ARZUHAN DOĞAN YALÇINDAĞ

Sosyal Dengesizlikler Gelişmenin Ayağına Pranga Olmamalıdır
 
Son yıllarda ülkemiz çok hızlı bir değişimin içinde... 2001 krizi bu değişimi hızlandıran önemli faktörlerden biri oldu. Enflasyon, büyüme, bütçe açığı, kur istikrarı gibi makro göstergelerin iyileşmesine ve yapısal reformlarla bünyenin güçlenmesine yoğunlaştık. Her iki eksende de önemli gelişmelere imza attık. Yapılacak işler listesi hala çok kalabalık ama, zeminin belli ölçüde düzleşmiş olduğunu söyleyebiliriz.
 
Şimdi artık, bir yandan makro planda eksikleri tamamlarken, bir yandan da dikkatimizi ekonomide mikro tabanın güçlenmesine, sosyal hayatta küresel ısınma gibi sorunlara duyarlılığın artırılması da dahil her türlü küresel gelişmeye ayak uydurmaya yatkın bir toplumsal yapının oluşturulmasına, sosyal dengesizliklerin giderilmesine, siyasetin ve yargının yeniden yapılandırılmasına yöneltmemiz gerekiyor. Çünkü bunlar olmaksızın ekonomide ve siyasette kalıcı bir istikrar elde etmek mümkün gözükmüyor.

Türkiye’nin ekonomik performansı, geçmiş dönemlerle karşılaştırıldığında sıra dışı bir iyileşme göstermesine karşın, bu bize, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla belirgin bir üstünlük sağlayamadı. Yarıştan kopmadık ama öne de geçemedik. Bunda, reform heyecanımızı zaman içinde yitirmemizin önemli etkisi oldu.

Mikro reformlara geçmekte isteksiz davrandık. Kayıt dışı ekonomiyle mücadele, işgücü piyasalarının kapsamlı biçimde düzenlenmesi el sürülmeyen konular olarak kaldı. Teknoloji kullanımı, inovasyon kapasitesi, AR-GE harcamaları gibi konularda ekonominin ihtiyaç duyduğu atılımlar yapılamadı. Yüksek katma değerli sektörlerde yeterli gelişme sağlanamamış olması, yapısal nitelik kazanan bir ithalat talebine ve artan cari işlemler açığı problemine neden oldu.

Enerji, ulaştırma ve bankacılık gibi tüm ekonomiye yüksek etkide bulunan sektörlerde özelleştirmeler ertelendi. Farklı nedenlerle bir türlü gerçekleştirilemeyen sosyal güvenlik reformu da, Türk şirketlerinin dünya standartlarında iş yapmasını sağlayacak Türk Ticaret Kanunu Tasarısı da bir kez daha seçim sonrasına kaldı.

Artık salt makroekonomik istikrarın sağlanması suretiyle elde edilebilecek ek büyüme kapasitesinin sınırına ulaşmış durumdayız. Türkiye’nin, dış talepten ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından daha fazla pay almasına olanak sağlayan, küresel finansal krizlere karşı mukavemeti artmış bir ekonomik yapıya kavuşması gerekiyor. Nitekim, Çin’de başlayan finansal dalgalanma, tüm yükselen piyasaları etkiledi ve muhtemelen bazı kalıcı hasarlara neden olabilecek. Güçlü ve hızlı gelişen bir ekonomi için, mevcut kazanımları mikro reformlarla derinleştirilmeye, üretim süreçlerini yeniden yapılandırmaya, yani reformları bir başka düzlemde sürdürmeye ihtiyacımız var.

Kısaca ifade edecek olursak; 1) Ürün piyasalarında rekabetin önünün açılması, 2) Teknoloji politikalarının belirlenmesi, inovasyon kapasitesinin artırılması, 3) İşgücü piyasalarındaki yapısal katılıkların giderilmesi, 4) Sermaye piyasalarının derinleştirilmesi, 5) Yatırım ortamının iyileştirilmesi ve her türlü idari ve teknik engelin azaltılması, 6) Kayıtdışı ekonomi ile mücadelenin samimi biçimde bağlatılması, 7) Bölgesel kalkınmanın öncelikli gündem haline getirilmesi, 8) Meslek eğitiminin yeniden yapılandırılması, 9) Sosyal destek programlarının oluşturulması, 10) Özelleştirmelerin tamamlanması gerekiyor.
Orta vadede “Mikro reform”ların olumlu etkilerine ihtiyaç duyarken, kısa vadede, yüksek faiz oranlarının büyümeyi ve ekonominin dönüşüm hızını yavaşlatmasını engellemek gerekiyor.

Türkiye’nin üretime ve istihdama en çok ihtiyaç duyduğu dönemde, reel sektörün dünya rekoru kıran reel faizler yüzünden iş yapamaz hale geldiğini görüyoruz.

Dönemsel olarak, yüksek reel faizlerin ülkeye kısa vadeli kaynak girişi sağladığı, bu yolla da cari açıkları finanse ettiğimiz bir gerçek. Ancak, ekonomide gereken dönüşümün sağlanamaması yüzünden, dönemsel olarak makul karşılanabilecek bu durum, gitgide Türkiye ekonomisinin yapısal bir özelliği haline geliyor.

Bugünkü enflasyon hedefi göz önüne alındığında Türkiye’deki reel faizlerin bu kadar yüksek seyretmemesi gerekiyor. Bu da bize ekonomi ile ilgili politik kararların ve siyaset sahnesi ile ilgili risk algılamasının primi yükselttiğini düşündürüyor. En basit düşünce egzersizi bile bize siyasi riski azaltmamızı emrediyor.

Siyasal alana girmeden önce, böylesine derin ve hızlı bir ekonomik dönüşüme mutlaka ve mutlaka, bir sosyal dönüşümün eşlik etmesi gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Bu bakımdan, eğitim, istihdam, kadın-erkek eşitliği, bölgesel kalkınma ve bireysel gelir dağılımı konularını kısaca dikkatinize sunmakta yarar görüyorum.

Sosyal reform alanlarının en başında, son zamanlarda sıkça tartışma konusu haline gelen, çağdaşlığın en önemli göstergesi ve belirleyicisi olan eğitim yer alıyor... 2006 yılında gerçekleştirilen bir TÜSİAD çalışması, büyümenin temel dinamiklerinden biri olan eğitimle ilgili harcamaların, Türkiye’de büyümeyi desteklemediğini, hatta sınırladığını ortaya koyuyor…

Dolayısıyla, salt eğitim harcamalarının artırılması yeterli değil, eğitim harcamalarında kalite ve akılcılık da önem taşıyor. Eğitimde bütçe, müfredat, eğitimci kalitesi, fiziki altyapı, teknoloji gibi konuların yanı sıra, sosyal gelişim açısından önemli başka konuların da üzerinde durmalıyız: Kız çocukların eğitimin her kademesine eşit erişimini ve eğitime devam etmelerini sağlamak, okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmak, zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarmak, meslek okulu-istihdam ilişkisini etkin şekilde kurmak bunlardan birkaçıdır.

Üniversiteler evrensel normlarda bilgi üreten, rekabet gücünü arttırmaya ve yaratıcı insan gücünü yetiştirmeye odaklı, çağdaş kurumlar haline getirilmelidir. Yaşamboyu eğitim konusunda toplumda bir farkındalık yaratılmalıdır.

Eğitim, ideolojik mücadele alanı değil, kalkınmanın stratejik bir faktörüdür.

İşsizlik Türkiye’nin en önemli sosyal yaralarından biridir. Türkiye ekonomisinde tarım dışı işsizlik oranının aşağı çekilebilmesi için yılda ortalama en az 550 bin kişilik yeni istihdam yaratılması gerekmektedir. Son yıllarda görülen işgücüne katılım eğilimindeki artış devam ettiği taktirde, bu rakamın bir milyona yaklaşması kaçınılmaz olacaktır.

İşgücü piyasası ile ilgili iki temel sorunla karşı karşıyayız:
Birincisi, mevcut yapıda bile istihdam olanakları nispeten artırılabilecekken, işgücü piyasasındaki katılıklar, ücretler üzerindeki vergi ve prim yükleri bunu engelliyor.
İkincisi, Türkiye ortalama yüzde 7’lik bir büyüme hızını ancak verimliliği ve katma değeri yüksek bir üretimle yakalayabilir. Bu da vasıflı işgücüne ihtiyacımız olacak demektir. Vasıfsız bir işgücü ile gelişmiş bir ekonomi yaratılamaz.

Türkiye’de toplumsal yapının gelişimi için, toplumun yarısını oluşturan kadınların, eğitim, çalışma hayatı ve siyasette karar alma süreçlerine eşit katılımlarının önü özel bir çabayla açılmak zorunda. Ayrıca, Türkiye’nin, en az on yıl süreyle, kadınların siyasete katılımını asgari temsil eşiği olarak kabul edilen % 30’lara çıkarabilmek için, kota dahil çeşitli pozitif ayrımcılık politikalarını devreye sokmasına ihtiyaç var. Sağlıklı bir toplum yapısı istiyorsak, toplumda kadının rolünü ve statüsünü güçlendirmek zorundayız. Kadını kısıtlayan bir toplum, kendi geleceğini kısıtlar.

Aynı şekilde, Türkiye’de toplumsal yapının gelişimi için bölgelerarası gelişme farklarını da en aza indirmek zorundayız. Bölgesel kalkınma için bugüne kadar uygulanan teşvik politikalarının başarı şansının olmadığı artık dünya çapında kanıtlanmıştır. Hatta merkezi hükümetin yüklü parasal yardımları üzerine kurulu bu tür politikaların bağımlılık yaratıp, bölgenin kendi kaynaklarının gelişimini engellediği ortaya çıkmıştır.

Sadece kamusal bir yaklaşım yeterli değildir. Dünya örneklerinde olduğu gibi, özel sektörün ve STK’ların karar alma ve uygulama sürecine dahil edilmeleri rekabet gücüne büyük katkı yapacaktır. Gerek eğitim ve işgücü politikalarındaki deşiğimler, gerekse cinsler ve bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesi Türkiye’deki bireysel gelir dağılımını uzun vadede olumlu yönde etkileyecektir Ancak, bu, asgari ücretin vergi dışı bırakılması ve yoksullukla mücadele