ZİRVE Ali Nasuh MAHRUKİ
AKUT Başkanı
Önceliklerimizi doğru değerlendirmeliyiz
 
Hayatımızın her alanında ve her süreçte ilgimizi bekleyen sayısız gelişme ile ilişki içerisindeyiz. Doğal olarak da kendi bilgi dağarcığımız ve öngörü yeteneğimiz çerçevesinde, bu süreçlerden hangilerini nasıl bir sıralama ve süre ile yürüteceğimizi, kaynaklarımızı ne şekilde ayarlayacağımızı, zaman planımızı ne şekilde çıkaracağımızı ayarlıyor ve gerektiğinde güncelliyoruz. Bu konuyu kişisel olarak değerlendirdiğimizde, okul seçimi, iş seçimi, aile kurma gibi uzun vade planlamalara bağlı konular olduğu gibi, sadece anlık ihtiyaçlara göre verdiğimiz kararlarla da sıklıkla karşılaşırız. Örneğin yemekte ne içeceğimiz, ne renk bir gömlek alacağımız veya arabamızı nereye parkedeceğimiz gibi. Bu seçimlerimizin herbirinin belirli bir plan dahilinde yapıldığı ve kısmen bu plana göre, kısmen de bizim dışımızdaki değişkenlere bağlı olmak kaydıyla sonuçları olduğu hepimizin kabul edeceği bir gerçek.

Hayat bütün yüksek organizmalar için bütünüyle bir karar verme ve seçim yapma sürecidir. Bu yüksek organizmaların en üst seviyesinde yer alan insanlar olarak bizler de, kendi ve çevremizdekilerin geleceği için doğru ve iyi olduğuna inandığımız seçimler yaparız. Bu seçimlerimizi de geçmiş kişisel deneyimlerimize, başkalarının deneyimlerinden değişik yollarla öğrendiklerimize ve elbette ki aklımız, mantığımız ve sağduyumuzla yaptığımız analizlerimize dayandırarak yaparız.

Akıllı her insan önceliklerini belirler ve seçimlerini yaparken, bunun kısa, orta ve uzun vade sonuçlarını mümkün olduğunca öngörmeye çalışarak bir değerlendirmede bulunur. Çünkü çok iyi bilir ki, atasözümüzde geçtiği gibi “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” ve bu yanlış hesabın dönme sürecine kadar yaşanan kayıplar bir fırsat maliyeti olarak karşımıza mutlaka çıkar. Hiçbir akıllı ve sağduyulu insan sonucunda kendisine büyük bir maliyet ve zarar getirecek süreçlerin içinde yer almayı, hele bunun baş sorumlusu olmayı hiç istemez. Dolayısıyla insanlar seçimlerini yaparken önceliklerini ve gelecekle ilgili analizlerini iyi kurgulamaya çalışırlar.

Benzer şekilde bireylerin kullandığı metodolojinin aynısını kullanan toplumlar da, kendi gelecekleri için kısa, orta ve uzun dönem değerlendirmelerde bulunur ve önceliklerinin ve kaynak aktarımlarının seçiminde kitlesel olarak hareket ederler. Bu sürecin kurgulanması ve oluşması elbette ki bireylerin kişisel inisiyatifleriyle seçim yapmalarındaki kadar kolay ve süratli olamaz. Bazı ulusal nitelikli olaylarda karar mekanizmaları, artık toplumların bütün hücrelerine ve iç dinamiklerine işlemiş olacağı için, demokrasinin, hukukun ve bilimin hakim olduğu toplumlarda neredeyse kişisel bir karar verme süreciymiş gibi bir bıçak keskinliği ve süratiyle gerçekleştirilebilir. Geçtiğimiz dönemlerde Fransa’da aşırı sağcı Le Pen iktidarına engel olmak için neredeyse bütün Fransa’nın tek vücut olması veya geçtiğimiz dönemde Madrid’deki terörist saldırıların ertesinde milyonlarca ‹spanyol’un birarada yürüyüş yapması gibi kitlesel olaylar, medeni ülkelerde acil durumlarda kolaylıkla organize edilebilir. Bazı daha muğlak ve ortak görüş oturmamış konularda ise demokrasinin, hukukun ve bilimin işletilebilmesi için daha uzun bir cevap verme sürecine ihtiyaç duyulabilir.

Tabii bu söylediklerim rasyonel bir dünyada, rasyonel insanların uyguladığı bir süreçtir. Türkiye gibi gerçeklerden koparılmış, sürekli yalan ve taraflı bir propaganda ve kirli bilgi ile yönlendirmelerin yapıldığı bir ülkede ise durum ne yazık ki çok farklı ve üzücüdür. Bu konuda sayısız örnek verebilirim. Hepimizin acıyla hatırladığı 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi ve sonuçları, bu üzücü durumun en belirgin ve elle tutulur örneklerinden biridir. Bilimin ve sağduyunun uyarılarına ve yürürlükte olan yönetmeliklere rağmen, neredeyse bütün ağır sanayiisini birinci derece bir deprem kuşağı olan Marmara Bölgesine kurulmasına 50 yıl boyunca seyirci kalan, hatta kısa dönem menfaatleri uğruna göz yuman, sebep olan çarpık yönetim zihniyetinin bedelini, o çarpık zihniyetin çocukları ve torunları, bir diğer deyişle bu ülkenin insanları canları ve mallarıyla ödediler. Bu süreci engelleyemeyen bilim ise plansız, programsız, hukuksuz ve çarpık yapılaşmaya sadece seyirci kalabildi ve sonucunda, aslında son derece doğal bir doğa olayı olan bir depremle, Türkiye bir savaş geçirmiş kadar zarara uğradı, 18.000’e yakın insan hayatını kaybetti ve ekonomik olarak ülke zaten sıkıntılar içindeyken, bir de bu yıkımın yükünü omuzlamak zorunda kaldı.
Nereye baksak karşımıza yine kısa dönem ve yetersiz – geçici çözümlerle sadece ertelenmiş ama daha da büyüyerek karşımıza çıkmış sorunlarla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin çevresinde bize de sıçrama olasılığı bulunduğu halde, sıcak - soğuk savaş koşulları hüküm sürerken, Balkanlarda, Kafkaslarda, Irak’ta, Suriye’de kan akarken, 400 yıldır Türklere ait olan Kıbrıs’ı, elimizden almak için her türlü hile ve hukuk dışı uygulama kılıfına uydurulmuş bir şekilde yapılırken, bir yanda Ermeniler, sözde soykırımı kabul edin diye bastırırken, diğer yanda Rumlar, Pontus lafını dillerine dolamaya başlarken, Irak patlamaya hazır, tahrip gücü yüksek bir bomba haline dönüşmüşken, Ege’ye sıra gelmişken, irtica ve bölücülük hala en üst seviyede bir tehditken biz hala televole ile, popstarla, futbolla yatıp kalkmaya devam ediyoruz. Bizim geleceğimizi elimizden alacak gelişmeler yaşanırken, ne bize, ne milletimize hiçbir katma değeri olmayan yapay, boyalı, sahte hayatların ve yalan dünyaların gözümüze sokulmasına, zamanımızı çalmasına, enerjimizi tüketmesine, üretkenliğimizi kısmasına seyirci kalarak, aslında kendi depremimizi hazırladığımızın farkında bile değiliz. Türkiye’nin 17 Ağustos 1999’da yaşadığı, sadece 50 yıldır uygulamadığı bilimin ve gereklerini yerine getirmediği akılın küçük ölçekli bir sonucuydu. Bu yarı cahil ve kötü niyetli yaklaşımın diğer alanlardaki sonuçları, bu depremin yarattığı sonuçlardan çok daha yıkıcı ve geri döndürülemez olabilir.

1. Dünya Savaşı’na nasıl girdiğimizi bilmeyen, Sevr’den ders alamayan, Kurtuluş Savaşı’mızı hangi şartlar ve koşullar altında verdiğimizi unutan, Lozan’ı nasıl başardığımızı ve bekamız için önemini bilmeyen, ‹kinci Dünya Savaşı’ndan nasıl uzak kalmayı başardığımızın farkında bile olmayan, daha da kötüsü bunları bilmesi, öğrenmesi, farkında olması gerektiğinin bile farkında olmayan bir neslin yetişmesinin, herşeyin başı olan insan gücümüze nasıl bir etki yapacağını kestirmek için falcı olmaya gerek yok. 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi, bilimi ve akılı dışlayan, önceliklerini yanlış hesaplayan ve kısa dönem menfaatlerle hareket eden toplumların başına gelebileceklerin sadece küçük bir örneğiydi. Bir diğer örneği de tek tek fazla ciddiye almadığımız, hırsız, dolandırıcı deyip geçtiğimiz, ama hukukun üstünlüğünden umudunu kesen bazılarımızın içten içe hayatlarına özendiği banka hortumcularının, bir de kamu bankalarının görev zararları üstüste konulunca, 22’si birden toplam 77 milyar dolarımızı, hem de bu vatanın özkaynaklarından çalması da, yine sadece küçük bir örnek. Bundan sonrasında Türkiye silkinip kendine gelmezse, Kıbrıs’ın elden gitmesi, Ege’deki egemenlik haklarımızın budanması, bizi birarada tutan Atatürk ‹lke ve ‹nkılaplarının teker teker kırılması, terörün ülkede yayılması, Ermenilerin Batı Ermenistan talebi, Rumların Pontus talebi, irticacısı, bölücüsü tek tek patlamaya başlarsa, her biri bir 17 Ağustos Depremi kadar büyük sarsıntı ve yıkım yaratır ülkede ve bu ölçekte eşgüdümlü bir saldırıyla ve yaratacağı yıkımla Türkiye gibi güçlü bir ülke bile başa çıkamaz.

Sonuçta kendi geleceğimiz için nasıl hassasiyetle düşünüyor ve davranıyorsak aynı şekilde ülkemizin geleceği için de aynı hassasiyetle durumumuzu değerlendirmeliyiz. Önceliklerimizi buna göre saptamalı ve bir an önce silkinip kendimize gelmeliyiz. Önceliklerin doğru olarak saptanması ve buna göre zaman planı yapılması ve kaynakların yönlendirilmesi ile alakalı olarak bir de Budizm ile ilgili bir yerde okuduğum bir yazıyı da sizle paylaşmak ist