Arzuhan DOĞAN YALÇINDAĞ

Durum böyle devam ederse, bir yıl sonra elimizde “yönetilmesi çok zor bir Türkiye” olacaktır
 
Ülkemiz bir kez daha olağanüstü bir dönemden geçmekte. Bize göre bu dönemi iki temel unsur karakterize ediyor:
1) Siyasette başlayan, topluma yayılan ve her geçen gün artan kutuplaşma,
2) İç ve dış dinamiklerin etkisiyle ekonominin yüksek risk taşımaya başlar hale gelmesi.
 
Hatırlayacağınız gibi, TÜSİAD kutuplaşma konusundaki kapsamlı görüşünü 24 Mart’ta yayınladığı bir bildiri ile açıklamıştı. O gün söylediğimiz, bu kutuplaşmanın ülkeyi istenmeyen noktalara götürebileceğiydi. Yapılması gerekenin ise, bir yandan hukuka saygı göstermek, öte yandan, herkes için tam demokrasiyi sağlayacak bir açılımı gerçekleştirmek olduğunu söylemiştik. Ama maalesef, o tarihten bu yana değişen, yalnızca durumun daha da ağırlaşması oldu. Siyasi taraflar, politikalarını kısa vadeli oyun planları üzerine kurmaya devam ettiler.
Artık, orta ve uzun vadeyi düşünmek bir yana, bundan bir yıl sonrasının bile senaryolara dahil edilmediğini, Türkiye’nin bütün bu yaşananlar ve yaşanacaklardan sonra hangi noktada olacağının düşünülmediğini görüyoruz. Oysa önümüzde, “Bundan bir yıl sonra nasıl bir Türkiye ile karşı karşıya olacağız,” sorusu bütün heybetiyle durmakta. Bize göre bunun cevabı açıktır: Durum böyle devam ederse, bir yıl sonra elimizde “Yönetilmesi çok zor bir Türkiye” olacaktır.
Çünkü dünyadaki olumsuz ekonomik gelişmelerin yarattığı tehditler, siyasal ortamın ve kutuplaşmanın yaratacağı politik istikrarsızlıkla birleştiğinde, kısa vadeli hesapları alt üst edecek gelişmeler ortaya çıkabilecektir. Bu yüzden mevcut tartışmaların, olumlu ve Türkiye’nin önünü açacak sonuçlara yönelmesini sağlamak zorundayız. Bunun için de ekonomiye ve siyasete daha yakından bakabilmeli, sağlıklı analizler yapabilmeliyiz.
Bugün dünya ekonomisinde, küreselleşme sürecinin herhalde en sancılı dönemlerinden birini yaşıyoruz. Klasik iktisadi sıfatlar ile tanımlamakta güçlük çektiğimiz bu sürece 3 boyutta yaklaşmak mümkün.

1. ABD’deki yüksek riskli konut kredileri ile su yüzüne çıkan ve hızla dünyaya yayılan finansal regülasyon zafiyeti. Ortaya çıkan Küresel Mali Sistem Krizi’nin faturasının şu an için 1 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir.

2. Gerek gelişmekte olan ülkelerin yüksek büyüme hızı, gerekse küresel ısınmanın da neden olduğu arz şokları ile, hem gıda hem de petrol ve hammadde fiyatlarında hiç yaşanmamış düzeylerdeki artış.

3. Amerika’da başlayan ekonomik yavaşlama, sürekli değer kaybeden dolar, üretkenlik artışı neredeyse sıfıra yaklaşan AB ekonomisi, para politikası etkinliği azalan Merkez Bankaları, artan enflasyonla mücadele etmek zorunda kalacak gelişmekte olan ülkeler ve bütün bunların yarattığı ticaret ve istihdam kayıpları. Bize göre tüm bu belirtiler 1-2 yıl sürmesi muhtemel, bir küresel ekonomik yavaşlamayı işaret etmektedir.
Oysa Türkiye dünyadaki bu olumsuz gidişatı tam olarak farkında değil gibi gözüküyor ya da iç işleri ile çok meşgul. Üstelik, Türkiye ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu riskler, küresel krizlerin yaratacağı etkilerle sınırlı da değil.
Bir de bizim, kendi iktisadi kırılganlıklarımız var. Burada dikkatinizi çekmek istediğim nokta; Ekonomimizle ilgili olarak, “kriz”lerden değil, “risk”lerden söz ediyor olmamız. Çünkü acil ve kapsamlı önlemler alınırsa bu risklerin bertaraf edilebileceğine olan inancımızı koruyoruz.
Öncelikle ekonomimizde gördüğümüz bu riskleri sizlerle paylaşmak istiyorum:
1) Büyümenin yavaşlaması riski;
2001 krizi sonrası başlayan yüksek büyüme evresinin 2007 de, sonuna yaklaştık. Bu aşamadan sonra sadece makroekonomik önlemlerle büyümeyi artırmak, pek mümkün görünmüyor. Üstelik, bu dönemde yüksek büyüme döneminde bile düşürülemeyen ve Türkiye’nin hâlâ en büyük sorunu olmaya devam eden işsizliğin daha da artması tehlikesi de söz konusu.
2) Enflasyon riski; Arz şokları ve makro ekonomik bekleyişlerin iyi yönetilememesi sonucu, Nisan ayı itibariyle enflasyon yeniden çift haneli rakamlara ulaştı. Ayrıca ne yazık ki, Türkiye’nin hedef enflasyondan sapma oranı, benzer ülkelere göre çok yüksek ve Türkiye’de yüksek enflasyon hafızası da, halen çok taze…
3) Kamu mali disiplininin bozulma riski;
Kamu mali disiplini bağlamında, son dönemde alınan bazı harcama kararları, biz de, program dışı uygulamalara başvurulduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Oysa, unutmayalım ki, Türkiye ekonomisinin son yıllarda gösterdiği başarılı performansın temel itici gücü, mali disiplin olmuştur. 2008 yılı içinde, hükümet, içinde Sosyal Güvenlik Yasası, İstihdam Paketi ve GAP Eylem Planını barındıran bir dizi olumlu açılımlar yaptı. Buna rağmen kamu mali disiplinini zayıflatan bazı düzenlemeler de gerçekleştiği görüşündeyiz.
Örneğin;
-Belediyelere bütçeden aktarılacak payın 4 milyar YTL artırılması
-Özelleştirme gelirlerinin, borç azaltmak yerine kamu yatırımlarında kullanılmasına karar verilmesi.
-İşsizlik sigortası fonunun, fonun aktüeryel dengesi ve amacı dikkate alınmaksızın, kamu harcamaları için kullanılması.
-SSK ve Bağ-Kur prim borçlarına af gelmesi.
-Banka borçları ve tarımsal krediler için sicil affı geliyor olması.
-Kamu İhale Kanunu’nun gevşetilmesi gibi, tüm bu örnekler mali disiplini zorlayacak niteliktedir.

Öte yandan iktisadi kaygılarımızı en aza indirecek önerilerimizi ise şu şekilde sıralamak mümkündür.
1) Uluslararası mali piyasalara güven verecek tarzda, IMF ve AB çıpalarının gündemde tutulması hayati önem taşımaktadır.
IMF ile ilişkiler kesilmemeli, AB müzakere süreci güçlü bir siyasi irade sergilenerek sürdürülmelidir.
2) Bir mikro reform yol haritası mahiyetinde olan “orta vadeli AB uyum programında” daha hızlı ve kapsamlı yol alınmalıdır.
Hatta bu programda taahhüt edilmiş uyum takvimini hemen çalıştırmak gerekmektedir.
3) Yedi Yıllık Kalkınma Planı, orta vadeli ekonomik program, kısa vadeli acil ekonomik önlem paketleri ve yapısal reform programları birbirleriyle uyumlu biçimde konsolide edilmelidir.
İhtiyacımız olan, makroekonomik politika bütünlüğü korunan, Türkiye’nin potansiyel büyümesini artırabilecek, eğitim, bölgesel kalkınma ve yenilikçilik olgularını temel alan, sanayi stratejisi ile desteklenen yeni bir büyüme modelidir.
- Türkiye, bundan yirmi yıl önceki Türkiye değil.
Artık, toplumun özlemlerini, beklentilerini daha güçlü bir ekonomi olmadan karşılamak, temel ihtiyaçların yerini ideolojiyle, demagojiyle doldurmak mümkün değil. Bu beklentileri karşılama konusunda, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinin ve bununla bağlantılı reformların, gerçek anlamda bir rehber olma özelliğini koruduğunu düşünüyoruz.
Ülkemizin hedeflerine bu kadar uyumlu başka bir referans noktası bulmamız mümkün değildir. Bu referans noktasını korumamız, yalnızca ekonomimizi istikrar içinde geliştirmemize değil, demokratik standartların güçlendirilmesine de destek olacaktır.
Türkiye, her bakımdan zor bir dönemden geçiyor. Bu günleri, demokrasimizi, siyasal, toplumsal yapılarımızı, Anayasal kurumlarımızı yıpratmadan atlatmaya çalışmalıyız.
Tepkilerimizi, yorumlarımızı ölçülü tutmalıyız. Öncelikle, hukuka koşulsuz saygı göstermek zorundayız. Unutmayalım ki, uygar toplumların ayırt edici yanı budur. Mevcut hukuksal düzen içinde bağlayıcı bir kararla karşı karşıya olmanın bilinci ve sorumluluğu içinde hareket etmeliyiz.
Elbette toplumda tartışmalar olabilir, bu tartışmalar çerçevesinde Anayasa Mahkemesi’nin kararı da eleştirilebilir. Ama Türkiye’nin en yüksek yargı organını “tanımamaya” varan tepkiler kabul edilebilir değildir. Asıl yapılması gereken bu karardan ders çıkarmaktır.
Bize göre bu karardan çıkarılacak ders de şudur: Mevcut sorunlara sistemi zedelemeden dengeli çözüm aramak esastır. Öte yandan, bugünkü yapı içinde, toplumun bazı taleplerine ve beklentilerine cevap verilemediği de bir gerçektir. O zaman yapmamız gereken nedir?
Yapmamız gereken, tüm kesimlerin özlemlerini, ihtiyaçlarını ve kaygılarını gözetecek bir biçimde toplumsal mutabakatı yeniden sağlamaktır. Bunun bugünkü karşılığı herkes için tam demokrasiyi sağlayacak bir Anayasa değişikliğidir.
Burada sözünü ettiğimiz, her sıkıntılı dönemde alelacele gündeme getirilen, güncel sorunları aşmaya yönelik Anayasal düzenlemeler değildir. Salt parlamento çoğunluğuna dayanan, kısmi bir Anayasa değişikliğinden de söz etmiyoruz. Sözünü ettiğ