ESTEL GÜRDOĞAN

Türkiye’de Uluslararası Borçlanmalar Ve Kredi Piyasaları
 
Global likiditenin Türkiye’nin de içinde yer aldığı ülkeler grubundan vazgeçmeyeceği ve Ortadoğu’da artan risklerin Türkiye’nin ülke risk primini arttırmaması durumunda kredi piyasalarının derinleşmesi ve borçlananlar lehine destek bulması kaçınılmazdır.
 
Uluslararası likiditenin yönünü gelişmekte olan ülkelere çevirmesi, düşük faizle fon sağlayan yatırımcıların Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişen ülkelere yatırım amaçlı (FDI) ve plasman için gelmeleri 2005 yılında hızlanarak, söz konusu kredi fiyat eğrilerinin yönünü aşağıya çevirdi. Bu süreçte, spesifik bakmak gerekirse, Türkiye’de alışılagelmiş sendikasyon ve seküritizasyon yoluyla çekilen yurtdışı fonların yanısıra kredi piyasasında yeni yapıların oluşumu farklı kanallardan yatırımcıları çekme sürecini destekledi.

Sendikasyon ve seküritizasyon kredileri aracılığı ile yurtdışı bankalardan fon sağlayan Türk bankaları, 2006 yılında toplamda 20 milyar dolardan fazla ve değişen vadelerde borçlanma gerçekleştirmişlerdir.

Büyük bankaların 1 yıl vadeli kredilerini baz alırsak, 2004 Aralık ayına oranla 2 yıl içinde yaklaşık %140 civarında bir iyileşme sağlamışlardır. Buna karşılık, 2006 Mayıs-Haziran döneminde piyasalarda yaşanan dalgalanma, özellikle kısa vadeli uluslararası borçlanma enstrümanı olan sendikasyon kredi fiyatlarının düşüş trendini belli ölçüde frenlemiştir. Borç veren bankalar, marjların daralmasını sözkonusu sendikasyon kredilerinde vade uzatımına giderek telafi etmeye çalışmışlardır. Başka bir bakış açısıyla, daralan marjlar, bir noktada kaldıraç görevi görmüş, sözkonusu krediler aracılığıyla Türk bankalarına 3 yıla kadar uzayan vade avantajı olarak geri dönmüştür. Uluslararası kredi veren bankalar açısından bakıldığında ise, vade uzatımları düşen fiyatlama eğrisine bir çözüm olarak algılanabilir.

2005 yılının ikinci yarısından itibaren hız kazanan özelleştirme projeleri, satın alma ve proje finansmanı gibi ürün çeşitliliğini beraberinde getirdi. Sözkonusu ürünler, farklı uluslararası yatırımcıların Türkiye’de uzun vadeli risk almalarında önemli rol oynadı. Son dönemde gerçekleştirilmiş 1,6 milyar dolarlık Erdemir’in Oyak Grubu tarafından satın alınmasına yönelik yapılandırılan finansman, Tüpraş’ın Koç Grubu tarafından satın alınmasına yönelik finansmanlar örnek olarak sayılabilir.

Uluslararası bankaların liderliğinde yapılandırılan krediler daha önce sıklıkla karşılaşmadığımız vade ve finansman yapısına sahip olmasına rağmen, likidite bolluğu ve yabancı sermaye ilgisi nedeniyle rekabetçi maliyetlerle yapılandırıldı. Birincil piyasada sendikasyon aracılığıyla yerli ve yabancı bankaların katılımıyla alınan kredi riskleri, Türkiye’de daha önce alışık olmadığımız ikincil kredi piyasası işlemlerinin yolunu açtı. Özellikle bu tarz işlemlerde ön saflarda yer alan yabancı bankalar açısından sorun teşkil eden ülke limiti engelini aşmak, riski dağıtmak ve yeni kredi risklerini üstlenebilme arayışı Türkiye’de ikincil kredi piyasası işlemlerini arttırdı. Gerek özelleştirme gerekse yeniden yapılandırma tarzı büyük finansman paketlerini de içeren yapılandırılmış finansman ürünlerini hazmetme kapasitesine ve teknik donanımına sahip özellikle Avrupa ve ABD bankalarının başı çektiği uluslararası ticari ve yatırım bankaları, potansiyel işlemlerin şekillenmesinde oldukça aktif rol üstlenmişlerdir.

Bazı projelerde büyük Türk bankalarını da yanlarına alarak piyasalara girişi kolaylaştıran bankalar, akabinde üstlendikleri büyük finansman paketlerini menkul kıymetleştirerek ya da direkt kredi transferi yoluyla Türkiye riski almaya hevesli, yerli ve yabancı kurumsal yatırımcılara sunmaktadırlar. İkincil kredi piyasası işlemlerinin artması piyasada finansman kapasitesinin büyümesine ve etkinleşmesine yol açmıştır.

Son döneme kadar çalıştıkları firmalara birebir kredi verme kültürüyle faaliyet gösteren yerli bankalar gerek bankacılık sektöründe yabancı payının artması gerekse Türkiye’de direkt kurumsal kredi riski almak isteyen yabancı bankaların piyasalara girmesiyle artık sendike kredilere katılmaya ve hatta kendi müşterileri için sendikasyon kredisi düzenleyerek yerli ve yabancı bankaları konsorsiyuma davet etmeye başlamışlardır. Ortak yapılandırılan dokümantasyon, teminat yapısı ve uluslararası kredi kültürü Türk bankalarına yabancı sermayenin beraberinde getirdiği bilgi transferi, katma değeri olarak da görülebilir.

Kreditör ve likidite bolluğunun yarattığı rekabet ortamı daha çok borç alanların -en azından şimdilik- lehine sonuçlanmaktadır. Bunun doğruluğu, Mayıs-Haziran 2006 döneminde yaşanan dalgalanmalarda test edilmiştir. Öyle ki risk priminin artmasıyla yukarı yönlü hareketlenen nominal faizler, kredi piyasalarında aynı yankıyı bulamamış ve dalgalanma öncesi seviyelerine hızla gerilemiştir. Bahsi geçen, kredilerin uzun vadeli ve proje alacaklarıyla teminatlandırılan kredileri de içeriyor olması, orta ve uzun vadede Türkiye’ye duyulan stratejik güveni yansıtması açısından önem arzetmektedir.

Global likiditenin Türkiye’nin de içinde yer aldığı ülkeler grubundan vazgeçmeyeceği ve Ortadoğu’da artan risklerin Türkiye’nin ülke risk primini arttırmaması durumunda kredi piyasalarının derinleşmesi ve borçlananlar lehine destek bulması kaçınılmazdır.

Önümüzdeki dönemde yapılandırılmış finansman işlemlerinin araladığı kapının “private equity” işlemleriyle devam etmesi mümkün görünüyor. Bu çerçevede, İstanbul’da uluslararası “private equity” firmalarının temsilcilikleri açılmaya başlandı. Sonuç olarak beklentiler siyasi ve bölgesel risklerin etkisi altında kalmaz ise, kreditörlerin farklı ürün ve yapıda, alternatif krediler aracılığıyla Türkiye’ye kaynak aktarımının devam etmesi beklenebilir.