ZİRVE Ali Nasuh MAHRUKİ
AKUT Başkanı
Kültürümüzün Sıradışı Üstünlüğü; Hoşgörü
 
Geçtiğimiz yıl, SAREM’in düzenlediği Harp Akademileri’nde yapılan “Bilgi çağı ve teknolojik gelişmeler ışığında toplum, yönetim, yönetici ve lider yaklaşımları” başlıklı sempozyumla ilgili değerlendirmeleri okurken; Tuncer BAHÇIVAN’ın Japon Prof. Dr. Masanori NAITO’nun yaptığı etkileyici konuşmaya yaptığı vurgu, deyim yerindeyse beynimde bir şimşek çaktırdı. Türkiye ile Avrupa kültürü arasındaki farkın, iki farklı kültürün “tolerans” anlayışında yattığını açıklayan Japon bilim adamı düşüncelerinde özetle şu vurguyu yapmış; Türkler’in “hoşgörü”, Avrupalılar’ın ise “tolerans” dedikleri kelimelerin anlamları ve ifade ettikleri kavramlar arasında önemli farklar var. Hoşgörü; sıcakkanlılığı, sevgiyi, empatiyi ve toleransı da içeriyor. Ama ‘tolerans’ın içerisinde bunların yerine sadece demokratik bir müsaade etme var.

Açıkçası başka bir eğitim, kültür ve görgüden gelen bir uzmanın bizlere dönük bir gözlemi olarak son derece ilgi çekici ve gerçekçi bulduğum bu ifadeyi, eğitimim ve şartlandırılmalarım gereği kendi kendime bu şekilde kurgulayamayacak olduğumu düşünüyorum. Japon bilim adamının bizim kültürlerimize olan eşit mesafesi ve objektifliği ile dışarıdan bakarak rahatlıkla ifade edebildiği bu düşüncenin üzerinde bir kaç hafta düşünerek daha önce üzerinde durmadığım ve farketmediğim keyifli bir öğrenme süreci daha geçirdiğimi vurgulamak isterim.

Hoşgörü kavramı Anadolu kültürünün en büyük erdemlerinden biridir. Yunus EMRE’nin; “Yaradılanı hoşgördük yaradandan ötürü” veya Mevlana’nın; “Gel! Gel! Yine Gel! Ne olursan ol! Yine Gel” sözleri bu coğrafyada doğan, büyüyen, yaşayan herkesin aradan geçen neredeyse 750 - 800 yıla rağmen zihin haritalarına, paradigmalarına bir daha hiç çıkmamacasına işlenmiştir. Bizler de doğal olarak hayat görüşümüzü inşa ettiğimiz temellerden birini hoşgörü olarak kabul etmişiz. Karşılıklı olduğu ve toplumun tüm katmanları tarafından paylaşıldığı sürece büyük bir üstünlük olan bu vizyonun, toplum içerisinde barış, huzur, denge, refah gibi kazanımları olduğu ulusal tarihimizde kayıtlıdır. Tarih boyunca Türkler’i; yaşadıkları coğrafyada ezilen, baskı altında kalan halkların kaçıp sığındığı güvenli, huzurlu bir liman gibi kabul etmelerini sağlayan temel unsur; gücümüz, kendimize güvenimiz ve kendimize saygımızdan kaynaklanan, batılı toplumlarda bizim anlayışımız ölçüsünde bulunmayan bu hoşgörüdür.

Batının hoşgörü anlayışı daha ziyade akılla ilişkilidir, bizdeki ise gönülle. Bizim hoşgörümüzde gönülden bir kabulleniş varken, batı kültürünün güçlü demokrat değerlerinden kaynaklanan adil, eşitlikçi, hakkaniyetçi ve bunlarla sınırlı bir müsaade etme anlayışı hakimdir. Bu noktada batıdaki bu müsaade etme anlayışının da özellikle kendi benzerleri arasında tam anlamıyla uygulandığını, diğer toplumlara karşı bu kadarını bile göstermediklerini de ayrıca vurgulamak isterim.

Biz bizden olmayanı hiçbir ayrımcılıkla değerlendirmemiş ve kültürlerini yaşama ve yaşatma hakkına her zaman saygı duymuşken; batılıların ırk, dil, din, kültür konularındaki geçmiş sömürgeci yaklaşımlarını da akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde trafik hala soldan işliyorsa; bu bizim bence gereğinden fazla hoşgörümüz, onların ise sömürgeci ve kültürlerini yaymacı tutumlarının göstergesidir. Bugün Fas’ta, Cezayir’de kendi kültürlerine son derece aykırı olarak herkesin Fransızca düşünmesi ve konuşması, eski SSCB’den ayrılan Türk Cumhuriyetleri’nde hala kiril alfabesi ve Rusça’nın kullanılması, batılı kültürlerin hoşgörü anlayışının ne kadar kendilerine dönük olduğunu göstermektedir.

Avrupa Birliği gibi son derece net ve tanımlı kuralları olan bir toplumsal yapı ile sosyal, kültürel ve ekonomik birleşmeye hazırlanırken, en çok dikkat etmemiz gereken konulardan bir tanesi de işte bu hoşgörü anlayışındaki tutumumuz olmalıdır. Yüzlerce yıl bize büyük güç ve saygınlık katan geleneksel hoşgörü anlayışımız, Avrupa Birliği’nin analitik ve hukuk temelli yaklaşımı karşısında bizi zayıf duruma düşürmemelidir. Dama kurallarıyla satranç oynamaya kalkarsak kaybederiz.

Hoşgörüsüzlük güvensizlerin veya zalimlerin tutumudur. Biz tarih boyunca güçlü - güvenli ve adaletli devletler kurmuş ve bunu da hoşgörü ile desteklemiş bir toplumuz. Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta elbette ki hoşgörümüzü yitirmek değil, ancak 21. yüzyıl koşullarına ve bu koşullarda ilişki içinde bulunduğumuz toplumların yaklaşımlarına göre yeniden tanımlamak gerekliliğidir.

Hoşgörü zihinsel ve psiko-sosyal alanda etkilidir; yaradılıştan kaynaklanan her türlü farklılığı doğal kabul eden ve bu yönüyle bu farklılıkları hakir görmeye, kınamaya, hor görmeye yer vermeyen ahlaki bir olgudur. Hoşgörünün kendine özgü etki alanı; etnik yapı, cinsiyet, renk, dil, din, inanç gibi yaradılışa bağlı konuları kapsar ki bu konularda hoşgörüden hiçbir zaman ayrılmamalıyız, zaten geleneksel düşünme biçimimiz buna izin vermez. Ancak ahlakın, hukukun, adaletin ve kuralların sınırlarına giren konularda kararları ve çözümleri bu alanlara bırakmak gerekliliği de mutlaka teslim edilmelidir. İnsanların niyetleri, davranışları, iradeleri ve kendi kararlarıyla meydana getirdikleri olaylar ve olgular, batılıların hoşgörü anlayışı ve sınırı içinde algılanmalı ve değerlendirilmelidir. Bence çağdaşlığın ve birlikte yaşamanın gereği budur.

21. yüzyılın karmaşık dengeleri, kısıtları ve zorunlulukları son derece güçlü bir hukuk olgusuna ihtiyaç duymaktadır. Hoşgörü ve hukuk sınırına giren konuları birbirinden kesin çizgilerle ayırmamız gerektiğini düşünüyorum. Hırsıza, dolandırıcıya, banka hortumcusuna, naylon faturacıya, katile, rüşvet yiyene veya verene, vergi kaçakçısına, üniversiteden atılana sürekli bir takım gerekçeler sunarak doğrudan ya da dolaylı aflar çıkarılmasını da, toplum içindeki eşitlik ve adalet duygularını önemli ölçüde zayıflattığı düşüncesiyle son derece tehlikeli bulduğumu ifade etmek isterim. Kültürümüzün sıradışı üstünlüğü olarak değerlendirdiğim hoşgörü anlayışımızı, kanunların üzerine çıkartmak bize sadece zarar verecektir.