SİYASİ VİZYON Haluk ÖNEN
ARI Hareketi eski Genel Koordinatörü
Referandum Sonuçlarının Sebebi Türkiye Değil, Ülkelerin Kendi Sorunları ve Anayasa’nın Kendisidir
 
17 Aralık 2004 tarihinde yapılan Avrupa Birliği (AB) Konseyi’nde (Liderler Zirvesi) Türkiye-AB ilişkileri açısından çok önemli ve tarihi bir dönüm noktası olan Türkiye ile müzakerelerin 3 Ekim 2005’de başlaması kararı alındı. Böylelikle neredeyse 50 yıldır devam eden, bir devlet politikası haline gelmiş AB entegrasyonu için çok önemli bir viraj dönülmüş oldu.
Bu karar ilk başta, toplumda genel bir mutluluk havası yaratmıştır. Bugün Fransa’da ve Hollanda’da Avrupa Anayasası’nın, yapılan referandumlarda reddedilmesinden sonra ise aynı havayı ve iyimserliği göremiyoruz. Ortak kanaat, görüşmelerin başlayacağı ama ertesi gün durma noktası kabul edilecek kadar yavaşlayacağıdır.
Anayasa referandumlarının sonuçları Fransa ve Hollanda’nın kendi içindeki bir çok problemini ortaya çıkarmıştır. Bunlardan en göze çarpanı; Avrupa toplumlarındaki derin gelecek kaygısıdır. Fransa’da hayır oyu verenlere bakıldığında; gençlerin, işçilerin ve küçük esnafın bu tedirginliğini görmekteyiz.
Toplumun orta direğinin büyük bir kısmını temsil eden bu yapının, AB’nin genişlemesinden dolayı oluşan ucuz emek gücünden ve söz konusu ülkelere AB standartlarına gelebilmeleri için yapılan kaynak transferinden son derece rahatsız olduğunu tespit ediyoruz. Yıllarca emek verdikleri, büyük siyasal mücadelerle elde ettikleri bir takım sosyal ve ekonomik hakları kaybetmek istemiyorlar. Hakim olan kanı ise; işsizliğe yönelik politikaların uygulanması, yeni teşviklerin yapılabilmesi ve işsizlere yeni beceriler kazandıracak kursların veya eğitim kurumlarına yönlendirilmesi gereken kaynakların, yeni üye olan ülkelere transfer edildiğidir.
Avrupa tarım politikalarını belli bir yapılanmaya oturtmak için harcanan çaba ve emekler göz önüne getirilirse bilgi çağına ve global ekonomiye entegre olmak için aynı biçimde topyekün toplumları fazla sıkıntıya sokmadan, pazar ekonomisinin acımasız rekabet yapısını yaşamadan çözüm üretmek istenmektedir. Bu mümkün mü, bu konuda yorum yapmak şu an için zor fakat bu yönde bir tespit ve arzu mevcuttur.
AB içindeki ülkelerin birbirleri ile ticaret oranı çok yüksektir. Dolayısı ile ekonomik bir entegrasyon ve standart bir yaşam kalitesi yakalanmış durumdadır ve bu noktada halkların itirazı yoktur. AB, halkların desteklediği bir projedir ama tüm bu olumlu gelişmelerin yanı sıra ortak bir tarih ve kültür bağı sadece din konusunda bulunmaktadır. Her ülke için ulusal kimlikleri son noktada çok önemlidir. Siyasal alanda kendi kaderlerini belirleyecek konularda ellerindeki yetkileri veya imkanları kimse ile paylaşmak istememektedirler.
50 yılda oluşan güven hala ülkelerin kaderlerini 25 ülkeden oluşan bir topluluğa ve "Brüksel bürokrasisine" bırakmak için yeterli değildir. AB’nin kuruluşunda etkin olmuş, bu kurumsal yapının oluşması için büyük fedakarlıklar yapmış ülkelerin, daha yeni üye olmuş, kendini ispat etmemiş ülkeler ile güçlerini paylaşması -bir anlamda marjinalleşmeyi göze alması- kolay değildir.
Ekonomik açıdan ve güç dengeleri açısından yeni üyelere tepkili olan ülkelerin kültürel anlamda kendilerinden çok farklı olan Türkiye’ye tepki göstermemeleri anlamsız olurdu. Türkiye konusu her iki ülkenin referandumunda da tartışılan konulardan biri idi ve önemli bir yer tutuyordu. Fransa’da sol kesimde hayırın bayraktarlığını yapanlar, mesela Fabıus üyeliğimize karşıdır. Sağ kesimde evet oyu kullanan SARKOZY de Türkiye’nin AB üyeliğine karşıdır ve sonuç olarak ortak paydaları AB’nin Türkiye’yi içine almamasıdır.
Bu durum Türkiye için ciddi bir sıkıntıdır. Şu argümanlara katılmıyorum:
- "Müzakare uzun bir süreçtir ve bu politikacılar gidecek, yerine gelenlerle anlaşırız."
- Stratejik açıdan bizden vazgeçemezler.
Birinci yaklaşıma cevap vermek gerekirse, sorun sadece siyasetçide değil öncelikle halktadır. Toplum, kendisinden koptuğunu düşündüğü ve hızlı değişme arzusunda olan siyasi sınıfa tepki vermiş ve "beni ikna et ve beni varsay, sonra dünya güç dengelerini düşün" demiştir. Irak savaşında ABD’ye meydan okuyarak, ülkesinin gururunu okşayan CHIRAC’ın popülaritesi yukarıda saydığım sebeplerden dolayı yüzde 25 noktasına gerilemiştir. İkinci yaklaşımda ise şunu diyebiliriz ki; Türkiye ticaretinin yüzde 60’nı AB ile yapmakta ve ülkeye yabancı sermayenin en büyük dilimi AB üyesi olan Almanya, Fransa ve İtalya’dan gelmektedir. Ve elbette AB’ye bu kadar bağlı bir Türkiye’nin bu yapıya sırt çevirmesi beklenemez.
Dolayısıyla AB bizim için de en az onlar kadar stratejiktir. 50 yıllık hayalimizin bu kadar büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmasında bizim suçumuz yok mudur? Kıbrıs’ta referandum sonrası takınılan tutum, nasıl ANNAN Planı’nı tartışılır hale getirmiş ise bugün Türkiye’nin AB konusunda hedef odaklı siyasal, ekonomik ve iletişim alanında hiç bir stratejisi yoktur. Tüm kararlarımızı dışarıdan gelen olumlu veya olumsuz mesajlara göre ayarlıyoruz. Yunanistan da Türkiye ile ilişkiler üstüne politika üreten 12 düşünce kuruluşu varken bizde bir tane bile yoktur. Aynı şekilde AB konusunda çeşitli olasılıkları ve yukarıda saydığım stratejik konuları tartışan kaç tane kurum ve yetişmiş uzman vardır ve bu sayılar bu kadar önemli hedefleri başarmak için yeterlimidir?
Sonuç olarak Türkiye, AB’yi ele alış biçiminde proaktif ve yeni politikalar üretmelidir. Sivil toplum kuruluşları, sivil inisiyatifler insan kaynağı ve iletişim imkanlarıyla AB projesinin öncülüğünü yapacak donanıma sahiptir. Bu süreçte toplumun bütün kesimlerine çok önemli görevler düşmektedir.