Sinem SONUVAR
TÜGİAD Genel Sekreteri
Değerli Elegans okurları ve çok kıymetli TÜGİAD’lı üyelerimiz,
 
Sizleri 14’üncü Dönem Yönetim Kurulu’nun ilk günlerinde TÜGİAD Genel Sekreter’i olarak atanmanın mutluluğu, gururu ve heyecanı ile saygıyla selamlıyor “Merhaba” diyorum.

TÜGİAD’ın en genç ve ilk profesyonel kadın Genel Sekreteri olmanın omuzlarıma yüklediği sorumluluğun bilinciyle Yönetim Kurulumuz, komisyonlarımız ve üyelerimiz ile birlikte başarılı çalışmalara imza atmanın sabırsızlığını yaşıyorum.

Pozitif ayrımcılık perspektifiyle 14’üncü Dönem Yönetim Kurulu’nda görev alan kadın üyelerimizin önceki dönemlere nazaran sayısal olarak fazla olması nedeniyle bir kadın yönetici olarak Derneğimizde renkli ve dinamik bir atmosferin şimdiden oluştuğunu ifade etmek isterim. Kadın girişimciliğinin ve kadınların iş dünyasında söz sahibi olmasının öneminin vurgulandığı bu dönemde böylesi bir oluşumun parçası olmanın memnuniyetiyle TÜGİAD’ın çıtasını el birliği ile yükselteceğimize tüm kalbimle inanıyorum.

1 Şubat 1981 Kuveyt doğumluyum. Kabataş Erkek Lisesi’ndeki lise öğrenimimden sonra başarı bursuyla İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletiştim Sistemleri ile Uluslar arası İlişkiler bölümlerinin lisans eğitimini alarak İletişim Fakültesi’nden birinci olarak mezun oldum. Eğitimime farklı bir boyut katabilmek için Atina Üniversitesi’nde Avrupa Birliği ve Balkanlar üzerine yüksek lisans yaptım. İngilizce, Yunanca ve biraz da Rusça biliyorum. Kuveyt, Yunanistan, Gürcistan üçgeninde hayatımı geçirdikten sonra gerek uluslararası kariyer gerekse zengin kültürel ve görüş olgunluğu ile 2.5 yıl önce Türkiye’ye dönerek TÜGİAD ailesine katıldım. Derneğimize Uluslararası İlişkiler Sorumlusu olarak başlayıp, önce Genel Sekreter Yardımcısı ve sonra da Genel Sekreterlik görevlerine getirildim.

Farklı toplumsal, ekonomik ve siyasi kültürlerde yaşamış ve kariyer yapmış bir genç olarak TÜGİAD markasının köklü geçmişini genç kuşağın dinamizmiyle birleştirerek Derneğimizi geleceğe farklılıkların ve öncülüklerin itici gücü olarak taşımak en büyük hedefim. Derneğimizin yüksek itibarını layıkıyla koruyup, vizyon ve misyonuna göre belirlenmiş hedeflerinin uygulanmasından ödün vermeyeceğim.

Bu göreve beni layık gören başta 14’üncü Dönem Yönetim Kurulu Başkanımız Sayın Ali Yücelen olmak üzere 14’üncü Dönem Yönetim Kurulu’na ve tüm üyelerimize teşekkürlerimi sunuyor, yeni dönemin Derneğimiz için hayırlı olmasını diliyorum. Beraber çalışma imkânı yakaladığım çok değerli Sayın Lütfü Küçük ve Sayın Murat Coşkunkan Başkanlarıma da öncelikle profesyonel katkıları sonra da değerli destekleri için çok teşekkür ederim.

Siz değerli üyelerimize bu sayı itibariyle bu köşeden “Merhaba” deyip mevcut konjonktüre ilişkin görüşlerimi paylaşacağım. Bu sayıda da gündemi uzun zamandır işgal eden çok “sıcak” bir konuyla başlamak istiyorum.

“Eurobirlik mi Euroayrılık mı” ….
Tarih 4 Nisan 2012… /b>
Yer Atina…
“Karnımı doyurmak için çöpleri karıştırmaya başlamadan önce hayatımı onurlu bir şekilde sonlandırmak zorunda kaldım”
Avrupa’nın özellikle de Yunanistan’ın içinde debelendiği ekonomik batağın bilançosu televizyon ekranlarına sarsıcı görüntülerle yansıdı. 77 yaşında emekli bir eczacı, Atina’nın beş yıl boyunca her gün işe gitmek için yürüdüğüm en işlek meydanında başına dayadığı silahı ateşledi. Belki de tüm Dünya, Yunanistan’ın içten içe kaynadığını ve sosyo-ekonomik bir çöküntü yaşadığını intihar eden kişinin geride bıraktığı mektubun yukarıda alıntıladığım satırlarından anladı.

Yunanistan, Avrupa’daki Euro krizinin ilk domino taşıydı. Yunanistan ile devrilmeye başlayan taşlar İrlanda, Portekiz, İtalya ve İspanya’ya kadar ulaştı. 2010 yılında Avrupa Birliği’ndeki (AB ) “Yunanistan Krizi”ne ek olarak “İrlanda Krizi” de eklendi. Her iki ülkenin içine düştüğü aşırı borçlanma ve iflasın ortak para birimi Euro’nun değerini kaybetmeye başlaması ve istikrarsızlığa sürüklemesi kaçınılmaz bir son oldu. Euro’nun ve AB’nin bu yükü nasıl kaldıracağı sorusunu kendime sorduğumda elimi alnıma dayamış ve bir cevap üretememiş olarak buluyorum.

Yunanistan, borcunu borçla kapatmaya çalışırken, sahip olduğundan fazlasını harcadı. Üreten değil tüketen bir toplumsal kültür, disipline olmamış bir ekonomik anlayış ve 30 yıldır izlenen yanlış ekonomik politikalar bu krizi bir sürpriz olmaktan çıkarıyor.

Peki mevcut durum ne?
Yoksulluk, işsizlik, siyasi istikrarsızlık… Hükümetleri düşen hatta yıllardır Parlamentoya adımını atamamış radikal partilerin oy yüzdelerinde inanılmaz artışların yaşandığı Komşumuzun 2013'e kadar 60 milyar Euro’ya yakın kaynak bulması gerekecek. AB’nin baskısıyla her geçen gün yeni kemer sıkma politikalarını yürürlüğe sokan ve bu politikalara karşı artan genel grevler ve Atina sokaklarını sokak çatışmalarıyla dolduran protestocuların gölgesinde kalan bir şehir…

Bütün bunlar yaşanırken Avrupa’nın ekonomik devi Fransa ve pek çok kez dünya ihracatı altın madalyasını almış olan Almanya AB’nin patronluğunu ele geçirmek için bu krizi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladılar bile. Sovyetler Birliği’ne bir tepki niteliğinde doğan AB şimdi kendi içsel çelişkileri ve çatışmaları ile boğuşmaya başladı. Ülkeler arasındaki sınırların zamanla daha keskinleşeceğini şimdiden ufuktan görüyor gibiyim. Bu da akıllara “eurobirlik” mi “euroayrılık” mı sorularını getirmeye başladı. Kim bilir belki de birkaç sene sonra yüksek lisans yaptığım hatta akademik tez yazdığım Avrupa Birliği konusu gelecek kuşaklara tarih kitapları aracılığıyla aktarılacak.

Peki bu tartışmalar içinde Türkiye’nin pozisyonu nedir? Bu sadece Avrupa’nın krizi mi? Yoksa AB üyesi olmayan Türkiye de bu krizden nasibini alır mı? Türkiye, euro bölgesine dahil değil doğru. Türkiye, AB üyesi de değil, o da doğru. Yalnız Türkiye, tam üyelik için müzakeresi devam eden bir ülke. Türkiye, tam üyelik arzusunu her platformda şiddetli bir şekilde beyan ederek AB’nin sadece ekonomik değil, siyasi geleceğine de ortak olmak istediğini deklare etmiş bir ülke. Avrupa’daki resesyonun ve ekonomik durgunluğun Türkiye’yi etkilememesi mümkün değil. AB pazarının daralacağı aşikâr. AB’deki alım gücü şimdiden çok ciddi oranlarda düştüğü gibi işsizlik oranı da son 15 yılın en yüksek seviyesine çıktı. Yunanistan’daki işsizlik oranı yüzde 21, Portekiz’de yüzde 15 ve İrlanda’da ise yüzde 14,7 civarlarında.

O halde bizim pozisyonumuz ne olmalıdır?
İhracat yelpazemizi geliştirmek için bundan daha iyi bir fırsat olamaz. Her kriz bir fırsattır ilkesinden yola çıkarak bu dönemde farklı coğrafyalarla ticari ilişkileri geliştirmekte yarar görüyorum. Yeni pazar alternatifleri olarak da Gürcistan, Kenya, Vietnam, Sri Lanka, Filipinler, Kamerun, Şili ve Benin gibi ülkelerin değerlendirilmesini önemsiyorum. Yalnız işin siyasi boyutuna da değinemeden edemeyeceğim. AB’nin içindeki bu kan kaybını ve güç çatışmalarını iyi değerlendirip ekonomik açıdan daha da güçlenmiş ve Avrupa’daki Türk girişimci sayısını arttırmış bir Türkiye için “Vizesiz Avrupa”nın kapısı aralanacaktır.

Uzun lafın kısası Drahmi’ye geçmek Yunanistan’ı kurtaramaz... Euro’da kalmak da… Titanic’i tekrar yüzdürebilirler mi bilemiyorum ama ben sözlerime çok sevdiğim bir Çin atasözü ile son vermek istiyorum.

“Her ne kadar FIRSAT kapınızı çalsa da, yine de oturduğunuz koltuktan kalkıp kapıyı açmanız gerekir”.