Av. Cem Murat SOFUOĞLU
Avrupa Birliği Hukuku Komisyonu Eş Başkanı
Yeniden Avrupa Birliği
 
Avrupa’ya Ortadoğu ülkelerinden -özellikle Suriye’den- gelen mülteci akını; bu bölgedeki sıcak gelişmeler ve Rus uçağının düşürülmesi sonrasında, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yaklaşık 8-9 yıldır donmuş bulunan ilişkiler yeni bir ivme kazandı.

Bu olayların neticesinde her iki taraf da birbirine ihtiyacı olduğunu ve çıkarlarının işbirliği yapmakta olduğunu anladı.

Olaya Türkiye açısından bakarsak, Avrupa ile işbirliği yapmak için önce tarihe bir göz atmak gerektiği düşüncesindeyiz. Bunun için de çok derin bir tarih bilgisi gerekmiyor. Lisede öğretilen tarih bilgisine sahip biri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e kadar yöneticilerin siyasetinin hep Batı’ya doğru olduğunu bilir. Hatta bu durum Türklerin Anadolu’ya girdikleri 1071 yılından bu yana hep böyle olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu kurulduğundan itibaren hep Batı ile ilgilenmiş, Batılı ülkelerle savaşırken, düşmanına karşı yine Batılı ülkelerle ittifak yapmıştır. Örneğin Fransa, İsveç, İngiltere krallıklarıyla, Avusturya, İspanya, Rusya gibi düşmanlarına karşı ittifak yapmış, anlaşmalar imzalamıştır. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nda birbiriyle savaşan Batılı sanayileşmiş ülkeler arasında, Almanya’nın başını çektiği safta yer almıştır.

Osmanlı İmparatorluğu asla bir Doğu ülkesi, örneğin İran ile ittifak yapmamış, hatta 1639’da Kasrı Şirin Antlaşması’ndan sonra İran ile savaşmayı kesmiştir.

Buna göre, aşağı yukarı kesintisiz şekilde yakın bir zamana kadar Türkler, Avrupa uygarlığının içinde kah savaşarak, kah ittifaklar kurarak yer almıştır.

Bu arada Avrupalıların kendi aralarında yaptıkları savaşların, Türklere karşı yaptıkları savaşlara oranla çok daha fazla ve çok daha kanlı olduğunu belirtmek isteriz.

Son iki yüzyıldır Osmanlı İmparatorluğu onun üzerinde savaş yaptığı ve 1711 Prut savaşı hariç hep yenildiği Rusya’ya karşı zaman zaman, yine Batılı ülkelerle işbirliği yapmış ve Kırım Savaşı’nda bu sayede galip olarak masaya oturmuştur.

Savaşı sona erdiren 1856 Paris Antlaşması’na göre de, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa Konseyi’nin (yani Avrupa’nın) bir parçası olarak kabul edilmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da Batı’ya doğru seyir devam etmiş ve genç Cumhuriyet, Batılı bir kurum olan Milletler Cemiyeti’ne daha yakın zamanda savaştığı Yunanistan’ın önerisi ile üye olmuştur.

Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Konseyi, NATO, Batı Avrupa Birliği, OECD gibi Batılı kuruluşlara üye olmuştur.

Türkiye yine 1959 yılında, o günkü Avrupa Ekonomik Topluluğu (bugünkü Avrupa Birliği)’ne ortak üye olmak, yani gümrük birliğine girmek için başvuruda bulunmuştur.

12 Eylül 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması’nın imza töreni sırasında dönemin Başbakanı İsmet İNÖNÜ yaptığı konuşmada, bu antlaşmayla Türkiye’nin “Beşeriyet tarihi boyunca, insan zekâsının yarattığı en büyük eseri olan bir yere girdiğini” ve “bu antlaşmayla Türkiye ebediyen Avrupa’ya bağlanacak ”demiştir.

Bu Antlaşmanın ardından, AET ile 1971 yılında sonunda bir Gümrük Birliği kurulmasını öngören Katma Protokol imzalanmış ve nihayetinde, Türkiye ile AB arasında 1995 yılında imzalanan Ortaklık Konseyi Kararı uyarınca, bir Gümrük Birliği kurulmuştur. Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakereleri 2005 yılında başlamış ancak her iki tarafın da isteksiz davranması neticesinde, o tarihten bu yana pek ilerleme sağlanamamıştır.

Yaklaşık 14 yıldır Türkiye’yi yöneten AKP iktidarı, bir ara ülkeyi içinde Rusya’nın da bulunduğu Şanghay Beşlisi topluluğuna sokmak için Putin nezdinde demarşda bulunsa bile, bu girişimler karşılık bulmamış ve yaşanan son uçak düşürme kriziyle beraber artık hayal olmuştur.

Aslında Rusya ile bir beraberlik veya ortaklığın olamayacağını görmek için yakın tarihe bakmak yeterlidir.

Ortadoğu’da gelişen son çatışmalar, bu bölgenin yeniden şekilleneceğini ve haritaların yeniden çizileceğini göstermektedir. Ne Türkiye, ne de AB bu duruma sessiz kalamazlar ve kendi çıkarları doğrultusunda Rusya’nın doğrudan taraf olduğu bu hesaplaşmada yer almak zorundadırlar. Bu nedenle her iki tarafın da birbirine ihtiyacı vardır.

Çözülmez gibi görünen Kıbrıs sorununda sona gelinmesinde, Doğu Akdeniz’deki bu büyük hesaplaşmanın etkisinin olduğu bir gerçektir. Türkiye’nin, İsrail ile yeniden ilişkilerini geliştirmeye başlamasında da bu gerçek yatmaktadır. Kraliçe Viktorya’nın Dışişleri bakanı Lord Palmerston’un dediği gibi: “ İngiltere’nin daimi dostları ve düşmanları yoktur. İngiltere’nin daimi çıkarları vardır.”

Türkiye de daimi çıkarlarını gözeterek bölgedeki son sıcak gelişmeleri ve tarihini dikkate alarak, Batı ile olan ittifakını yeniden geliştirmeli ve “nerede kalmıştık” deyip, bu yolculuğa devam etmelidir.

Türkiye ve AB ilişkilerinin bizim açımızdan önemini vurgulamak için aşağıdaki olayı anlatmak isteriz: Zaman ve yer Eylül 1961 yılı Yassıada’dan İmralı adasına yol alan bir hücum botu içi. Hücum botta idama mahkûm olmuş 15 Demokrat partili Milletvekili ve Cumhurbaşkanı Celal BAYAR bulunmaktadır. Adnan MENDERES intihara teşebbüs ettiği için hücum botta yoktur. Hücum botun içine bir ölüm sessizliği çökmüştür. Celal BAYAR dayanamaz ve konuşmaya başlar. “Ne bu sessizlik böyle der” ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU’ya dönerek “Fatin Bey, lütfen bize Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun arasındaki ilişkilerin son durumu hakkında bilgi verin” der.

Bunun üzerine Fatin Bey, ilişkiler hakkında bilgi vermeye başlar. Ölüme gitmekte olan Milletvekilleri merak ve heyecanla Dışişleri Bakanının vermekte olduğu bilgilendirmeyi dinlemeye başlarlar. Celal BAYAR’ın bu müdahalesi her ne kadar ölüme gitmekte olan bu insanlara moral ve cesaret vermek amacıyla yapılmış olsa da, seçmiş olduğu konu bakımından ölüme gittiği sırada bile Türkiye - Avrupa ilişkilerine bir devlet adamı olarak ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından çok önemli olduğu kanısındayız.