SPECTRUM Av. Hakan HANLI
Uluslararası ve AB Hukuku Uzmanı/Ortak PEKİN&PEKİN
Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkileri: ‘Gümrük Birliği ve Ek Protokol’
 
Giriş : " SEVR Sendromu ve LOZAN Başarısı "
Avrupa Birliği’ne üye olma hususu, ülkemizin ve halkımızın geleceğini ve ufkunu tamamıyla kuşatmıştır. Peki Türk Halkı için, nedir bu Avrupa Birliği? "Cennetin yolu mu, yoksa daha ziyade cehennemin mi? Tarihi kronolojik bir indeks değil de, yaşanmış ve ders alınması gereken olaylar süreci olarak değerlendirip, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, bakın karşımıza neler neler neler çıkıyor. Şöyle ki;
Avrupalılar’ın baskıları ve "Avrupalı olmak gafleti"nin 1912-1913 yıllarında Balkanlar`ın kaybedilmesi ve I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu`nun dağılmasıyla sonuçlandığını biliyoruz.Savaşın sona ermesiyle; 10 Ağustos 1920`de SEVR Antlaşmasıyla, Türkiye`ye bazı hususların da kabul ettirildiğini görüyoruz. Bunlardan bazılarını, müsade ederseniz burada birlikte hatırlayalım. Şöyle ki;
Osmanlı İmparatorluğu hazinesi, yeraltı ve yerüstü tüm kaynakları, ticaret ve gümrükleri, yani tüm "servet ve varidat"ını;

oİngiltere, Fransa, İtalya ve Osmanlı’dan oluşan bir komisyon, yani "Düyun-uUmumiye" yönetecek,
oAzınlıklar her derecede eğitime yönelik okullar açabilecekler,
oDoğuda bir "Ermenistan" devleti, sonrasında Güneydoğu’da ise bir "Kürt" devleti kurulması.
oAsker terhis edilecek, Anadolu "Mondoros Mütarekesi" şartları gereği Avrupalılar arasında pay edilecek. Uzun lafın kısası, İngiltere Kraliçesi Victoria’ya Reşit Paşa’nın dediği gibi: "Siz dışarıdan, biz içeriden nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nu bitirdik".
Bugün de "Türk Halkı, o günlerdeki gibi "ateşle-açlıkla imtihan ve terbiye" edilmektedir.Böyle bir günde, vatanseverler milli mücadeleye önderlik edip ülkeyi işgal edenleri kovmaları üzerine, SEVR yırtıp atılıyor ve yerine Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde tüm Avrupa Devletlerine kabul ettirilip; Avrupa’nın Hasta Adamı’ndan "Bağımsız Genç Türkiye Cumhuriyeti" kuruluyordu.

II. LOZAN’dan KOPENHAG’a:
"Entrikalarla Constantinople" Lozan Antlaşmasına imza atan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon İsmet Paşa’ya; "SEVR`i çöpe attığımızı zannetmeyiniz, hepsi cebimizde, zamanı gelince hepsini önünüze teker teker çıkaracağız" diyordu. Acaba kastettiği o gün, bugün müdür? Lozan`da yırtıp, tarihin kronolojik dizinine bıraktığımız SEVR Şartları, AB KOPENHAG Kriterleri olarak tekrar önümüze mi getiriliyor?
Üstüne üstlük, Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz, Güney Kıbrıs Rum (GKRY) Meclisi’nin 5 Aralık 2003 tarihli kararıyla ; sözde "Yunanistan Soykırımı" olarak ilan ediliyor!… Bizde ise, hala çıt yok!…
Şimdi bir daha sormak istiyoruz; "AB üyesi olmaktaki ısrar ve her ne pahasına olursa olsun teslimiyetçiliği", Türkiye`yi tekrar SEVR`e, yani hastalığa götürmez mi? SEVR’de hastalıklı, ama üyesi de olduğumuz Avrupa Devletler Topluluğu’na rağmen, dün herşeye rağmen (!) kabul etmediğimiz "Avrupalılık" için, bugün bazılarınca istenilen herşeyi vermeğe ve hatta haysiyetimizi ayaklar altına alma pahasına yapılmağa gayret edilsede, sizce bu hayalin gerçekleşme ihtimali hala mı (!) var?.O zaman, Belçika Kralı II. Leopold’ün 1860 tarihli "Voyage à Constantinople" günlüğünde ifade ettiği gözlem ve hatıralarına bir göz atalım;
oOrdu güzel, ama parasız… Halk fanatik… Bürokrasi kör, köhnemiş, aptal, cansız…
oTanrım böyle bir ülkeyi, bu tür insanların elinde görmek ne acı! sanki genç ve güzel bir kadını, vebalıların ellerine terk etmişler…
oDoktor görünümüne girmiş egemen güçler, uyuşturucu vere vere Hasta Adam’ı ölüme götürecekler. Zavallı Türkiye, ayakta kalıyor. Çünkü o kadar zayıf ki, hareket edip (!) yıkılacak hali bile kalmamış.
oKıbrıs ve Girit’i satın almak, Türkiye’deki maden ocaklarını işletmek, Boğaz’dan mülk edinmek, bunlar mümkün…
Osmanlı sıkışık durumda… Bizden borç almalılar ve karşılığında istediklerimizi vermeliler...
Yani ezcümle; Kıbrıs’ı ve Ege`yi Yunanlılara versek,… sözde "Ermeni Soykırımı"nı kabul etsek,… her şehirde bir kilise kursak,… Leyla Zana`yı Kadından Sorumlu Devlet Bakanı yapsak,… Abdullah Öcalan’ı milletvekili yapsak,… Kürtçe`yi resmi dil ilan etsek,… Şehit kanlarıyla sulanmış bayrağımızdan hilali söküp, 11 yıldız ilave etsek,… Ülkeyi eyaletlere bölsek,... Ordu’yu lağvetsek,… Avrupalılığımız kabul mu edilecek? Avrupa Birliği’ne üye mi olacağız?

III. TanzimatDönemi: "İkili Ticaret Antlaşmaları ve Gümrük Birliği"
Tanzimat Devri’nde, Osmanlı İmparatorluğu 1861’de Fransa, İngiltere ve İtalya ile, 1862’de Rusya, Birleşik Amerika, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka, İspanya, Prusya ve Avusturya ile imzalanan ikili Ticaret antlaşmalarını gözden geçirdiğimiz ve Türkiye Cumhuriyeti Dönemin Başbakanının bütün milleti nasıl da yanıltarak, büyük bir coşkuyla 1995’te Avrupa ülkeleri ile oluşturduğu "Gümrük Birliği" ile karşılaştırdığımız vakit; Örneğin, 29 Nisan 1861’de Fransa ile imzalanılan ikili ticaret antlaşmasına göre;

1.madde: "İç ticarette tam bir serbestlik. Fransızlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafında her türlü ziraat ürünlerini ve mamul eşyayı, Osmanlı tebaasından en ziyade mazharı müsade olan tüccarların vermekte oldukları resimleri vermek şartıyla, alıp satabileceklerdir. Yalnız barut, top ve mühimmat maddelerinin satışı memnudur".

2.madde: "Dış ticarette tam bir serbestlik. Yukarıdaki maddede sözü geçen ticaret maddeleri İmparatorluğun dışına serbestçe çıkarılabilecektir…" Kapitülasyonlar, yabancılara, Osmanlı İmparatorluğu’nda yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu. Fakat, ticaret hakkı sınırlandırılmıştı. Yabancılar, Osmanlı İmparatorluğu’nda iç ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı. Kapitülasyonların her yenilenmesinde, İmparatorluktan satın alarak yabancı memleketlere götürecekleri ticaret eşyası tadat edilmişti.
Böylece, yabancı devletlere Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürmek için kapitülasyonlara ek imtiyazları verilmiş oldu.Artık, yabancı tüccarlar Osmanlı memleketlerine yayılıp, Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar. Hem hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mamul hale getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha karlı ve imtiyazlı ticaret yapmalarına imkan yoktu. Bu durum karşısında; bilgisiz, teşkilatsız ve himayesiz Osmanlı tüccarlarının ve esnafının ezilmesi mukadderdi. Nitekim de öyle oldu. Ve Namık Kemal’in dediği gibi; "esnafımız ve tüccarlarımız uşaklığa ve kolculuğa düştü" (Osmanlı Tarihi, Ord. Prof. E. Z.Karal, Cilt 7, sahife 53 vd.., 259, vd…)

IV. Kıbrıs ve Annan Planı: "By-pass operasyonu ve Müslüman Azınlık Statüsü"
Londra Garantörlük Protokolü ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasal statüsü gereği; "üniter bir devlet olmayıp, kendine özgü (sui generis) koşullarda, içeride tahakkümü önleyici tedbirleri içeren ve iki kurucu ortağın eşitliğine dayanan garanti altına alınmış bir ortaklık konsepti mevcut olup, Kıbrıs’ın uluslararası bir ekonomik veya siyasi kuruma (AB’ne) müracaat edebilmesi için, Yunanistan ve Türkiye’ninde birlikte üye olmaları ve ayrıca içeride de her iki ortağın (GKRY ve KKTC) buna razı olmaları gerektiği" hukuken sarih olmakla birlikte, AB tek taraflı bir direktifle GKRY ile üyelik müzakerelerine başlamak suretiyle, uluslararası hukuku göz göre göre ihlal etmektedir.
Annan Planı ile yapılmağa çalışılan ise; Londra ve 1960 Anayasası’nın bu planla by-pass edilmek suretiyle, KKTC’nin elindeki tüm egemenlik haklarının sulandırılarak ve daha da önemlisi AB’nin uluslarararası ihlali nedeniyle, kıvım kıvım kıvrandığı şu günlerde, AB’yi kurtarmağa ve haklı çıkarmağa yönelik önemli bir destektir. Acaba ne karşılığı?
Böylelikle, antlaşmalara saygısız Avrupa Cemiyeti karşısında, Türkiye’nin haklarının lağvedilmesi ve KKTC Halkı’nında zaman içerisinde "Müslüman Azınlık Statüsü"ne düşürülmesi, tarihsel örnekleri incelendiğinde kaçınılmaz olacaktır.

1.Kıbrıs Sorunu: Garantörlük (Zürih ve Londra) Protokolleri ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasal statüsü gereği; "üniter bir devlet olmayıp,