AB BAŞKENTİNDEN Suat Lemi ŞİŞİK
TÜGİAD Brüksel Temsilcisi
 
Sarkozy ve Merkel ikilisi yine Türk ve Türkiye karşıtı yorum ve faaliyetleri ile gündemdeydiler. Almanya ve Fransa Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliğine karşı çıkan iki ülke. Bunlardan ilkinin başındaki Şansölye, büyük bir devleti temsil etmenin saygınlığı içinde “devlet olarak altına imza atmış oldukları anlaşmaya riayet etmeye devam edeceğiz” derken asıl istediğinin ayrıcalıklı ortaklık olduğunu söylüyor. Ancak Türkiye’nin zaten çok yavaş ilerlemekte olan müzakere sürecini sekteye uğratmak için özel bir çaba sarfetmiyor.
Biz zaten herkesin yerine kendimiz bunu yeterince yapıyoruz.
Söz konusu ülkelerden ikincisinin cumhurbaşkanı ise kendini hala daha büyük devlet sanmanın, kendini Avrupa’nın merkezi ve Avrupa’yı da dünyanın merkezi sanmanın illüzyonuyla gayrı-ciddi konuşmalar yapmaktan çekinmiyor. Türkiye aleyhine her alanda ve ortamda demeç vermekten geri kalmayan Psychozy müzakere sürecini de bloke etmeye devam ediyor. Saygısızlığını en son safhaya kadar götürerek G20 dönem başkanı sıfatıyla Türkiye’yi ziyarete geldiğinde, eski sömürge ülkelerinden birini ziyaret ettiğini zannediyor olmalı ki ağzında çikletle uçaktan inebiliyor.
Türkiye’yi tam üyeliğe götüreceğini düşündüğü 8 müzakere başlığını bloke eden Fransa Cumhurbaşkanı, ülkesini temsilen bile Türkiye’yi ziyaret edemiyor. Niçin? diye düşündüğünüzde herhangi mantıklı bir açıklama bulmaya imkan yok. Ne diye geldiğini de anlayabilen yok. Yapmış olduğu ziyaretin amacı neydi? 19 yıldır resmi ziyaret yapılmamış Fransa’dan Türkiye’ye, adet yerini bulsun, oraya da gitmiş olalım diye mi düşündü? Yoksa kendisi bir nabız yoklaması mı yapmak istedi Ankara’da?
Neye yaradı? Niye geldi? Sadece hasta düşüncelerini bir kez de Ankara’da dile getirmek istediği için mi? Maalesef kendi ülkesinde onun gibi düşünenler az değil. Taa Osmanlı döneminden beri Türkleri en iyi tanıyan Avrupa ülkesi Fransa. Ama ön yargı ile eğitildiklerinden öyle sağlam fikir oluyorlar ki Türkiye’yi bir kez bile görmeden, hangi Fransız’a sorsanız mutlaka bir klişe fikri vardır.
Yıl 1989. Sırtımda çantayla inter-rail ile güney Avrupa ülkelerini geziyorum bir sınıf arkadaşımla. O zaman sadece Yunanistan ve Fransa’ya vize almak gerekiyor. Yugoslavya, İtalya, ‹spanya ve Portekiz’e serbestçe seyahat edebiliyoruz. Yolculuğun son durağı olan Parizyenler nedeniyle çekilmez olan güzel şehir Paris’te kaldığım stüdyoda sabahları Fransızcamı ilerletmek için TV izliyorum. Televizyon’da çocuklar için bir çizgi film. Çizgi filmde Paris-‹stanbul rallisi yapılıyor. Ralliciler ‹stanbul’a vardıklarında ben şok geçiriyorum: ‹stanbul meğer çölmüş, deniz yokmuş, biz Türkler ‹stanbul’da beyaz uzun entarilerimizle develer üzerinde geziyormuşuz!.. ‹şte küçük yaştan beyin yıkama ve ön yargı yaratma.
Yıl 2000. Sicilya’da bir gezide maalesef bir Fransız grubu içinde kalıyorum: ilk soru “nerelisin?” cevap “Türküm” hemen ilk yorum “ah, George burada olsaydı çok rahatsız olurdu” bu kez ben soruyorum “niye?” cevap “çünkü o Ermeni!” ben cevap veriyorum “benim Ermenilerle bir sorunum yok” karşımdaki Fransız “ama onların var!”. Bu diyalogdan sonra da gezi boyunca bir daha benimle hiç kimse konuşmuyor, zira grubun tamamı Fransız.
Yıl 2001. Avrupa Birliği Komisyonu Bölgesel Politikalar Genel Müdürlüğü Yunanistan ünitesinde staj yapıyorum. Yunanlı meslekdaşlarımla hiçbir sorunum olmuyor, ancak tüm Avrupa’dan katılan yaklaşık 600 stajyerin biraraya geldiği toplantılarda Fransız stajyerlerle konuşunca ilk yorumları “bir Türk! Yunan ünitesinde! Birbirinizi boğazlamıyor musunuz?” oluyor. Ben de kendilerine “siz Korsikalı stajyerlerle birbirinizi boğazlamıyor musunuz?” diye soruyorum, susuyorlar hemen.
Yil 2002…….2011 farketmiyor, hep aynı tutum. Türkiye’nin AB tam üyeliği ile ilgili Brüksel’de “Friends of Europe” tarafından düzenlenen bir panelde, zamanın dönem başkanlığını yürüten ‹rlandalı bakan ben emekliliğimi Türkiye’nin güney sahillerinde yaşayarak geçirmek istiyorum derken; Sorbon’dan bir profesör “biz Türkiye’yi istemiyoruz” diyor. Salondaki konuklardan sorular geliyor “niçin?” diye. Soruları Türk konuklar değil diğer Avrupalı konuklar soruyorlar. Profesör yanıt veriyor “çünkü Türkiye Birliğe girerse, ikinci en büyük devlet olacak, Fransa üçüncü duruma düşecek, bunu kabul edemeyiz”. Bütün salon gülüyor ve profesörun gayri ciddiliği ile alay ediyor. Fransızların argümanları ve önyargıları öylesine yersiz ve geçersiz ki, ama kendilerini bir o kadar konuya kaptırmışlar ki ne derece gülünç duruma düştüklerinin farkına varmıyorlar. Koskoca profesör utanmıyor, yüzü kızarmıyor kürsüden inerken.
Sarkozy diyor ki “Anadolu Avrupa değildir!” Anadolu Avrupa değil ise onun uzantısı olan Kıbrıs nasıl Avrupadır? Avrupa haritalarında Kazakistan’a varana dek Güney Kafkasya dahil bütün ülkeler yer alır da Türkiye’nin Anadolusu mu Avrupa değildir?
Evet, bir açıdan doğru söylüyor Sarkozy, şayet Avrupa’da olmak, Avrupalı olmak çifte standart ve iki yüzlülük ise doğru söylüyor, Anadolu iki yüzlü değildir.
Ortaya çıkabilecek en güzel tablo Fransa seçimlerinde Sarkozy’nin seçimleri ikinci kez kazanamamasıdır. Yolsuzluklar ve yaptığı uluslararası gaflarla kamuoyu desteğini gün geçtikce kaybeden Sarkozy gidince yerine kim gelir? “Gelen gideni aratır” derler ya, sonuç öyle de olabilir. Avrupa Birliği içinde gitgide yükselen ırkçılık ile birlikte Fransa’nın başına Le Pen geçerse hiç şaşırmamak gerekir.
Bütün bunların ardında ise Avrupa Birliği ülkelerinin, daha çok da Batı Avrupa ülkelerinin ve özellikle de Fransa’nın içinde bulunduğu dekadans yatmaktadır. Dünya tamamen değişti; küreselleşme ve iletişim kanallarının ve ulaşımın baş döndürücü seviyelere gelmesi, eski Batılı devletlerin sömürü düzenlerinin sona ermiş olması, bu sömürü düzenine dayanan refah toplumu sisteminin çökmeye başlamış olması bu dekadansın temel nedenleridir. Fransa’da çalışanlar sürekli grev halindeler. Emek vermeden almaya alıştıkları düzen çökmeye başlayınca, başlarına daha da kötüsünün geleceğini düşünmeden, mütemadiyen bir grev hali süregelir.
Kendini yenileyemeyen, bağnaz kalıplarını aşamayan, eski dünya düzeninden çıkamayan, muhafazakar Fransa’da işler kötüye gittikçe, sorulan her soruya Sarkozy “ben Türkiye’nin AB üyeliğine karşıyım” diye cevap vermeye devam edecektir ve Le Pen’in oyları artacaktır.
AB ülkelerinin bir diğer sorunu ise gerçek devlet adamına sahip olmamalarıdır. Baktığınızda liderlerin büyük çoğunluğu popülist, günü kurtarmaya çalışan, zorda kalınca derhal AB Kurumlarını suçlayan, vizyonu yeterince geniş olmayan kişilerdir. Sözüne güvenilir, sağlam politikacı bütün Avrupa’da saysak bir elin parmakalarını geçmez. AB kendi içinde toparlanmadıkça, Türkiye ile ilişkilerinin de düzelmesini beklemek büyük bir yanılgı olur. AB, son genişleme dalgalarından beri ne yaptığını, nereye gittiğini bilemez bir durumda. Bu genişlemeler bir anda ve çok büyük olmuştur. AB bunu sindirememiştir. Genişleme sonrasında AB’ni hükümetlerarası konferanslarla yürütmeye çalışan, AB Komisyonunun yetkilerini budayan liderlerin herbiri AB’ni kendi işine geldiği yöne çekmeye çalışmaktadır. Böyle olunca da işlerin ilerlemesini bırakın, eskisi gibi bile yürümesini sağlamak zordur. AB Komisyonu tüm Avrupa Birliği’nin çıkarını gözetir, bu kurumun yetkileri kısıtlanınca, işler sarpa sarar. Şu anda AB’nin içinde bulunduğu çıkmazın sebebi budur. AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu, AB’ni ileriye götürebilecek kurumlardır. Üye ülkelerin hükümet veya devlet başkanları değil.
Zaten kendini bir küresel güç olarak ortaya koyamayan AB, ya bu yönde ilerleyerek hakettiği yeri alır (ki bu yeri dolduracak AB’nin içinde Türkiye mutlaka olmalıdır) ya da iktisadi bir birlik olarak kalma kaderine boyun eğecektir. Türkiye ise AB standartlarına ulaşmak için önünde yeralan yol haritasını uygulamaya koydugu kadar başarılı olacaktır. Dünya kamuoyu Türkiye’yi yakından takip etmektedir. ‹letişim kanallarının açık olduğu küresel dünyada attığımız her adım, yaptığımız herşey yakından izlenmektedir.
AB’li veya AB’siz, Türkiye’nin yolu AB’ne doğrudur.