AB PANORAMA Dr. Cengiz AKTAR
Bahçeşehir Üniversitesi AB Merkezi Başkanı ve Vatan Yazarı
17 Aralık Kararı ve Önümüzdeki Döneme Dair (1)
 
17 Aralık kararının içeriği Kararın içeriği ve özellikle üyeliğimize getirdiği söylenen sınırlamalar kamuoyunda halen tartışılıyor. Ana muhalefet partisinin başını çektiği bu kısır ve zaman zaman gerçeklerin çarpıtıldığı tartışmanın bir yere varacağı yok ancak nelerin olduğunu bilmemiz ve ifadelerin ne anlama geldiğini anlamamız gerekiyor.
 
29 Kasım günü dönem başkanı ve bu sıfatla 16-17 Aralık Zirvesi’nin sorumlusu Hollanda’nın sızdırdığı ilk karar taslağında tam üyeliğe değil ikinci sınıf bir üyeliğe götürebilecek ifadeler yer alıyordu. Müzakereci heyetimizin itirazları ve toplumun tepkileri sonucunda bu sorunlu ve tehlike arz eden ifadeler kabul edilen metinden çıkarılmış, metne değişik paragraflarda dahil edilmek istenen benzer ifadeler de sonuçta metne girmemiştir.

Bunlar kimi yorumcuların sandığı gibi kendiliğinden olmamış ve çetin pazarlıklar sonucunda elde edilmiştir. Son metin elbette fevkalade bir metin değildir ama bu gibi tarihî anlam ifade eden pazarlıklarda taraflardan birini yüzde yüz tatmin eden bir metin yoktur. Kissinger’in dediği gibi, “en kalıcı anlaşma tarafların eşit derecede gayri memnun kaldıkları anlaşmadır”. Metinde kamuoyunda tartışılan üç temel konu var: Güney Kıbrıs’ın tanınıp tanınmayacağı, koruma ve istisnaî tedbirlerin kalıcı olup olmadıkları ve müzakerelerin ucunun açık olmasının getireceği düşünülen belirsizlik. Ayrıca 3 Ekim’de tam olarak neyin başlayacağı tartışılıyor.

Kıbrıs maddesi kalıcı çözüm için fırsat oluşturmalı.
Esasen, AB üyesi Güney Kıbrıs’ın tanınması sadece müzakerelerin fiilen başlaması için değil müzakere ve uyum çalışmalarının sükûnet içerisinde cereyan etmesi için de gereklidir. Ancak bu tanımanın dolaylı yani Gümrük Birliği’ne otomatik olarak taraf olacak on yeni üyeden biri olarak değil birleşmiş yeni Kıbrıs’ın doğrudan tanınması olarak gerçekleşmesi gerekiyor. Hedefimiz 3 Ekim 2005’te Türkiye ile müzakerelerin başlaması için toplanacak Hükümetlerarası Konferans’ta (HAK) masanın karşı tarafındaki 25 ülke tabelasından “Kıbrıs”ın ardında birleşmiş Kıbrıs’ın oturması olmalıdır. Yoksa önümüzdeki dokuz ay, er veya geç, şu veya bu adla gerçekleşecek olan tanıma için kazanılmış kısa bir mühletten başka bir şey değildir.

Kalıcı koruma yok
Değişik mecralarda dile getirdiğimiz gibi serbest dolaşım, yapısal fonlar ve tarım sübvansiyonları gibi AB’nin temel felsefesiyle ilgili konularda kalıcı koruma getirilmiyor. Bir çok aday ülke için zamanında uygulanan ve halenyeni üyelerin tâbi olduğu geçici korumalar Türkiye için de daima el altında tutulacak. Metinde bu ifade var ve bu gibi diplomatik dil canbazlıklarına vakıf ana muhalefet partisinin eski büyükelçi tenorlarının ısrarla aksini iddia etmelerini anlamak mümkün değil. Doğru okumayı yapan Dışişleri Bakanlığının 28 Aralık’ta yayımladığı 171 sayılı açıklaması bu tartışmaya son noktayı koymalı. Bu açıklamanın gözden kaçan bir diğer özelliği var: Belki ilk kez Dışişleri içeriye yönelik bir açıklama yapmak zorunluluğunu hissediyor. Ne âlâ. AB sürecinin bir dış mesele olmadığının ve hepimizin işi olduğunun erken bir kanıtıdır bu açıklama ve giderek yaygınlaşması temennimizdir.

Müzakereler her adayla ucu açık başlar
Müzakerelerin ucu açık olması yani sonucunda üyeliğin garanti olmaması konusu Türkiye’ye özgü değildir. Daha önceki uygulamalarda aday ülkelerin müzakerelere başlama kararlarında, örneğin 12-13 Aralık 1997’de yapılan ve bugün üye olmuş altı ülkeyle müzakereleri başlatan Lüksemburg Zirvesi kararlarının 26. paragrafında müzakere sonuçlarının garanti olmadığı ve adaylar arasında farklı hazırlık ritimleri ortaya çıkabileceği ifade edilir. Nitekim ne Lüksemburg Zirvesi’nde ne de diğer altı adayla müzakereyi başlatan 1999 Helsinki Zirvesi kararlarında adaylara katılım tarihi verilmiş değildir. Adaylar yol aldıkça ve başarıyla ilerledikçe kendilerine bir katılım yılı verilmiştir. Türkiye için en olası tarih, 2014-2020 bütçe döneminden önce katılımın mümkün görünmediğini ifade eden paragrafta yatıyor, o da 2014.

Sonuçta, gerek katılım tarihi konusu, gerek AB’nin çekince ve kaygılar sonucu şimdiden kayda geçirmeye çalıştığı koruma şerhleri müzakere boyunca oluşacak karşılıklı güven sayesinde çözüme kavuşacak konulardır.

3 Ekim’de tarama başlayacak Türkiye 3 Ekim’de müzakerelere Hükümetlerarası Konferans adı verilen ve üyelerle adayı bir araya getiren toplantı/tören ile başlayacak. Tarama (screening) sürecinin başlatılması, müzakerelerin önce hangi anabaşlıklarda açılacağı ve süreçle ilgili diğer konular bu konferansta karara bağlanacak. Müzakereler, sürecin ilk aşaması olan tarama ile başlayacak. Aday ülkenin müzakerelere hazırlanmasını ve sürecin hızlandırılmasını hedefleyen tarama döneminde Müktesebat ile aday ülke mevzuatı arasındaki farklılıklar belirlenir ve uyumda karşılaşılabilecek sorunlar değerlendirir. Teamül gereği taramanın 3 Ekim’den önce başlaması mümkün değil ancak zaman kazanmak için taramanın HAK toplantısından bağımsız olarak sessiz sedasız başlatılması 17 Aralık öncesinde pazarlık edilebilirdi. Bu yapılmadı zira nedense Türkiye’de tarama çalışmaları pek hafife alınıyor. Halbuki bu çalışmalar esnasında ulusal mevzuatla karşılaştırılacak olan AB mevzuatı (Müktesebat) daha Türkçe’ye tercüme edilmedi. Önceki dönemlerde yapıldığı iddia edilen karşılaştırmanın ise pek bir kıymeti harbiyesi yok.

17 Aralık kararı Türkiye ve Avrupa için ne ifade ediyor?

Modernleşme toplum katına iniyor
Ülkemiz, 17 Aralık kararı ile 200 yılı aşkın modernleşme yolculuğunda çok anlamlı bir eşiğiaşmış bulunuyor. Çökmekte olan Osmanlı’nın Batı teknikleri ile ayakta kalma çabalarının, başından beri sadece devleti kapsayan, Cumhuriyet ile birlikte de topluma sadece tepeden inen bir değişim anlayışının 17 Aralık kararı ile geldiği yerde Avrupa Birliği’nin toplumsal katılımı şart koşan pratikleri belki ilk kez, batılılaştırılan bir halka toplumsal aktör olarak kendi kaderine sahip çıkma olanağını sağlıyor. Türkiye’de egemen olan devlet, toplum değil. Yalnızca devletin tarif ettiği sınırlar içinde ve aslında hiçbir zaman tam anlamıyla egemen olamamış bu toplumun egemen olmasının yolu devletin egemenliklerini diğer devletlerle ve kendi toplumuyla paylaşacağı Avrupa Birliği’nden geçiyor. Bu anlamda 17 Aralık kararı Türkiye toplumunun önüne yepyeni bir ufuk açıyor.

Türkiye Avrupa’ya geri dönüyor
Diplomasi tarihi açısından bakıldığında 17 Aralık kararı Türkiye’nin 1918’de terk ettiği Avrupa’ya dönüşünü simgeliyor. Müstakbel Avrupa Birliği üyeliğimiz diğer “Avrupalı” üyeliklerimizle (Avrupa Konseyi, NATO, AGİT, OECD) hiçbir şekilde eşdeğer değildir. AB üyeliği Avrupa’da siyasî söz sahibi olacağımız anlamını taşıyor. Bazı AB üyesi ülkelerin son aylardaki çırpınmaları ve mızıkçılıklarının nedeni de zaten bu perspektif. Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var: Avrupa’ya geri dönüş, dış politikasını kabaca ABD yörüngesine oturtmuş, Avrupa’yı ABD’li gözlüklerle okumaya alışmış, ABD gibi güvenlik politikasını daima diğer politikalara üstün tutmuş ve Avrupa’nın 1945 sonrasında yaşadığı barışçı, paylaşımcı ve dayanışmacı sürece zihnen epeyi uzak bir Türkiye için muazzam bir meydan okuma. Bu anlamda ülkemizin İngiltere gibi bir ayağı Avrupa’da öbür ayağı Amerika’da bir AB’li olması mümkün görünmüyor ve aksine Türkiye, kıta Avrupa’sının büyük ülkelerine benzer bir AB’li olduğu ölçüde üyelik perspektifini güçlendirecek. Artık en “atlantist” yani “Amerikancı” gözlemcilerin dahi kabul ettikleri yeni bir olgu var dünyada: ABD, siyasî AB’yi kendine rakip görüyor ve AB’nin siyaseten palazlanmasından hoşnut değil. Irak savaşı ile ayyuka çıkan bir tarihî ayrılık/bölünme (schisma) söz konusu. Türkiye bu saflaşmada yerini bellerken azamî derece dikkatli olmalı.

Ve elbette 17 Aralık kararı Türkiye’nin 1959 yılında başlayan AB macerasının vardığı hayatî bir kilometre taşı. Belki bir anlamda ve bütün olasılıkları gözden kaçırmaksızın, Türkiye AB’ye 17 Aralık’ta üye oldu diyebiliriz.

Avrupa bu kararla kendini aşmış durumda
Avrupa ise 17 Aralık kararı ile kendini aşmış bulunuyor. Bu kararı alırken son derece zorlanması ve karara bin bir türlü çekince eklemeye çalışması bu yüzden. 17 Aralık kararı ile, 1 Mayıs 2004’te gerçekleşen ve 1945’te bölünen Avrupa’nın tekrar birleşmesini si