ZİRVE Ali Nasuh MAHRUKİ
AKUT Başkanı
İnanç sistemlerimizin doğaya etkisi
 
Çevre konuları dünyanın gündemine geniş anlamıyla 1990’lardan sonra girmeye başladı. Bugün yaşadığımız bir çok çevresel sıkıntının özünde aslında çevrenin insan hayatı ve doğal denge için tartışılmaz öneminin farkına geç varılması yatıyor. Çevrenin ve doğanın korunmasının, aslında dünyanın ve insanın, hatta hayatın korunması için en temel gereklilik olduğu ne yazık ki çok geç farkedildi.

Çoğunuz duymuşsunuzdur; Everest Dağı’nın üzerindeki çöp ve kirlilik sorununu. Hatta belki de doğayı ve dağları sevmesi beklenen dağcıların neden bu kirliliğe sebep olduklarını ve dünyanın en yüksek dağını nasıl olup da çöplüğe çevirdiklerinimerak etmişsinizdir.1995 yılında Everest Dağı’na tırmanmayı başaran ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı olarak bu konuda gözlemlerim olmuştu. 1990’larda başlayan çevre konularındaki duyarlılıkla birlikte benim dönemimdeki dağcılar zaten boş oksijen tüplerini, çöplerini geri indirmeye başlamışlardı, hatta 2000’lerle birlikte 1970’lerden 80’lerden kalan çöpleri toplamaya, bu amaçla özel ekspedisyonlar düzenlemeye bile başlamışlardı. Sorun 1990’lar öncesindeki yanlış bilinenler ve hatalı yaklaşımlardan kaynaklanıyordu. Sadece dağcılar için değil, tüm dünya için... Konunun sadece yeşili koruyalım, ağacı sevelim, çöplerimizi bırakmayalım, çevremize saygı duyalımın çok ötesinde, insan için yaşamsal öneme sahip temel bir zorunluluk olduğunu sadece dağcılar değil tüm dünya çok geç fark edebildi.

Kızılderili Reisi Seattle’ın 1854 yılında ABD Başkanına yazdığı mektupta çok derin ve güçlü, bilgece ifadeler vardır. Bir cümlesini almak istiyorum;
“Beyaz adam anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; bu toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir.”

Bir Kızılderili atasözü ise şöyle der;
“Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirletildiğinde, son balık tutulduğunda beyaz adam paranın yenmeyeceğini anlayacak.”


Seattle’ın ünlü mektubundaki son cümlesi ise şudur;
“İşte o gün, insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak.”
>br<
İnanç sistemlerimizin doğaya etkisini daha doğru anlayabilmek için öncelikle insanın dinle ilişkisini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çevre veya doğa diye tanımladığımız çevremizdeki herşeyle, dünya, hayat, denizler, dağlar, bitkiler, hayvanlar, atmosferle olan ilişkimiz, kısaca hayat ve hayata karşı duruşumuz, yaklaşımımız ve bu ilişkimizin şekli, köklerini, insan yaşamını organize etme konusunda tartışılmaz olarak çok güçlü bir yeri olan din olgusundan alıyor.

İsveçli yazar Rolf Edberg sorunu şöyle tanımlıyor;
“Yanlışlık şuradadır, olasılıkla biz kendimizi büyük ve bölünmez bütünün bir parçası olarak görmeyi başaramadık. Uzun zaman yaşamlarımızı; – Tanrı bizi, denizdeki balıklara, havadaki kuşlara ve dünya üzerindeki hareket eden her canlıya hakim kılmıştır – düşüncesine bağlı olarak yönlendirdik. Dünyamızın bize ait olmadığını, aksine bizim ona ait olduğumuzu anlamayı bir türlü başaramadık.”
Bence 21. yüzyılın başlarında farkına vardığımız bütün bu çevre ile ilgili küresel sorunların özünde, doğaya karşı insanı yerleştirdiğimiz bu kibirli ve küstah konumlandırma yatıyor. Bunun da yine sebebi, Tanrı ile kul, yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkinin, anlaşılmaz bir şekilde tamamen 180 derece yanlış bir yorumlamayla sevgi yerine korku üzerine inşa edilmesinde yatıyor. İnsanlara birliği, sevgiyi, güzelliği, huzuru, barışı ve ebedi mutluluğu vaat eden dinlerin, nasıl olup da bu kadar karmaşaya ve kötülüğe yol açabildiğini, etrafımızdaki bütün bu çatışmaların, acıların, savaşların din üzerine ve Tanrı adına inşa edilebildiğini anlayabilmek mümkün değil.

İnançlarımızın doğaya olan bakış açımıza olan etkisini değerlendirirken, bence anlaşılması gereken en temel konu, peygamberlerden sonra dinlerde düzeni sağlamak ve öğretiyi yaymak amacıyla oluşturulmuş kurumların ve ruhban sınıfının, kendi dinlerini diğerlerinden ayrı konumlandırmaları ve sadece diğer halklara karşı değil, kendi içlerinde bile keskin bir bizden ve bizden olmayan ayırımcılığını dinlerinin temeline yerleştirmeleri yatıyor. Bu ayrımcı yaklaşımlarıyla da dinlerinin mesajını, Tanrı’nın gösterdiği gibi sevgi ve bütünlük üzerine değil de suç, ceza, günah ve korku üzerine kurgulamaları insanları birbirlerinden uzaklaştıran en önemli yanlış anlama oluyor. Din ve inanç öyle bir hale getirilmiştir ki, kurumlaşmış ruhban sınıflarına kralları, sultanları bile korkutacak bir kudret vermiştir. Öyle ki Ortaçağ Avrupasındaki Engizisyon Mahkemelerinin insanlığa sığmayacak işkencelerinden yüzlerce yıl sonra Papalık makamı, din adına kendi kurumları tarafından yapılan bu vahşetler yüzünden resmi bir özür yayınlamak zorunda kalmıştır.

İşte bu anlayış ve bu anlayışla doğaya, hayata, Tanrıya, dünyaya ve insana karşı alınan tutum ve davranışlar, yüzlerce yıl sonra küresel iklim değişikliği adı verilen, kayıtlı insanlık tarihinin en büyük ve en korkutucu tehditinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnsanoğlu kendisini doğadan ayrı bir varlık olarak konumlandırdığı için, doğayı her istediği gibi ve ölçüsüzce tüketebileceği sınırsız bir kaynak olarak algılıyor. İnsana dilediği gibi tüketmesi için verilen, dolayısıyla diğerlerinden de daha hızlı davranarak bu talanda daha fazla ele geçirmesini sağlayacak her yolu mübah sayan bu anlayışın, eninde sonunda bir çıkmaza gireceğini öngörmek için hiç de uzmanlığa gerek yok. İnsan nüfusunun katlanarak artması ve teknolojideki gelişmelerle birlikte dünyamızın kendisini yenileyebileceğinden daha hızlı tüketebilmesi, insan ve doğayı birbirinden ayrı konumlandıran algıyla birleşince, sadece bencil hırslarına ve isteklerine odaklanan ve geleceği hesap etmeyen bir yaşam biçimi oluşmuş. Bu yaşam biçiminin anlık zevkleri yüksek olmakla birlikte sürdürülebilir olmadığı açıktır.

İnsanlar ve halklar üzerindeki egemenliklerini korumak için aslında bir sevgi ve birleştirme, bütünleştirme yolu olması gereken dinleri, içindeki sevgi özünü unutturup korkuya ve korkutmaya dayalı ödül ve ceza gibi basit bir mantığa indirgeyerek, insanlar üzerinde birkorku egemenliği kurmak amacıyla Tanrı’nın sevgi yolunu bir korku kültürüne dönüştürmek, tarih boyunca sadece ve sadece aradaki ruhban sınıfa ve onlarla gücünü ve emellerini birleştiren yönetici elitlere yaramıştır. Başka türlü olması da mümkün değildir zaten, dini yozlaştırmanın, Tanrı’nın birlik ve sevgi yolundan uzaklaştırmanın mutlaka bir bedeli olacaktır. İşte tarih boyunca yaşadığımız savaşlar bir yana, bugün küresel iklim değişikliği süreciyle bence bu kez en ağır bedelle karşı karşıyayız.

Doğaya ve çevreye saygı duymak bir yana, sadece rengi, ırkı ve milleti farklı diye diğer insanlardan kendimizi ayrı konumlandırmışız ve her yaptığımızda biz ve onlar ayırımına gitmişiz. Kızılderililer ve kendilerini doğanın bir parçası olarak konumlandıran doğu halklarının bir bölümü gibi doğaya ve çevreye bütüncül bakış açısıyla ve içten ve inançlı bir saygı ve sevgiyle yaklaşamamışız.

Bütüncül bakış ve sevgi kültürü beraberinde güzelleştirmeyi, korumayı, sahip çıkmayı, daha iyi yerlere taşımayı ve sevdiğimiz şeyin mutluluğundan ve başarısından mutlu olmayı da getirir; hatta onun için kendini feda etmeyi bile... Dinlerin özündeki sevgi, varolan herşeye karşı içten ve inançlı bir sevgi ve sorumluluk duygusunu geliştirir. Biz Anadolu görgüsüyle, Yunus Emre’lerin, Mevlana’ların, Hacı Bektaş-ı Veli’lerin “yaradılanı sevdik yaradandan ötürü” öğretisini şiar edinmiş bir milletiz. Allah sevgimizi, Allah’ın yarattıklarına karşı bir sevgi olarak somutlaştırırız duygularımızla ve davranışlarımızla. Doğaya saygılı şamanik eski Türk gelenekleriyle İslamiyeti kendine özgü yorumuyla Anadolu’da birleştirebilen Türkler, yüzlerce yıl çok geniş bir coğrafyadakendine bağlaşık yaşayan milletlere, o günün şartlarına göre barış, refah ve güvenlik geti