LEVENT PAMUKÇU

Brüksel: Bira Ve Hukuk Türleri Başkenti
 
Herşey 25 Ağustos akşamı gayet romantik bir şekilde başlar: Auber’in “Porticili dilsiz kız” adlı operasını izleyenler, dördüncü perdede ‘kutsal vatan sevgisi’ sözlerini duyar duymaz birden ayaklanır ve kendi çaplarında bir isyan başlatırlar. İsyan devrime, devrimse tüm ülkeye yayılıp ulusal bağımsızlık savaşına dönüşür. Yıl 1830, Belçika işgalci Hollanda’dan kurtulmak için çabalamakta. 4 Ekim’de bağımsızlık ilan edildiğinde çabaların hiç de boşuna olmadığı anlaşılır ve Belçika 7 Şubat 1831 tarihinde o devrin en ilerici anayasasını kabul eder. Tarih kitaplarında pek belirtilmese de, o zamanlar Belçikalılar’ın sadece yüzde birinden daha azı oy hakkına sahiptir; diğerleri de teselli olarak bir yandan hakları için mücadele eder öte yandan da diğer uğraşlarının yanı sıra, geleneklerinin simgelerinden biri olup, bazen meyve veya baldan yapılan, yüzlerce çeşiti olan ve renklerine göre ‘sarışın’, ‘esmer’ veya ‘kızıl’ olarak adlandırdıkları biralarını içerler...

O zamandan beri175 yıl geçti. Toplumunun birliği sayesinde oluşan ülke, anayasasıyla birlikte federalleşip bölündü, ‘Topluluk’ ve ‘Bölge’ adlı federe birimler merkezi yönetimin yetkilerinin büyük bir bölümünü paylaştı. Başkent Brüksel, bu bölünmeyi simgeleyen çeşitli parlamentoların merkezi olmakla beraber, uluslararası alanda gelişen, bir bölünmenin değil tam aksine bir birliğin, Avrupa Birliği’nin de başkenti oldu. Bu yüzden Brüksel hukuk ile kuşkusuz çok özel bir ilişki içinde. Zaten bu alanda oy hakkı genelleşti ve her iki ülkede de diğerinin toplumuyla alay eden fıkralar olsa da, Hollanda’yla ilişkiler düzeldi. Yine de değişmeyen birşey var: Belçika’da ve özellikle Brüksel’de, insanlar halen biraya aşık.

Gelin bu şehri, bira ve hukuk eşliğinde, birazcık gezelim.

Gezimize Schaerbeek’ten başlıyoruz. Brüksel’in bu belediyesinin sakinlerinin kayda değer bölümü Türk, ancak diğer yabancılar gibi ülkenin ekonomisine büyük katkıda bulunmalarına rağmen Türkler’in genel seçimlerde oy hakkı halen tanınmış değil. Bu konuda Belçika Anayasası’nın 191’inci maddesi, Belçikalılar’a tanınan hakların yabancılara da tanındığını, ancak bunların yasayla kısıtlanabileceğini belirtiyor; bu yüzden de söz konusu oy hakkı şimdilik sadece Belçikalı olunarak elde edilebiliyor.

Zaten bu şekilde seçme ve seçilme haklarını kullanmış Türkler sayesinde buradaki partiler Türkler’in varlığını yaklaşık 10 yıl önce ‘keşfettiler’ ve hakettikleri ilgiyi onlara, nihayet, göstermeye başladılar. Bunu kutlamak için ve Schaerbeek’ten ayrılmadan, Ultime Hallucination (‘Son halüsinasyon’) kahvesine uğruyoruz: art nouveau stilin şahane bir örneği olan bu binada size bir blanche (‘beyaz’) birası içmenizi tavsiye ederim: çok hafif, bazen tatlı bile olabilen bu birayı bir limon dilimi eklemeden içmeyin.

Rue Royale’dan (Kraliyet sokağı) ilerliyor, Meçhul Asker anıtını geçip Place Royale’e geliyoruz. Kraliyet Sarayı’nın yanındaki bu meydanın bir köşesinde Cour d’Arbitrage yerleşik: adından belli olmasa da, bu bir anayasa mahkemesi ve kuruluş yılı 1989’dan beri bir yandan, demin bahsettiğim federal devletle federe birimlerin yetkilerini aşmamalarını, öte yandan davatandaşların haklarının yasalarca ihlal edilmemesini sağlıyor. Mahkemenin tam karşısındaki caddede, yine güzel bir art nouveau örneği Old England binasının terasına çıkmadan edemeyiz: hem açık havada Brüksel manzarasını, hem de kirazdan üretilmiş kıpkırmızı Kriek birasını tadabilirsiniz. Çeşitli Kriek türleri var; her zaman bulunmasa da size tavsiyem Kriek Hanssens.

Brüksel’in şehir yapısının bir özelliği, tüm erklerin aynı hat üzerine inşa edilmiş olmasıdır; böylece Kraliyet Sarayı’nın bir tarafında Parlamento, diğerindeyse Adalet Sarayı bulunuyor; isterseniz biz bu tarafa gidelim. Palais de Justice, dünyanın en büyük adalet sarayı ve muhtemelen bu yüzden de zamanında bulunduğu semtin sakinleri tarafından resmen lânetlenmiş: devasa inşaat yüzünden evlerinden olan nice vatandaş binanın mimarına, Fransızca ve Flemenkçe karışımı olan eski Brusseleir dilinde ‘schieven architekt’ yani ‘adî mimar’ lakabını koymuşlar. Bir süre önce, çeşitli mahkemeleri barındıran bu binada bir hakim, diğer bir davadaki hakimin nihaî kararını vermekte geciktiğinden Belçika devletini davacıya tazminat ödemeye mahkum etti.

Kararını vermekte geciken bu hakime kızıp ona ‘adî hakim’ lakabını takmak yanlış olur, çünkü sorun onda değil, Adalet Bakanlığı’na yeteri kadar maddi imkan sağlanmamasında: devlet federalleştiğinden, gayri safi milli hasılanın paylaşımı aksıyor. Adalet Sarayı’nın hemen yanındaki sokaklardaki Marolles semtinin sakinleri bunu çok iyi bilir ve hem bundan yakınır, hem de bit pazarının yakınlarındakı tipik Brükselvarî kahveler olan estaminet’lerde su gibi akan pils birasını içerler.

Neyse, biz Chaussée de Waterloo’dan (Waterloo Caddesi) Brüksel’in en güzel belediyelerinden biri olan Saint-Gilles’e ulaşıyoruz. Diğer belediyelerde olduğu gibi, Saint-Gilles’deki Türkler’in çoğu bu Ekim ayında ilk defa belediye seçimlerinde oy verebilecek. Bunun sebeplerinden biri, yerel seçimlerde oy hakkını Avrupa vatandaşlarına tanımaya mecbur olan Belçika’nın, yukarıda bahsettiğim çıkarcı sebeplerden dolayı AB dışı vatandaşlara da sağlamasından ibaret. Buna rağmen, genel seçimlerde oy veremedikleri gibi, Belçikalı olmayanların belediye başkanı olması da halen imkansız; bu da çok bariz bir şekilde hukukun her zaman mantığa dayalı olmadığını gösteriyor.

Oysa Belediye Binası’nın hemen arkasında bulunan Moeder Lambic adlı kahvede, Belçika biralarıyla dünyanın dört bir yanından gelen biralar arasında hiçbir ayrım yapılmıyor: burada Québec’in Maudite birası da var, Valonya’nın Tripple Westmael’ı da, Delirium Tremens’i de. İster inanın ister inanmayın, bu kahvede bira kokteylleri bile var ve en tutulanlardan biri de şeftali birası karışımlı pêche melbush.

Brüksel gezimizi dilerseniz şu sıralar çok konuşulan Avrupa Birliği’nin kurumlarıyla bitirelim: bunların çoğu, Rue de la Loi’nın (Yasa Sokağı) ucunda bulunuyor. Juste Lipse binası, Konsey’inki; hemen karşısındakiyse Komisyon’un bulunduğu Berlaymont binası. Daha ileride bulunan çeşitli Irish Pub’larda Guinness biralarını içen bazı AB memurları, birkaç yüz kilometre ötede yerleşik Avrupa Adalet Divanı’nın (AAD) AB ile Türkiye arasında fiilî müzakereler başlamadan bile önce aldığı ve bizi yakından ilgilendiren “Dörr” kararından haberdar mı acaba?

Bir Türk vatandaşıyla ilgili bu kararda AAD, daha önce aldığı “Ayaz” ve “Çetinkaya” kararlarına atıfta bulunarak, şunu belirtiyor: AT Anlaşması’nın serbest dolaşım alanındaki 48’inci maddesi sadece Avrupa vatandaşlarına uygulanmasına rağmen, bu maddeye dayalı ilkeler, mümkün olduğu ölçüde, bazı Türk vatandaşlarına da uygulanır. Bu fevkalade önemli gelişme de, Ankara Anlaşması olarak bilinen ve 12 Eylül 1963’te Türkiye ve Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında imzalanan Ortaklık Anlaşması’nın hükümleri sayesinde gerçekleşebildi.

Yukarıda söz konusu Ankara Anlaşması’nın imzası sırasında yapılan demeçlerden biri, oldukça ilginç.

Demeç o zaman henüz Avrupa Birliği olmayan, Avrupa Ekonomik Topluluğu Komisyonu’nun Başkanı Walter HALLSTEIN’ınkidir. Kirk üç yıl önce demecine şu sözleri eklemiş Bay HALLSTEIN:“Türkiye, Avrupa’nın bir parçasıdır”.

Genelde bunu AB vatandaşı arkadaşlarıma, güzel bir Türk birası eşliğinde hatırlatırım.