ZİRVE Ali Nasuh MAHRUKİ
AKUT Başkanı
19 Mayıs’ta Türk Gençliğinden Ne Anlıyoruz?
 
Nutuk; “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş” girişiyle başlar. İstiklal Savaşı destanımızın başlangıcını ifade eden ve büyük önder Atatürk’ün Türk Gençliği’ne armağan ettiği bu çok önemli tarihi her yıl büyük bir coşkuyla kutluyor; ATA’mıza ve onun değerlerine koşulsuz bağlılığımızı dile getiriyor, gösteriyoruz. Mustafa Kemal’in, işgal altındaki İstanbul’dan Bandırma vapuru ile ayrılışı büyük destanımızın ilk adımını oluşturur. Kızkulesi açıklarında düşman zırhlılarının arasından geçerken şunları söyler; “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah gücüne dayanırlar. Bildikleri tek şey yalnız maddedir. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin gücünü anlamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz.”

Mustafa Kemal, Anadolu’ya Türk Milleti’nin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi; fikir ve inancı götürmüştü ve Türk Milleti’nin eşsiz cesareti ve fedakarlığıyla bir destan yaratmış ve ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmayı başarmıştı. Belki de 19 Mayıs tarihini; Anadolu’ya fikir ve inancın eriştirildiği tarihi, Türk Gençleri’nin de fikir ve inançla vatanlarına, milletlerine sahip çıkmaları gerektiği düşüncesiyle, onlara armağan etmişti.

Bugün genç dediğimizde anladığımız ifade; yaş aralıkları farklı kurgulanabilmekle birlikte kabaca, + - 20 ile + - 40 yaş arasındaki nüfusumuzu vurguluyor. İçinde bulunduğumuz sürecin; bu yaş grubunu da kapsayan çalışabilen nüfusumuzun, toplam nüfusa oranının en üst seviyede olduğu ve bunun da ülkemiz için bir fırsat penceresi olduğundan daha önce bahsetmiştim. Genç ve çalışabilir nüfusumuzun ülkemize en üst düzeyde hizmet edebilmesini sağlayabilmenin yolunun da, çağdaş eğitim sistemleriyle, yalnızca ulusal değil küresel anlamda da rekabet avantajına sahip olacak şekilde özenle yetiştirilmeleri olduğunu, bunun aksinin ise ciddi bir tehdit olabileceğini yine daha önce vurgulamıştım.

Bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık dönemleri bireysel hayatımızda kalıcı kavramlar değildir. Hepimizin bildiği ve yaşadığı gibi; bunlar doğanın zorunluluğu gereği herbirimizin peşisıra geçirdiği süreçlerdir. Dışarıdan bir gözle bakıldığında rahatlıkla anlaşılacağı gibi, sosyal hayatımızın herhangi bir zaman diliminde bunların herbiri aynı anda varolur. Yani toplumlarda aynı anda bebekler, çocuklar, gençler ve diğerleri varolurlar. Bizler de bunları genel kavramlar olarak algılar ve kullanırız. Oysa bu kaçınılmaz geçiş süreçleri bir birey üzerinden ele alındığında her dönemde farklı bir anlam ifade eder. Bugün bebek olan yarın çocuk, öbürgün genç olacaktır; bugün genç olanlar yarın olgun, öbürgün ihtiyar olacaktır. Bizler ne yazık ki bugüne gereğinden fazla bağlandığımız için; geçmişi geride kalmış eski bir anı, geleceği ise kendi kendine gelmekte olan bir süreç olarak değerlendirme yanılgısından kendimizi bir türlü kurtaramıyoruz. Oysa bunların hepsi bir bütünün (hayatımızın) bizim yaradılışımız itibariyle algılama eksikliğimizden kaynaklanan tam olarak birleştiremediğimiz parçalarını oluştururlar. Biz dünün koşullarının zorunluluğu gereği bugünü bu şekilde yaşıyoruz ve aynı şekilde bugünkü yaşamımızın yaratacağı etkileşimler gereği de yarınımızı, yine bugüne ve düne bağlı olan zorunluluklar nedeniyle belirli bir plan dahilinde yaşayacağız.

Aslında bu kadar basit bir kuralı olan yaşamımızı; sürekli belirsizlikler, endişeler ve korkular içinde sürdürmenin ne kadar boşa harcanan bir enerji olduğunu bilemiyorum size hissettirebiliyor muyum. Bireysel olarak geçerli olan bu basit etki – tepki kuralı elbette ki toplumsal olarak da geçerlidir. Toplumlar da geleceklerinde, kendi karar ve eylemlerinin sonuçlarını yaşamak zorundadırlar. Tıpkı; güçlü liderleri ve fedakar milleti eliyle, tarihin kaydettiği en güçlü imparatorluklardan birini kuran Türkler’in, sorumsuz, bilgisiz, cahil, bağnaz, gelişmelere kapalı, hatta kendi vatanına karşı ihanet içinde olan yöneticileri yüzünden, Anadolu coğrafyası hariç ellerindeki herşeyi 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yıllarında yitirmeleri gibi.

Atatürk; geleceğimizi gençlere emanet ederken, gençlerimize en iyi imkanların verilmesi gerektiğini her fırsatta vurgulamış, onların diğer ülke gençleri arasında yükselmelerini sağlayacak bilgi, kültür ve görgü ile yetişmeleri için her türlü ön hazırlığı, o günün koşullarının bütün elverişsizliğine rağmen muazzam bir başarı ile kurgulamayı başarmıştı. Bunun için gerekli kurumları kurdurmuş, kısıtlı kaynakları en doğru şekilde kullandırmış ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini çağdaş medeniyetler içerisinde layık olduğu yere erişebilecek şekilde yaratmıştı.

Dolayısıyla eğer ATA’mızın en büyük emanetinin; vatanımızın, Türk Gençleri’ne bırakılmış olmasından söz ediyorsak, o zaman Türk Gençliği’ni bu ağır görevi üstlenebilecek donanımlarla yetiştirmek zorundayız. Türk Genci’ni doğduğu günden itibaren, hatta bana sorarsanız annesi ve babası onu var etmeye karar verdiği günden itibaren; ona sahip çıkıp, devletin bekası ve güvenliği ile milletin refahının yegane şansı olduğunun bilincinde, çağdaş ölçülerde yetişmesini sağlamak zorundayız. Bunun yolu da, Türk Gençliği diye tanımlanan nüfusumuzun, sadece dönemsel farklarla gerçekte hepimizi içeren, yani bütün Türk Milleti’ni içeren bir unsur olduğunu anlamak ve gereğini de ona göre yapmaktan geçmektedir.

Gençliğinde çalışan, üreten emeğiyle toplumuna katma değer yaratan, savunulması gerektiğinde canını korkusuzca ortaya koyan gençlerin, olgunluk çağlarında düşünsel yetkinlikleriyle, entelektüel birikimleriyle, üstlendikleri görev ve sorumluluklarıyla ülkelerine ve milletlerine hizmet ettiklerini, ihtiyarlıklarında da, gençlerde olmayan bilgi birikimi ve deneyimleriyle yol göstericiler olarak bu hizmeti sürdürdüklerini unutmamalıyız.

Bebekliği ve çocukluğu sağlıksız yaşam koşullarında geçen; eğitim, kültür gibi konularda büyük eksiklikleri olan, hatta magazin kültürsüzlüğüne mahkum edilmiş bir gençliğin, ülkesi ve milletinin değerlerini başarı ile savunabilmesi ne yazık ki çok ama çok zor olacaktır. Aynı gençliğin olgunluk çağlarında, sorumluluk duygusu gerektiren süreç içerisindeki görev ve yetkilerini kullanmada da sayısız kayıplar ortaya çıkacaktır.

Daha açık bir ifade ile; Türk Genci’nin, Atalarının değerleri ile vatandaşlık sorumluluklarını yerine getirmelerini gerçekten istiyorsak, o zaman bu döngüsel sürecin her aşamasında aynı hassasiyeti göstererek hareket etmek zorundayız. Aksi her türlü davranış, son 25 yıldır yaşadığımız gibi kayıp kuşaklar yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu kayıp kuşaklar sadece bebeklik, çocukluk, gençlik olmayacak, bir yaşam boyu süregidecektir.