasını yani ırkçılığı, Güney Afrika ve Rodezya gibi ırkçı yönetimler hariç, halının altına süpürdü ve dondurdu. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte, ırkçılık Avrupa’da yeniden görülmeye başladı. Bu arada, Sovyetler Birliği yıkılırken kötü bir şey yaptı: Batı’yı düşmansız bıraktı.

Yunanlı şair Kavafis’in Barbarları Beklerken şiirinin son mısraları gibi: “Barbarlar gelmedi… Peki, şimdi Barbarlar’sız ne yaparız biz ?”

Yapacak bir şey vardı: yeni bir düşman yaratmak. O da hemen bulundu. İslamiyet.

Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nde El Kaide’nin ikiz kulelere saldırmasından sonra hem bu ülkede, hem de Avrupa’da zaten mevcut olan İslamofobi giderek artmaya başladı.

Osmanlı’nın geçmişte Avrupa’da İslamiyet’i temsil etmesi nedeniyle, birçok Avrupalının zihninde orada yaşayan Türkler, İslamiyet ile özdeş hale geldiler.

Almanya’da kadın, çocuk birçok Türk’ün yakıldığı 1992 yılında gerçekleşen Mölln ve 1993 tarihli Sollingen katliamlarından sonra, 2004 Köln Türk sokağı bombalama eylemi ile 2008 Ludwigshafen kundaklama cinayetleri ve 2000-2006 yılları arasında sekiz Türk’ün Neo Naziler tarafından öldürülmesinin 2011 yılı içinde bir rastlantı sonucu ortaya çıkması Türklere yöneltilen şiddet eylemlerinin başlıcalarıdır.

Almanya’da ırkçı saldırılar sadece Müslüman Türklere karşı değil, zenci Afrikalılar, diğer Müslüman ülkelerden gelen insanlara karşı da yükselmektedir.

Bu arada Romanlar ve Musevilerin de günlük yaşamı, bu ırkçı yükselişten etkilenmektedir.

Kısacası olan o ki, Hitler’in ruhu halen bu ülkede yaşamaya devam etmektedir. 2006 yılında ülke genelinde kayıtlara geçen ırkçı suç sayısı 11 bine ulaşmaktadır.

Türk ve Yahudi toplumlarının temsilcileri ve sivil toplum kuruluşları hükümeti ve yargıyı Neo Nazi şiddetin üzerine ciddiyetle gitmemekle suçlamaktadır.

Neo Nazi şiddet ve aşırı sağcı düşünce ve eylemlerin artması sadece Almanya ile sınırlı bulunmamakta ve Fransa, Danimarka, İsveç, İtalya, Hollanda, İngiltere, hatta komşu Yunanistan’da bile görülmektedir.

Anlaşılan o ki, ekonomik kriz ve globalleşmenin neticesi işsizliğin artması, göçün hızlanması yaşlı kıtada ırkçı şiddet Müslümanlar başta olmak üzere, siyah derili insanlar, Romanlar ve Yahudiler üzerinde yoğunlaşma göstermektedir.

Bu ırkçı yükselişe karşı yapılması gereken, ilk önce ırkçılığa karşı duyarlı olan Avrupa kamuoyu ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılmalı; Türkiye olarak ırkçı saldırıların yükseldiği bu ülkelerin hükümetleri nezdinde harekete geçip, önlem almalarını sağlamak ve bizce en önemlisi bu saldırılara karşı yasal yöntemleri kullanmak ve bireysel davalar açmak ve hatta iyi bir hazırlıktan sonra, örneğin Avusturya’ya karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açmak.

Türkiye uluslararası mahkemelerde yasal yolları çok kullanan bir ülke değil, ama yakın zamanlarda bireysel de olsa yasal enstrümanlar kullanılarak, başarılı sonuçlar alındığı da biliniyor.

Bertolt Brecht, faşizm için “Sanmayın faşizm öldü. Onu doğuran fahişe bugünlerde yine sancılanıyor” demişti. Bizim de çağımızın vebasına karşı hazırlıklı olmamız gerekmektedir.