MAKRONOT Murat GENER
Girişimci-Ekonomist
Duyduklarımıza mı İnanalım, Gördüklerimize mi?
 
Lise tarih hocamız tarihi gerçeklerden müfredatın öngördüğü şekillerde bahsederken, akıl almaz iddiaları sorgulayan bizlere pek de müfredatın dışına çıkmadan şöyle tembihlerdi; “duyduğuna hiç inanma, gördüğüne yarı inan”

Hayatın her aşamasına yorumlanamaz bu cümle elbette. Çoğu zaman duyduğumuza inanmak zorunda kalırız hele gördüklerimiz hayatın gerçekleridir ve sorgulanamaz diye düşünürüz. Söz gelimi Başbakan’ımızın “yan gelip yatma yeri değildir” diye askerlik kurumunun tanımını yaptığını duyarız bir radyo bülteninde. İnanmak gelmez içimizden. Sonra bu sözleri ekrandan izleriz yani görürüz. Yarı yarıya inanmak gelmez bu kez içimizden. Ama ne yaparız ki inanmaktan başka çaremiz yoktur. Örnekleri, ortak gündemimizden binlerce artırmak mümkün. Tabii her bir bireyin kendi gündeminde bu örneklerin sayısı belki milyonu bulur.

Bu uzun giriş kısmını ekonomik gerçeklere bağlamaya niyetliyim. Rakamların gerçek-liği, kendimi bildim bileli – ki yaşça benden büyüklerin de kendini bildi bileli olduğunu biliyorum – sorgulanır. Enflasyon düşüyor, ekonomi büyüyor peki bizim cebimizdeki paranın miktarı ya da daha doğrusu bizim cebimizdeki paranın satın alabileceği malın miktarı neden artmıyor? Ekonomik iyileşmeler bizlere neden yansımıyor? İşte bu çerçevedeki sorular kendimi bildim bileli soruluyor. Hem de sadece sokaktaki vatandaş değil bunu soran, özetle uzmanlık alanı iktisat olmayan akademisyenlerin dışında kalan herkes diye genelleyebiliriz bu soruların sahiplerini. Sorunun yanıtını verenlerin yanıtları ise biraz teknik kalır genelde. Satın alma gücü ile enflasyon arasındaki dolaysız ilişkiden başladığı zaman açıklama, uzmanlık alanı iktisat olmayanlar, “ama işte rakamlar yanıltıcıdır” diye kestirip atıveriyorlar tartışmayı.

Erken bir yılbaşı kutlamasında bir dost sohbetinde, uzmanlığı inşaat ve emlakçılık olan bir işadamıyla sohbet ediyoruz. Aynen aktarıyorum onun ağzından; “10 yıldır bu işi yapıyorum, ama yaprakların bu kadar az kıpırdadığı bir dönem hiç yaşamadım” Dostum bu sözleri sarfederken cümlenin “10 yıldır bu işi yapıyorum” kısmına özellikle vurgu yapıyor. İnşaat ve emlak işi yapan birisinin 10 yıldır bu işi yapması demek depremi de, 2001 krizini de yaşadığı anlamına geliyor.

Abartıyor diye düşünüyorum. Ayrılıp yanından o gün o toplantıda bolca bulunan bir diğer inşaat ve emlak uzmanının yanında alıyorum soluğu. İşler nasıl gitti bu yıl diye giriyorum lafa. Yanıt öncekinden daha kötü: “son 3 aydır ne bir daire satabildik, ne de satan birini duyduk.”

O toplantıdan bir hafta kadar sonra. Turizm sektörünün duayenlerinden bir başka dostumla bu kez telefonda sohbet ediyoruz. Önce “deve” krizinden dert yanıyor biraz, sonra da turizmin toparlanması o kadar da hızlı olmaz. İşler geçen yılkinden farklı değil, bu yaz da sıkıntı yaşayabiliriz benzeri sözler ediyor.

Aynı gün bu yazının yazılması için oturduğumda masanın başına gazeteyi açıp bakıyorum, yılı değerlendiren haberler yapılmış bol bol. İhracatımız 100 milyar dolar sınırını zorlamaya başladı. Enflasyon kabul edilebilir seviyelerde, ekonomimiz büyüyor. Seçim yaklaşmasına rağmen riskler yok denecek kadar az. Rakamlara bakıldığında görünen o ki makro dengeler gerçekten de sorunsuz bir şekilde seyrini sürdürüyor. Sütliman, dalgasız, durgun, huzur veren bir hava var ekonomimizde.

Muhabirlik yıllarımda yaptığım gibi hergün sokaklarda vatandaşın, esnafın nabzını yoklayabilecek imkanlarım yok artık elimde. Ama telefonla ya da dost sohbetlerinde gördüğüm, anladığım, sezebildiğim kadarıyla gördüğümüz rakamlar ile sohbette anlatılanlar pek de birbirini tamamlar nitelikte değil.

Bu durumdan çıkacak birbirine benzemez 3 sonuç var. Ya gerçekten iktisatçı olmayanların söylediği gibi rakamlar güvenilmez. Ya rakamlar güvenilir ama vatandaş ve ticaret erbabı hep “yok”demeyi alışkanlık edinmiş. Ya da her ikisi de değil. Bizler gördüğümüze hiç inanmayacağız, gördüğümüze yarı inanacağız