Dr. ORHAN AHISKAL

Avrupa Bizi Kendinden Kabullenmemiştir, Kolay Kolay da Kabullenmeyecektir
 
Zor bir dünyada yaşıyoruz. Teknolojinin varmış olduğu son derece yüksek seviyelere ve bu seviyelerin insanoğluna kazandırmış olduğu, dünyanın dört bir köşesine hızlı ulaşım, tıptaki ilerlemeler, gittikçe uzayan insan ömrü ve en azından gelişmiş ülkelerdeki uygar yaşam biçimi gibi rahatlıklar ve kolaylıklara rağmen gittikçe yaşaması zorlaşan bir dünya! (Hemen ekleyeyim böyle bir girişten sonra amacım dünyadaki zorluklara çareler bulmak olmayacak, ama bahsedeceğim konunun bu sorunların temelinde bulunduğunu söylemek gerek.)
 
Özgeçmişinizden gördüğümüz kadarıyla kariyerinizin büyük bir kısmını yurtdışında yapmışsınız. Bir sanatçı olarak, bize dışarıdaki izlenimlerinizden bahseder misiniz?
İzninizle sorunuza sanatçıdan önce bir insan olarak yanıt vermek istiyorum. Sonra da bir sanatçı olarak yorum yapacağım. Artık, örütbağ (internet) gibi iletişim ağlarının gittikçe yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Bilgisayar başına oturup aklınıza gelebilen her konu hakkında kolaylıkla bilgi edinmek, dünyanın başka bir köşesinde olup bitenlerden anında haber almak artık çok kolay. Ama genelde bahsedilmeyen bir nokta var: cehalet - bilgi çağında yaşamamıza rağmen, gelişmişinden gelişmemişine kadar birçok ülkede ve yüksek eğitimliler arasında bile yoğun olarak rastlanan cahillik. Bu hem de tehlikeli bir tür cehalet: cahil olduğunu farketmeden cahil olmak. Belli bir konuda iyi eğitim görmüş, hatta uzmanlaşmış ama dünyanın üzerinde yaşayan insanlar, bunların kültürleri ve bu farklı kültürlerin küresel topluma sunabileceği katkılardan bihaber bir insan kitlesi düşünün. Çağımızda bu durum kabul edilebilir bir durum değildir artık.

İşte ülkemiz de sık sık bu tür bir cahilliğin etkilerinin hedefi oluyor. Bu günlerin en önemli konularından biri Türkiye’nin Avrupa Birliği`ne üyeliği. Önümüze çıkan bir konu da Türkiye`ye imtiyazlı ya da sınırlı bir üyelik verilmesi. Yani ‘üye gibi birşey olun ama Türk insanı olarak Avrupa`da dilediğiniz gibi dolaşmayın’ diyorlar,ülkelerini sel gibi basmanızı istemiyorlar. Bunun çok açık bazı nedenleri var. Bunun için geri dönüp tarihe bir bakmakta yarar var. Yüzyıllar boyu Türkler Avrupalı`nın çok korktuğu bir unsur olmuş. Her an ülkelerini ellerinden alıp onları idare etmeye, vergilendirmeye niyetli olan Osmanlı endişesi ile yaşamışlar. Bu korku bazen gerçek olmuş ve Osmanlı buyruğuna girmişler. Bazıları çok uzun zaman bu konumda kalmış. Daha sonra ya kendi boylarının ya da başkalarının kışkırtmasıyla, Osmanlı ile savaşıp (özgürlüklerini) bağımsızlıklarını almaya çalışmışlar. Elbette bu esnada karşılıklı insan kıyımları yaşanmış. Bizim müslüman olmayanlara dediğimiz gibi "gâvur! Türk", "korkunç Türk" gibi tanımlamalar 20’nci yüzyılda bile onların tarih kitaplarında yer almış. Öyle ki neredeyse her kötü olayın borcunu haklı haksız bize yüklemeye alışmışlar.

Yurtdışında böyle durumlarla karşılaştınız mı?
Bunun birçok örneği var ama aklıma şu geldi: 2001’de Romanya kuzeyindeki Braşov’daydım. Braşov’un içinde Kara Kilise isimli büyük bir kilise var (hatta içinde de Anadolu’nun dışındaki en büyük tarihî Türk halı ve kilimleri koleksiyonubulunuyor). Zamanında adı Ak Kilise imiş ama büyük bir yangın sonucunda kararan taş yapıya sonradan Kara Kilise adı verilmiş. Braşov’lu müzisyen arkadaşım bana, şaka yollu da olsa, hep Türkler’in yaktığı kilise ve Türkler’in barbarlıkları diye takılıp duruyordu. Ben araştırmadan edemem, kilisenin aslında bilinenin aksine Avusturyalılar tarafından yakıldığını bulup öğrendiğimde onlar da benim kadar şaşırmışlardı.
Gene aynı dönemden kalma başka bir imaj ise bizim Araplarla bir olmamız! Ne yazık ki birçok ülkede tanıştığım insanlar hâlâ Türk ve Arap kelimelerini aynı anlamda kullanıyordu. Arapların şu anda Batı dünyasındaki imajını bir düşünün … Bir de bunlara 1960`lardan itibaren Almanya`ya ve diğer Avrupa ülkelerine işçi olarak giden Türkler imajını ekleyelim. Alman bir tarih doktoru bayan bana `Türkleri biz gastarbeiter (misafir işçi) sınıfında bile değil, daha alt bir sınıflandırmada gördük daima` demişti. Yani İtalyanlar, Yunanlılar gibileri de misafir işçi olarak davet edilmişlerdi.İnsanımızın oradaki imajını zaten hepimiz biliyoruz. Avrupa bütün burnubüyüklüğü ile bize hâlen bu gözle bakmaktadır. Yani Fransız gazeteci Patrick Besson’un dediği gibi ‘Avrupa`da birçok Avrupalı toplumdan çok daha uzun süre yaşamış, yerleşmiş, özellikle Balkanlar ve Orta Avrupa`da büyük kültürel miraslar bırakmış’ olmamıza rağmen onların gözünde bir türlü Avrupalı olamamışız: çünkü değiliz ve belki de olmamalıyız zaten. Bizi kendilerinden kabul etmemelerinin nedenleri arasında elbette din farklılığı da tartışılmaz bir nedendir (onlar ne kadar reddetseler de). Ama bence en önemli neden değildir. En önemli neden kültürel faklılıktır, din bunun yalnız bir parçasıdır. Bu fark, zaten kültürümüz ve toplumsal özelliklerimiz hakkımızda genelde cahil olan Avrupalı`yı korkutmaktadır. Kısacası Avrupa bizi kendinden kabullenmemiştir, kolay kolay da kabullenmeyecektir.

Peki burada bizim hiç mi suçumuz yok?
Evet bir de kendimize bakalım: Ulu Önder’imiz Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü olduğu işte burada bütün açıklığıyla karşımıza çıkıyor: harf devrimi, kıyafet devrimi ve eğitimin laikleştirilmesi gibi devrimler uygarlığı bizi geçmiş Batı ile ortak bir konuma koymak için yapılmış. Ama burada amaç asimile olup kendi kimliğini kaybetmek olmamış hiç bir zaman. Tam tersine amaç daima kendi kültürünü, kimliğini bozmadan saklayıp, bu kimliği uluslararası ortama taşımak için evrensel ve ortak yollar bulunması olmuş. Bu yolların en önemlilerinden biri de sanat alanıdır.
Evet, Devlet Konservatuvarları, Senfoni Orkestraları, Opera ve Bale toplulukları ve Tiyatroları hep bu amaçla kurulmuştur: bir yandan Sanat Müziği ve Halk müziği gibi kendi müziklerimizi yozlaşmadan ve bozulmadan arşivlemek, bir yandan da bu eşsiz birikimi Batı’nın çoksesli beste tekniklerini kullanarak uluslararası alana taşımak. Ve müzik, kanımca, bu noktada tartışılmaz değer taşıyan, ulusları ve kültürleri birbirine bağlayan, insanlar arasında din, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın onları uyum içinde bir araya getirebilen yegâne köprü. Keman çalmanın (ya da konser piyanisti olmanın, resim yapmanın, opera şarkıcılığının) Avrupalı’nın ve diğerlerinin kafasında Türk olmakla çelişmediği bir ortam yarattığımızda, zaten Avrupa’nın ve de uygar dünyanın saygı gören bir parçası olacağız.

Keman çalmanın yurtdışında Türk olmakla çeliştiğini söylüyorsunuz. Bu durum çelişme kelimesini kullanacak kadar vahim mi?
"Sen hiç Türk’e benzemiyorsun, esmer değilsin, mavi gözlüsün" ve, beni en çok güldüren "Nasıl olur? Hem Türksün hem de keman çalıyorsun" (yani Klasik Batı Müziği anlamında). Evet, ben bu sözleri 1990’ların İngilteresi’nde çok sık duydum. Şaşırtıcı ve üzücü ama gerçek. Öyle bir Türk imajı ki keman çalmakla çelişiyor! İşte bizim Türkiye olarak uğraşmamız gereken konu da bu imajı değiştirmek. Elegans’ın 65 sayılı Ocak-Şubat 2004 sayısında Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mehmet Murat BEKDİK’in halen yaşadığımız bir 3. Dünya Savaşı olduğunu söylediği yazıda çözümün de ortak bir Doğu-Batı karışımı (sentez) oluşturulmasında olduğunu söylemişti. İşte gerek coğrafik konum, tarih ve gerekse de kültürel olarak bu sentez burada Anadolu’da, yani bu sentez biziz.

Sizce bu imaj nasıl değiştirilebilir? Sizin bu konuda çalışmalarınız oldu mu?
Ben daima Türk kültürünün ve Türk insanının, şahsımda, gerek en yüksek düzeyde bir sanatçı ve gerekse yüksek karakterli bir birey olarak, en iyi şekilde tanıtılması ve ilgi görmesi ideali doğrultusunda yaşadım. Eşsiz Önder ve büyük insan Atatürk’ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesine bağlılıkla ve küresel toplumun bilinçli bir üyesi olarak, müzik zevki ve paylaşılması yoluyla uluslararasında barışın ve karşılıklı anlayışın yayılması daima prensibim oldu. Bu anlayışla çeşitli projeler oluşturdum. Bunlardan biri 2002 yılında Ankara Uluslararası Müzik Festivali’nde gerçekleşen Orhan Ahıskal & New Dimensions Ensemble projesiydi. Bu projenin esas özelliği bir Türk-Amerikan çalışması olmasıydı.
Bu çift-kültürlülük, projeye çeşitli yönleriyle yansıdı. Proje hazırlıkları ve provalarını A.B.D.’de yaptık. Sonra Amerikalı müzisyenleri buraya getirip Türk müzisyenlerle birleştirdik. 4 gün boyunca yoğun provalarla tamamen keman ve/veya vurmalı çalgılar için çok zor bir programı Ankaralı dinleyicilere sunduk. Dinlemesi ve anlaşılması zor bir program olduğu için ben konseri baştan sona sundum, açıkladım. Prog