GÜNTER VERHEUGEN

Avrupa Hepimizin Ortak Kaderidir
 
Ankara’ya ilk defa 1999 yılında gelmiştim. Javier SOLANA ile birlikte Helsinki’den Ankara’ya geldiğimizde, gece geç bir vakitti. Geliş nedenimiz, Türkiye’ye, Avrupa Birliği Konseyi’nin kendisini diğer 12 Avrupa ülkesiyle birlikte eşitlik temelinde AB’ye tam aday ülke olarak kabul ettiğini bildirmekti. Daha sonra Helsinki’ye geri dönerek, Türkiye’nin olumlu cevabını 15 Devlet ve hükümet başkanına bildirdik: işte bu, tarihi bir sürecin başlangıcıydı.
 
Bugün, yani bu olayın üzerinden geçen yaklaşık 7 yıldan sonra, artık AB ve Türkiye müzakere sürecini yaşıyor. Çünkü Türkiye, Türk ulusu, 1999, hatta 2002 yılıyla karşılaştırıldığında kararlı bir değişim sürecinden geçti. Bu süreç sonucunda, Türk insanının gelecek öngörüsünü de değiştirdi.

Bazı analistler birkaç yıl içinde Türkiye’de meydana gelen bu değişime ‘kadife devrim’ ismini veriyor. Dürüst konuşmak gerekirse, böylesi bir kadife devrim dolayısıyla övgüyü hak eden, ileri görüşlü siyasi liderleri, TÜSİAD’ın da aralarında bulunduğu iş dünyası, insan haklarına saygılı ve azınlık haklarının garanti altına alındığı tam anlamıyla işleyen bir demokrasi için yüreklerini ortaya koyan insanları ile, Türkiye’nin kendisidir. Bundan ne AB, ne Komisyon ne de ben kendimize paye çıkartabiliriz. Bizim yaptığımız şey sadece Türkiye’de süregelen reform sürecine destek için, yardım eli uzatmayı teklif etmek olmuştur. Bunu, ortaklık yoluyla, Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak Avrupa tarihinden çıkartılan dersleri paylaştığı inancıyla,dürüstlükle ve Türk halkının kendi geleceğini daha iyi kılma becerisine güvenerek yaptık.

Peki bu dersler nelerdir?
60 yıl kadar önce Avrupa kıtasının büyük bir bölümü, Alman faşizminin bir sonucu olarak insanlığın yaşadığı en büyük trajedilerden biri olan II. Dünya Savaşı’nın yaralarıyla karşı karşıyaydı. Avrupa entegrasyonu siyasi projesi, hayatını kaybetmiş, yerinden edilmiş milyonlarca insanın, neredeyse ortadan kalkmış Avrupa Yahudi cemaatinin acı hatıraları henüz tazeyken; yıkımın tam ortasında, nefret ve suçluluk ortamında ve tabii ki doğu-batı bölünmesinin ufukta belirdiği bir dönemde başladı. O acı günlerde, Avrupa entegrasyonu Avrupa’nın batısı için istikrarlı bir gelecek ortaya koyduğunda, ve Türkiye, 1949’da Avrupa Konseyi’ne katıldığında bu ülkenin yerinin Avrupa’nın özgür bölümü olduğuna dair hiçbir şüphe bulunmuyordu.

Mart ayında, aynı değerlerle, aynı haklarla, aynı görevlerle ve aynı siyasi amaçlarla bir arada bulunan 27 Avrupalı ulus için barış, istikrar ve eşit fırsatlar yolunu açan Roma Antlaşması’nın 50. yılını kutlayacağız.

Gerçekten de Avrupa entegrasyonu, demir perdenin ortadan kalkmasından bu yana kıtanın büyük bir kısmının görünümünü ciddi bir şekilde daha iyiye doğru geliştirdi ve şimdi de Avrupa’nın bölünmüşlüğünün yarattığı yaraların sarılmasına yardımcı olacak.

Ancak antlaşmalarda ortaya konulan Avrupa’daki bölünmüşlüğü ortadan kaldırma misyonu, henüz tamamlanmış değildir; Avrupa Birliği’nin kapıları yapay bir şekilde kapatılmış değildir. Tam aksine kapılar, Batı Balkan ülkeleri ve Türkiye için net ve müzakere edilemeyen koşullar çerçevesinde açık tutulmuştur. Kim olursa olsun, AB’nin kapısından girmek isteyen herkesin Avrupa tarihinin temel dersini eksiksiz olarak benimsemesi gerekir: bu; sürdürülebilir barış, istikrar, refah, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına tam saygı, azınlıkların korunması ve iyi komşuluk ilişkileri dersidir. Türkiye’den beklentilerimizin temelinde işte bunlar yatıyor. Türkiye ile ilişkilerinde AB işte bu adımları desteklemek konusunda kararlı. Tüm kalbimle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin haklı gerekçesini yinelemek istiyorum. Biz burada bir hayır işi veya Türkiye’ye bir iyilik yapıyor değiliz. Bu tarihi proje, her iki tarafınçıkarlarına hizmet etmektedir; çünkü bu, günümüzün ve yarının getirdiği acil sorunlara ve zorluklara yanıt veren bir projedir. 21. yüzyılın dünyasında, tam bu noktada tehlike altında olan birçok şey söz konusuyken, AB’nin bir “çıpa” olarak; yani, dünyanın en istikrarsız ve en sorunlu bölgelerine istikrar ve demokrasi ihraç eden bir ülke olarak Türkiye’ye ihtiyacı vardır.

Basın ve medya hergün bize dış politika alanında karşımızda duran ortak güçlükleri hatırlatıyor: ister İran, Irak, Orta Doğu, enerji krizi olsun isterse tüm İslam dünyasıyla diyalog gibi konular olsun Türkiye, özel bir rol oynayabilir ve bölgenin istikrara kavuşturulmasında Avrupa Birliği’nin kapasitesini geliştirebilir. Türk diplomasisi Orta Doğu’da çok faal; Türk Silahlı Kuvvetleri de Lübnan, Afganistan ve Balkanlar’da AB üye devletlerinin silahlı kuvvetleriyle birlikte görev yapıyor.

Karşılıklı ekonomik bağımlılık da AB-Türkiye ilişkilerinin bir diğer itici gücünü oluşturmaktadır. AB, Türkiye’nin önemli bir ticaret ortağıdır; diğer taraftan Türkiye de AB’nin ticaret ortakları arasında 7. sırada yer almaktadır. AB’nin Türkiye’deki yatırımları, yıllar geçtikçe ciddi oranda büyümekte. Şu anda Türkiye’de AB sermayesine dayalı 7500’ten fazla şirket bulunmakta. Bu ay içinde Türkiye’ye, Vodafone ve Renault ile 1.1. milyar Euro’yu aşan bir ek yatırım söz konusudur. AB’deki on binlerce iş imkanının Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına; Türkiye’de iş imkanı yaratmanın da AB ekonomisiyle seri ve artan bir şekilde karşılıklı bağımlılığa dayanacağı bir noktaya doğru ilerliyoruz.

Önümüzdeki dönemlerde Türkiye ile ilişkilerimizin yoğunlaşacağı bir alan da enerjidir. Türkiye her geçen gün, Orta Asya, Orta Doğu ve hatta Kuzey Amerika’dan Avrupa’ya yönelik tedarikler açısından daha önemli birenerji noktası haline geliyor. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının bu yıl tamamlanması, arz güvenliği ve Hazar petrol rezervlerinin harekete geçirilmesi bağlamında büyük bir adım teşkil etti.

Türkiye aynı zamanda uyuşturucu madde kaçakçılığı, insan ticareti, organize suç ve yasadışı göç konularında da Avrupa Birliği’nin önemli bir ortağıdır.

Avrupa hepimizin ortak kaderidir. Kemal Atatürk Türkiye’nin geleceğini, modernite, güç ve refaha giden yolu Avrupa’da görmüştür. Bu stratejik vizyon o günden bu yana değişmemiştir. AB’ye üyelik bütün Türkler için daha yüksek demokratik standartlar ve insan hakları anlamına gelmektedir. Türkiye son yıllarda bu yönde son derece etkileyici bir ilerleme kaydetmiştir. Bununla birlikte ifade özgürlüğü, kadın hakları, sendikal haklar, kültürel haklar ve ordunun sivil denetimi konularında birlikte çalışmaya devam etmemiz gereklidir. AB’ye üyelik aynı zamanda daha fazla refah ve küresel tehdit ve zorluklara karşı güçlerimizin birleştirilmesi anlamına gelmektedir.

İşte tüm bu nedenler temelinde, Türkiye’de reformların Türkler tarafından Türkiye için yapıldığını söyleyen Dış İşleri Bakanı Sayın GÜL’e sonuna kadar katılıyorum.

Türkiye sürdürdüğü reform sürecinde Avrupa’nın yardımına güvenebilir. AB Türkiye’deki reform sürecine önemli ölçüde mali destek sağlamaktadır; örneğin, geçen yıl Komisyon tarafından finanse edilen ve Türk yetkililerce yürütülen katılım öncesi programlar, geri ödemesiz hibelerde yıllık 500 milyon euro sınırını aşmış, Avrupa Yatırım Bankası’nın onayladığı kredilerin tutarı 2 milyar euro’nun üzerinde olmuştur. Türkiye’deki AB destekli programlar hemen hemen bütün sektörlerle ilgilidir: altyapı, çevre, mevzuat ve ekonomik reform, iş geliştirme, eğitim, sağlık, yargı reformu, sivil toplum, kültür. Son 6 yıl içinde AB desteği, dört katına çıkmıştır. Daha da önemilisi, önümüzdeki yıllarda daha büyük artışlar olması planlanmaktadır. İnsan desteği ve tavsiyelerle de Türkiye’ye yardımcı oluyoruz. Bir diğer ilginç nokta da, Avrupa Komisyonu’nun tek bir ülkeden sorumlu en büyük delegasyonu, Komisyon’un Ankara’daki Delegasyonudur.

Dinlemeye, işbirliğine ve AB ile Türkiye arasında daha iyi bir anlayışın oluşturulması için çalışmaya hazırız. AB ile Türkiye’nin, özel bir takım konular veya gazetelerin başlıklarını meşgul eden geçici sorunlara değil ilişkilerin geneline odaklanmaları gereklidir. Devam eden ilişkimizin etkileyici düzeydeki enerjisi ve canlılığının tam anlamıyla farkında olmamız da hayati bir önem taşımaktadır. Karşılıklı anlayışın geliştirilmesi açısından büyük önem taşıyan kültürel alanda ilginç fırsatlar söz konusudur: örneğin “İstanbul - 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti” buluşmasını ele alalım. Bu etkinlik, Türkiye’nin sahip olduğu zengin çeşitliliğiyle sunulması bakımından büyük bir fırsat olarak görülmelidir.