Dr. AKKAN SUVER

Çağımız Anlaşma, Barış, Uzlaşma ve Diyalog Çağı
 
Marmara Grubu Vakfımız bugün 20 yaşında bir kuruluş. Ben 7. başkanıyım. Türkiye’ye ulusal ve uluslararası alanda ve bölgesel alanda faaliyetleriyle düşünce kuruluşu bazında yön vermeye çalışan bir sivil toplum kuruluşuyuz.
 
Marmara Grubu Vakfı, AGIT’in, UNESCO’nun ve BM’in üyesi. Ulusal toplantılarımız Türkiye’de yapılan ve Türkiye’yi alakadar eden konulardan oluşuyor.Uluslararası toplantılarımızagelince, her yıl yaptığımız ve özellikle her geçen yıl biraz daha değer kazanan, daha kuvvetli kadrolarla, oldukça büyük katılımlarla gerçekleşen "Avrasya Ekonomi Zirvesini" gösterebiliriz. Bu yıl 8. sini yaptığımız 5-6-7 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz Avrasya Ekonomi Zirvesi, 3 ülkenin Başbakan yardımcısı, 7 ülkenin Bakan seviyesindeki katılımıyla, Türkiye’den de 6 Bakan, 1 Meclis Başkanı, 1 eski Cumhurbaşkanı iştirakiyle gerçekleşmiş bulunmaktadır.

Türkiye’de STK kelimesinin karşılığı daha henüz bulunmuş değildir. STK demek, sizin vaktinizi verdiğiniz, çevrenizdeki parayı verdiğiniz, eşinizden, dostunuzdan, ailenizden kaçırdığınız zamanı gönüllü olarak değerlendirdiğiniz yerdir. Meslek Odaları ile STK’ları yanyana getirmenin ve onlara da STK demenin bence bir anlamı yoktur. TÜGİAD bir STK’dır. Bu derneğe siz paranızı, zamanınızı, bilginizi veriyorsunuz ve bunları gönüllü olarak yapıyorsunuz. İstanbul Barosu bir STK değildir. Avukatlık yapabilmek için baroya kaydınız gerekmektedir. Baro sizi kaydetmezse siz avukatlık cüppenizi giyemiyorsunuz. Marmara Grubu Vakfı’nda ve TÜGİAD’da böyle bir şey yok. Oraya gelen şahsiyet kendi zamanını, parasını, kendine ait imkanlarını gönüllü olarak sunuyor ve hiçbir şekildegeri dönüşüm beklemiyor.

Meslek odalarıyla gönüllü kuruluşları birbirinden ayırmak lazım. Vakıflar, dernekler birer gönüllü kuruluş. Halbuki Batı, AB, bizim STK dediğimiz kuruluşları tarif ederken bu kuruluşları kabul etmiyor. Batı’da, devletler para alamıyor, kuruluşu da STK olarak kabul etmiyor, STK kendi imkanını kendisi yaratacak diyor. Marmara Grubu Vakfı bu nitelikte bir kuruluş. Gönüllü ve asil üyeleri var. Asil üye 340 civarında, gönüllü üyesi ise 1200 küsur. Vakıf o gönüllü üyelerin çalışmaları, çabaları, bir başka deyişle sponsorluklarıyla yaşıyor. Yaptığımız faaliyetlerle ilgili birkaç küçük örnek vereyim. 8 yıldır gerçekleştirdiğimiz, dinler arası sevgi ve barış sofrası ismini verdiğimiz, dinler arası barışın varoluşuna ve yaşadığına örnek teşkil edecek olan Rum-Ermeni-Süryani cemaatleriyle Musevi cemaatini yanyana getirdiğimizDiyanet İşleri Başkanımızın başkanlığında verdiğimiz iftar yemekleri.

Bu sene Londra’da ve Mısır’da gerçekleşen terör olaylarından sonra ve bu terör olaylarının arkasında da Müslüman ülkelerin varolduğu iddiası ve gerçeği de gözönüne alınarak "medeniyetler buluşması" adı altında bir iftar yemeği yapacağız. Önce konferans ve sonra yemekle nihayete erdireceğiz. UNESCO’dan ve 3. Dünya ülkesi olan Endonezya ve Malezya’dan din adamı getirterek bizim din adamlarımızla, Rum Ortodoks Patriği, Ermeni Patriği, Süryani Metropoliti, Katolik Süryanilerin Kore Piskoposu, Türkiye Hahambaşısı ve Diyanet İşleri Başkanımızın katılacağı bir medeniyetler buluşması veya uygarlıklar buluşması adıyla bir iftar yemeği hazırlığı içine girdik.

Bu gidiş böyle devam ederse; zira eğer Pakistan’ın nüfusu 100 milyonsa ve %99’u teröre karşıysa geriye 1 milyon insan kalıyor, dünyada Müslüman nüfus 300-400 milyonsa bunun %99’u teröre karşıysa, yine geride 4-5 milyon insan kalacak. Bu geride kalanlarla rutin yollarla mücadele etmek imkansız. Psikolojik, sosyolojik yaklaşımlar yoluyla mücadele etmenin ve dünyada hakiki anlamda barış dini olan ve bizden önceki Osmanlı devletinde de barış dini olarak empoze edilen ve İstanbul da, Balkanlar da, Osmanlı egemenliği döneminde Rum, Musevi, Katolik, Levanten sayamayacağınız kadar insan, bir arada kendi ibadetlerini yaparak yaşamışlarsa bu bizim dinimizin icabından ibarettir.

Bunu Türkiye büyük Atatürk ile laikliği benimseyerek daha rasyonel bir hale getirmiş ve dinle devlet işlerini ayırarak büyük bir cesaretle kurumsallaştırmış. Laisizmi benimsemiş, özümsemiş bir ülke olarak bizim burada rehberlik yapmamız gerektiğine inanıyorum. Marmara Grubu Vakfı olarak Kasım veya Aralık ayında Paris’te bir toplantı yaparak Türkiye’nin laik yüzünü göstermek arzusundayız. Bu konuda bir çalışmamız bulunmaktadır.
Marmara Grubu Vakfı olarak Biz AB’den yanayız ve savunucusuyuz. Türkiye’nin "YES to Europe" kampanyasına katılan 200 kuruluştan birisiyiz.

Türkiye AB ilişkiler hakkında neler söylemek istersiniz?
3 Ekim müzakeresi öncesinde AB kurallarını yerine getirmemiz gerek. AB kuralları bize uygun değil. Biz kuralları okuyarak değil de deneyerek, algılayarak, deneme yanılma yoluyla hayatta kendimize yön bulan bir gene sahibiz. Ama onlar herşeyi kağıda, yazıya dökerler. Dolayısıyla ortaya 100.000 sayfalık bir müktesebat çıkıyor. Çoğu şey tekrar ediliyor. Bu bizim şuurumuza, kafamıza, genlerimize uygun değil. Bunu bir kere kabul etmek lazım.Biz, sobanın ateşinin el yaktığını, elini sobaya değdirerek anlayabilmiş bir milletiz. Yani sobanın el yakacağına inanmayız, önce elimiz yanar, sonra deriz ki bu sobadan elimiz yandı, demek ki soba el yakıyor. Ama Batı böyle değil. Batı sobanın önüne 100 tane kağıt koyuyor; sobaya yaklaşma kıvılcım sıçrar, vs...

Çok basit bir örnek ama gerçeği bu. Bu örnekten yola çıkarsak önümüze şu çıkıyor: Ya bu kuralları uygulayacağız ve bu kurallara ait şartları yerine getireceğiz veya bu işlerden vazgeçeceğiz. 3 Ekim günü başlayacak olan müzakerenin tüm şartlarını önyargısız kabul ediyoruz ama bunların uygulanabilmesi için zamana ve önümüzü görmemize ihtiyaç var. Onların da bize en azından belli bir süre tanımaları ve bir tarih vermeleri lazım. Bunu söylemek ayıp bir şey değil. Bizim bir genimizde de "ayıp" var. Mesela lokantaya gideriz, hesap gelir. Hesabı ödeyen arkadaş masanın altından para sayar. Kötü bir şey yapmıyorsun ki? Sen şerefinle, haysiyetinle, üstelik ağalık yaparak masadakilerin parasını ödüyorsun. Hesabı kontrol etmek de bizde ayıptır. Batılı, kalktığı lokantada yarım kalmış şarabı işaret eder; der ki: "Bunu sar, eve götüreceğim." Niye? Çünkü şişenin bedelini ödemiştir. Garson da gayet güzel bir şekilde paketi hazırlar ve takdim eder. Ama bizde bunlar ayıptır. Bu bizim eksik veya farklı tarafımızdır. Bizim ayıp dediğimiz ve söylemekten utandığımız şey Batı’da çok rahat söylenen ve argümanını da ortaya koyarsanız, kabul görebilecek bir meseledir.

Başımdan geçen bir olayı aktarmak isterim. BM üyeliğimiz sırasında benim doldurup altını birer birer imzaladığım kağıt adedi 1612’dir. Bir de fotokopisini aldık. 3500 sayfa kağıt çıktı. Alt tarafı bir STK konsültatif statüde üye oluyor. Ama Batılı budur, buna da kızmamak lazım. Batı ile anlaşma şartları ve kuralları budur. Bizim hassas olduğumuz bazı konular var. Bu konuların başında üniter yapı ve Kıbrıs sorunu gelir. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü, Türkiye’de marjinal yaşayanların bile düşünemeyeceği, düşünseler bile ütopyadan ileri gitmeyeceğini bilen bir insanım. Kıbrıs’ın benim için ifade ettiği manayı bir Slovakyalı’ya anlatamam. Ne lazım o zaman? Demek ki bana düşen bir görev var. Nasıl onlar benim önüme müktesebat diye sayfaları koyuyorlarsa, sosyologların sosyoloji açısından, psikologların psikoloji açısından, hukukçuların hukuk açısından, ekonomistlerin ekonomi açısından bunları kağıtlara döküp yazıyla veriler halinde sunması lazım.

Kıbrıs’ın benim için ne kadar önemli olduğunu ben şiirle, edebiyatla, hamasetle anlatamam. Türkiye’deki insana anlatırım ama İtalyan’a ne anlatayım? Benim için yüzerek geçeceğim kadar yakın bir mesafeye uçakla 4,5 saatte gelen İngiliz, benim burnumun ucundaki adadan benim vazgeçmemi istiyor...
Nasıl o benim önüme dosyaları koyuyorsa oku bunları diye, bende onun önüne bu dokümanları koyarak, bunları oku, ondan sonra konuşalım deme şartına haizdim demedim. Biz kızmayalım, bizim genetiğimiz bu. Bizde ampirik metod vardır, deneme yanılma metodları vardır. "Gün ola, hayrola" bize ait bir sözdür.Biz diyoruz ki, AB ile top oynayacağız, AB’nin forması ne renkse, o formayı giyeceğiz, AB’nin antrenörü bize ne tak